Marie Antoinette – Sofia Coppola (2006)

“Her şey kadının elindedir. Kadın istekli ve samimi olursa, her şey mümkündür”

Fransız devrimi ile tahtını kaybeden kral 16. Louis’nin eşi kraliçe Marie Antoinette’in hikâyesi.

Sofia Coppola’dan arada Vivaldi ve Scarlatti’nin eserlerine yer verse de ağırlıklı olarak elektronik ve rock müzik şarkıları ile bezenmiş farklı bir tarihsel dram. Coppola daha önceki filmlerinde de, örneğin “Lost in Translation” ve “Virgin Suicides”, benzer müzikleri kullanmış olsa da 1700’lü yıllarda geçen bir film için yaptığı müzik seçimleri radikal bir tercih kuşkusuz. Trajik bir son ile hayatı biten kraliçenin bu “pop” havalı hikâyesi alışılagelen kostümlü dramlardan kimi zaman oldukça farklı olsa da, sonuçta Versailles sarayının tüm görkemi üzerinden anlatılan bir hikâye bu ve yönetmenin başta müzik olmak üzere bu farklı tercihlerinin filme ne kazandırdığı da tartışmalı.

Pembe renkli harflerle oluşturulan açılış jeneriğinden Bow Wow Wow tarafından seslendirilen “I Want Candy” şarkısına, Blahnik imzalı onlarca farklı ayakkabı modelinden Milena Canonero imzalı kostümlere film hemen her anında bir “pop” filmi olduğunu vurguluyor. Öyle ki bir ara gözlerimizin önünde resmi geçit yapar gibi dizilen tüm o şık ayakkabılar, kumaşlar, kostümler ve göz alıcı ve iştah açıcı pastalar Coppola’nın tek derdinin pembe bir pop filmi yapmak olduğunu gösteriyor sadece. Karşımızdaki kendisini sergileyen, hem de arsızca sergileyen bir pop sanat örneği. Açılış sahnesinde bize yani seyircisine göz kırpma cüretkârlığını gösterecek kadar kendisine bakıldığını bilen ve bunu teşvik eden bir pop sanat örneği üstelik. Taç giyme töreninde The Cure’dan “Plainsong” şarkısını çalarak bu muhteşem şarkının barok hüznünü sahne ile ilişkilendirmek gibi başarıları olsa da genel olarak tüm post-punk ve new wave şarkıların temel kullanım nedeni Coppola’nın poptan görkemli bir sonuç elde etme çabası olsa gerek. Peki bunu başarıyor mu film? Belki tam bir başarı değil ortaya çıkan ama set tasarımlarından yukarıda sıraladığım kostüm vb. unsurlara, zengin oyuncu kadrosundan elbette Versailles sarayının kendisine film bu görkemi elde etmek için elindeki tüm araçları başarı ile kullanıyor. Kirsten Dunst’ın hayat verdiği bir kraliçenin Versailles sarayının sayısı binler ile ifade edilebilir gibi görünen pencerelerinin birinden bakan ve gittikçe küçülen görüntüsü gibi öğeleri başarı ile kullanan filmi bu hedefini on ikiden vuruyor. Hedefin doğruluğu ise tartışmalı ve açıkçası kendisini rahatça seyrettiren, önünüze sürekli pembe güzellikler seren bir filme ihtiyacınız yok ise bu bahtsız kraliçenin hikâyesini seyretmek için doğru bir tercih olmayacaktır bu film.

