The Terminal – Steven Spielberg (2004)

The_terminal“Vizeniz olmadan New York’a giremezsiniz, pasaportunuz olmadan vize alamazsınız ve bir ülkeniz olmadan pasaport sahibi olamazsınız”

New York’ta havaalanındayken ülkesinde gerçekleşen darbe sonucu pasaportu geçerliliğini yitiren ve bu nedenle havaalanını terk edemeyen Doğu Avrupalı bir adamın hikâyesi.

Gerçek bir olaydan esinlenen ilginç bir fikirden yola çıkan, Tom Hanks’in oyunu ve Steven Spielberg’in hikâye anlatmaktaki ustalığı ile dikkat çeken, set tasarımları hayli başarılı ama sonuçta bir Spielberg filmi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamızı sağlayacak derecede naifliğin öne çıktığı bir çalışma. İlginç bir temanın nerede ise bir peri masalına dönüştüğü eser, geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içeriğe ve “kendini iyi hisset” atmosferine sahip ve bir parça sarkmış görünse de rahatça ve sıkılmadan izlenebilecek bir film ama bundan daha fazlası da değil kesinlikle.

İranlı Mehran Karimi Nasseri, Şah’a karşı eylemlere karıştığı için çıkartıldığı ülkesinden İngiltere’ye gitmeye çalışırken belgelerini kaybedince Ağustos 1988’den Temmuz 2006’ya kadar Paris’teki Charles de Gaulle havaalanında yaşamış. Onun bu gerçek hikâyesinden esinlenen Andrew Niccol ve Sacha Gervasi hikâyesinden yola çıkarak Gervasi ve Jeff Nahtanson tarafından yazılan senaryo Speilberg’in elinde tam bir “Spielberg filmi”ne dönüşmüş. Hem olumlu hem olumsuz anlamda algılanması gereken bir tanımlama bu “Spielberg filmi” ifadesi: Karşımızdaki akıp giden anlatımı, aksamayan temposu, rahatça takip edilen hikâyesi ve naif yaklaşımı/mesajı ile Spielberg’in elinden çıktığını her anında hissettiren bir çalışma. Havaalanında yaşamak zorunda kalmak dramatik, hatta trajik bir hikâye yaratabilirmiş ve film de bu havada başlıyor zaten. Kaldı ki esinlendiği gerçek hikâyede kahramanın sonu hiç de iyi olmamış ama böyle bir “olumsuzluk” Spielberg’e uygun değil elbette. Bu nedenle filmde romantizmi de içine alan ve finali ile tam Amerikan usulü bir gözyaşı (elbette mutluluk dolu göz yaşları bunlar) ve umut vaat eden bir hikâye var ve hakkını teslim etmek gerek ki Speilberg de çok iyi anlatıyor hikayesini. Ne var ki onun ustalığı, bir parça geriye çekilip bakıldığında filmin naiflikten boğulacak bir havası olduğunu görmeye engel olamıyor. Bu Amerikanvari naifliği sanırım en iyi biçimde şu cümle ile ifade edebiliriz: Finale doğru bir sahnede tüm havaalanı çalışanları kahramanımızla birlikte bir kutlama yaparken, her an bir yerlerden “Oh, say! can you see” ile başlayan bir melodiyi, kısacası ABD millî marşını duyacak gibi hissediyorsunuz. İçinde bulunulan trajik durumun bir komedi filminin konusu olmasında bir sakınca yok elbette ama hikayenin her öğesinin bu kadar yumuşatılması ve Yeşilçam’ın klişe“dayanışan mahalleliler” düzeyine indirgenmesi de görmemezlikten gelinecek gibi değil. Benzer hikâyeleri Frank Capra anlatmıştı zaten yıllar önce ve bu “2000’lerde Capra” örneğine ne kadar ihtiyaç olduğu da tartışılır.