Versailles sarayında kraliçe olmanın zorluklarından sürekli bahseden ve örneğin sık sık saray protokollerini karikatürize etmekten kaçınmayan film kraliçenin Avusturya’daki “mütevazi” saraydan sonra geldiği bu görkemli saraya uyum sürecini ikna edici bir şekilde anlatamazken Antoinette’in filmin iddiasına rağmen sarayda gayet keyifli bir hayat sürdüğünü göstererek kendisi ile çelişiyor. Yatarken ve kalkarken onlarca insanın gözleri altında olmak, doğum anında yine onlarca insan tarafından izleniyor olmak veya “kral ile kraliçenin ne zaman yatacağını” merak ve dedikodu konusu yapan tüm bir ülke (hatta ülkeler) halkının konuşma konusu olan bir hayat sürmek şüphesiz çok zor ve Antoinette bir İsveçli subay ile kaçamak başta olmak üzere çeşitli yollarla bu zorluğun üzerinden gelmeye çalışıyor. Yazar Antonia Fraser’ın kitabından uyarlanan film tüm pop konsantrasyonuna rağemen aslında bir hikâye anlatıyor diğer tüm filmler gibi. Başı ve sonu bilinen bir tarihi gerçeğin hikâyesi bu ve Coppola’nın kullandığı tüm süs öğelerinden sıyırırsanız, açığa çıkacak olan da özel bir hikâye değil. Özetle senaryoya değil görsel ve işitsel öğelere yüklenmiş bir film yönetmenin bize sunduğu. Daha önce “Lost in Translation” filminde de Coppola ile çalışmış olan görüntü yönetmeni Lance Acord’un çalışması ve kimi çerçevelemeleri oldukça göz alıcı ve örneğin piknik sahnesi bir Claude Monet tablosundan farklı değil kompozisyonu ile.

Senaryo Antoinette sarayda kişisel sıkıntılarını yaşarken sarayın dışında ne olduğunu bir iki diyalog dışında söz konusu bile etmiyor ve bu nedenle kraliçenin ve monarşinin trajik sonu da oldukça kişisel bir olay izlenimi bırakıyor seyredende. Sadece kraliçeye odaklanmak elbette tercih edilebilir bir yol ama araya serpiştirilen ve Amerika’nın bağımsızlık mücadelesine yapılan mali yardımın ülkede yoksulluğa neden olduğunu anlamamız için eklenmiş gibi duran sahnelerin oldukça yüzeysel görünmesine yol açıyor bu tercih. Senaryo kraliçenin saray içinde gözden düşmesini de örneğin yeterince iyi anlatamıyor ve sanki bu tür konuları anlatma görevini seyircinin tarih bilgisine devrediyor.

Coppola peruklu ve ağır kostümlü tarihsel filmlerin doğal ağırlığından görsel tercihleri ile kurtarmış filmini ama denediği tüm o pop tercihler olmadan da bu işi başaran ve üstelik bunu fantezilere kaymadan ve sinemasal gücünü koruyarak yapan örneğin “Bright Star” gibi çok parlak eserler var sinema tarihinde. Sonuçta eğlenceli, görsel gücü yüksek ve kesinlikle ilgiyi sürekli üzerinde tutmayı beceren bir film “Marie Antoinette”. Kirsten Dunst ve XVI. Louis rolündeki Jason Schwartzman filmi zenginleştiren oyunculuklar ile daha da renlendirmişler bu çalışmayı ve filme göre her ikisi de kendileri için doğru olmayan bir hayatı sürdürmek zorunda kalan ve üstelik bunun için de pahalı bir bedel ödeyen karakterlerini elle tutulur hale getirmişler. Tüm kusurlarına rağmen ve sanırım tam da o kusurların görmeyi gerekli kıldığı bir film özet olarak.

Somewhere – Sofia Coppola (2010)

“Bebeğim, oyuncak ayın olayım senin. Tak boynuma zinciri ve götür istediğin yere”

Hayatı alkol, partiler ve seks ile geçen bir Hollywood yıldızının on bir yaşındaki kızının kendisini ziyaret etmesi ile hayatını sorgulamasının hikayesi.

Sofia Coppola’dan bir erkek yıldız üzerinden şov dünyasına bir bakış. Film karakterinin üzerinden aile, büyümek, ünlü olmak ve asıl olarak da hayatın varoluşçuluk bakış açısından anlamı üzerine bir hikâye anlatıyor. Bu hikâyeyi anlatırken sinemasal açıdan yeterince doyurucu olamayan film yine de kimi özellikleri ile ilgiyi halk ediyor.