Tom Hanks’in komediye hayli uygun bir oyunculukla karakterinin her ruh halini başarı ile yansıttığı ve havaalanı yöneticisi rolündeki Stanley Tucci ile işçi rolündeki Diego Luna’nın ve Rus yolcu rolündeki Valery Nikolaev’in ona keyifle eşlik ettikleri film belki de en çok seti ile ilgi çekiyor. Düsseldorf havaalanının iç tasarımından ilham alınarak tasarlanan setler kesinlikle çok başarılı ve Spielberg (ve kim bilir sayısı kaç olan yardımcıları) setin geniş mekanlarında kalabalık kadroları ustalıklı bir koreografi ile yönetmişler. Havaalanının tüm o kalabalığını, karmaşasını ve gürültüsünü birebir hissettiriyor size film. Komedinin -neyse ki- kabalaşmadan kullanıldığı film, bu devasa sette kimi hayli esprilerin de katkısı ile eğlendiriyor da seyredeni. Bu esprilerin “beklenmedik” olması ve sözden çok duruma ve özellikle hareketlere dayalı olması da doğru bir seçim olmuş: Elma ile patlatılan patates cipsi poşeti veya kahramanımızın bir yolcuya bavulunu kapaması için yardım etmeye çalışırken neden olduğu problem gibi anlar o an içinde gelişlerini hissettirmemeleri nedeni ile kesinlikle güldürüyor seyredeni. Buna karşılık kahramanımızın filmde olmasa da olur romantizm hikayesini de destekleyecek şekilde fazlası ile becerikli ve zeki olarak çizilmesi doğru bir tercih olarak durmuyor.

Filmin sponsorlarının kimler olduğunu anlamanızı garanti edecek kadar ve hayli rahatsız edici bir dozda “ürün yerleştirme” yapılmış hikâye boyunca ki Hollywood ölçülerinde bile fazla bu doz. Filmin nerede ise her karesine sinen marka isimleri ve kameranın hep bu isimleri gözümüze sokacak şekilde yerleştirilmesi gerçekten can sıkıcı Spielberg düzeyindeki bir yönetmenin filmi için ama Hollywood bu! Bu düzenin ustası Spielberg’in hemen tamamı terminal içinde geçen ve aksiyon türünde olmayan bir hikayeden bu denli dinamik bir sonuç çıkarabilmesi ve aslında bir parça kısaltılabilirmiş gibi görünse de her anının bir şekilde ilgiyi ayakta tutmayı başarması ile de ilgiyi hak eden filmin -tekrara düşecek olsak da söylemek gerekiyor ki- ABD’yi seven bir naif ruhlu yönetmenden taşıdığı izler de kimileri için can sıkıcı olabilir. Sonuçta Holywood’un pek çok kez tekrarladığı bir mesajı var filmin: ABD’de problemler olabilir ama sistem (ve insanlar) özünde iyi olduğu için her sorun çözülür bu ideal ülkede. Son olarak, filmin kahramanının pek çok kişinin de ifade ettiği gibi aslında Spielberg’in yeni “E.T.”si gibi göründüğünü ve tıpkı onun gibi kendini insanların arasında ve yalnız olarak bulan bir “uzaylı” olduğunu söylemekte yarar var.

(“Terminal”)

Empire of the Sun – Steven Spielberg (1987)

“Gökyüzünde büyük beyaz bir ışık gördüm. Sanki Tanrı fotoğraf çekiyordu.”

İkinci Dünya savaşı sırasında Japonların Şangay’ı işgali ile ailesinden ayrı düşen ve bir esir kampına götürülen bir İngiliz çocuğun hikâyesi.

İngiliz yazar J.G. Ballard’ın aynı adlı yarı otobiyografik romanından uyarlanan film ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından aktarılmış sinemaya. Spielberg’in popüler, ticari ve gösterişli sinemasına her açıdan uygun bir film karşımızdaki ama film bir olmamışlık havasından da kurtulamamış. 150 dakikayı aşan uzunluğu, binlerce figüranı, trajik hikâyesi, gözyaşları ve kahramanının bir çocuk olması ile Spielberg’in aradığı her şey var bu filmde. Kısacası gösterişe uygun bir konu elindeki ve buna bir de Hollywood’un ticari filmlerinin vazgeçilmez ismi John Williams’ın görkemli müziklerini ve Allen Daviau’nun başarılı görüntülerini ekleyince, Spielberg tüm malzemelere sahipmiş ama yine de yine kendisinin kimi popüler filmlerinden geride kalan bir film yapmış dememek mümkün değil.