2010 Venedik film festivalinde çok da güçlü olmayan rakiplerinin arasından sıyrılıp Altın Aslan ödülünü alan film zenginlik, lüks ve sefahat içinde yaşayan bir adamın içinde bulunduğu ve alttan alta hissettiği boşluğun farkına varması ile değişmeye başlayan dünyasını anlatıyor. Stephen Dorff’un filmografisinde yer alan diğer eserlerdeki rollerinden oldukça farklı bir rolde kimilerine göre kendi hayatından da izler taşıyan bir karakteri canlandırırken, senaryo bu sevmesi çok da kolay olmayan kişiliği tarafsız bir gözle ve olduğu gibi getirmeye çalışıyor karşımıza. Filmin giriş sahnesinde lüks spor arabası ile daireler çizerek görüntüye bir girip bir çıkan adamın bir derdi olduğunu anlıyoruz ama otel odasında kendisi için özel direk dansı yapan kızları seyrederken veya birkaç dakika önce tanıştığı bir kızala sevişirken uyuyakalan yıldızın yaşadığı “zevk ve alem” dünyasından eğer sıyrılmak istiyorsa kendisine engel olanın ne olduğunu seyirciye geçiremiyor senaryo. Öyle ki bir süre sonra karakterimizin bunalımını bir şımarıklık olarak görmeye ve mutsuz bir anında aradığı eski bir sevgilisinin telefonda kendisine söylediği gibi “gidip bir hayır işinde çalışsın” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yıldızın yaşadığı hayatın ve genel olarak şov dünyasının boşluğunu anlatmak için filmde yer almış görünen saçma sorular ile geçen basın toplantısı veya İtalya’daki ödül töreni biraz fazlası ile kolaya kaçmış görünen sahneler ve kahramanımızı daha iyi anlamaya da yardımı olmuyor. Aslında filmin buna yönelik çok da derdi yok gibi; film daha çok sakin bir sinema dili ile ebeveyn olmak, anlamsızlık ve ünlü olmak gibi kavramları gündeme getirmeye çalışıyor sadece.

Her Coppola filminde olduğu gibi yine alternatif rock müziğe yer vermiş filminde Coppola ve Fransız grup Phonenix’in şarkıları filme doğrudan hikâye ile ilgileri olmasa da çekici bir yan katıyor. Görüntülerinin temizliği ile de dikkat çeken film özellikle bir olay örgüsüne sahip olmamasının bir başyapıtın aksine pek de yararını görmüyor. Uzun çekimler veya hikâye boyunca alışılagelen anlamda bir şeyler olmaması bir filme mutlaka bir sanatsal hava katmıyor elbette ve film işte tam da bu noktada zayıf düşüyor. Kahramanımızın varoluşsal krize kapılmasının nedenini anlamayınca ve karaktere de yeterince yakınlık hissetmeyince filmin seyirci üzerinde bıraktığı soğuk hava da bir türlü tam anlamı ile dağılamıyor film boyunca.

Kimi önemli kusurlarına karşın ve hatta bu kusurları ile doğrudan ilişkili kimi başarıları da var filmin. Evet, film karakterine yeterince yaklaştırmıyor bizi ama kahramanın içinde bulunduğu durumu mutlaka bir olumsuzluk göstergesi olarak da sergilemiyor ve hatta çekici olmadığını da iddia etmiyor; sadece sergilemeyi tercih ediyor. Film baba ile kızı arasındaki ilişkiyi yine altını çizmeden adeta doğumundan itibaren elle tutulur hale gelinceye kadar yavaş yavaş büyütüyor gözümüzün önünde ve bunu tipik bir ticari filmin aksine süslemeden yapmayı başarıyor. Keşke film kahramanımızın varlığını sorgulamasını daha iyi anlatabilseydi ama anlaşılan filmin kendisi de onun yaşadığı hayatın boşluğundan fazlası ile etkilenmiş.

(“Başka Bir Yerde”)