Japonların işgaline kadar Çinli hizmetçileri ile görkemli evlerinde mutlu hayatlar süren İngiliz ve Amerikalı ailelerin işgal ile birdenbire değişen hayatlarını Spielberg başta işgal sahnesi ve binlerce figüranın etkileyici kullanımı ile hayli başarılı biçimde aktarıyor. Elbette Asya’nın bu doğu yakasında İngiliz ve Amerikalıların ne aradığını sorgulamaya yönelik bir söylemi yok filmin. Acımasız Japonların parçaladığı hayatları ve özellikle onlardan birini, bir İngiliz çocuğununkini, anlatmaktan başka derdi yok çünkü filmin. İşgalden hemen önce Şangaya sığınmaya çalışan binlerce Çinlinin arasından kıyafet balosuna giden Batılıların görüntüsü, evet oldukça etkileyici ama bu sahnede sanki Batılılara eleştiriden çok onların bir süre sonra yaşayacakları sıkıntıların etkisini artırmaya yönelik bir hazırlığın telaşı var Spielberg’in. Filmin seyirciyi hedeflediği kadar sarsamamasına da yol açıyor Tom Stoppard’ın senaryosu ve Spielberg’in tercihleri. Zeki, ukala ve şımarık olarak çizilen çocuğa Çinli bir hizmetçinin (elbette işgalden sonra) attığı tokat çocuğun o sırada içinde bulunduğu duruma rağmen hani nerede ise hiç rahatsız etmiyor örneğin.

Sinir bozacak kadar “İngiliz” karakterli bir çocuğun dört yıl boyunca bir Japon esir kampında yaşaması trajik bir hikâye doğurur ama kahramanımız zaman zaman o kadar güçlü ve becerikli resmediliyor ki adeta “Evde Bir Başına” filminin farklı versiyonunu izliyor gibi oluyorsunuz. Ballard kampta geçirdiği günlerin, bir çocuğun gözü ile, o kadar da trajik olmadığını söylemiş bir röportajında ve örneğin kamptaki çocuklar ile yüzlerce oyun oynadıklarından söz etmiş. Belki roman/senaryo kampın bu resmini de ayrıca göstermeye çalışmış ama gördüğümüz yaşıtları ile değil büyükler ile takılan, becerikli bir İngiliz çocuk sadece. Senaryonun bir başka kusuru ise bir hikâye anlatır gibi görünmesi ki Spielberg’ten aksi beklenemez ama ortada pek de bir hikâyenin olmaması. Senaryo biraz daha törpülenip “Küçük Jimmy Esir Kampında” adında bir çocuk romanına/filmine dönüştürülebilirmiş gibi duruyor.

Christian Bale sinemadaki bu ilk filminde hemen her sahnede ve hatta her karede görünerek zorlu bir işin altına girmiş ama bu işin altından da başarı ile kalkmış görünüyor. Dört yıllık bir süreye yayılan hikâyede karakterinin yaş değişimini de rahatsız etmeyecek ölçüde canlandırmış görünüyor. Spielberg o zamanların çocuk oyuncusu olan Bale’i oldukça etkileyici biçimde kullanırken filmin görkemli görselliğinin de parçası yapmış onu zaman zaman. Örneğin uçaklara karşı fanatikçe bir sevgisi olan çocuğun esir kampında gördüğü Japon uçaklarına dokunması ve hatta sarılması, işgal sahnesinde çocuğun binlerce insandan oluşan bir kalabalığın içinde tek başına kaldığını fark etttiği anda yaşadığı korku veya çocuğun ailesini bulmak için döndüğü terk edilmiş evlerinde tek başına geçirdiği anların tümü yönetmenin görsel becerisini sonuna kadar kullandığı etkileyici anlar. Gerek bu görsel güç gerekse senaryodan oyunculuklara diğer kimi önemli öğeler açısından filmi kamp öncesi veya sonrası diye ikiye ayırmak da mümkün. İlk yarı nerede ise tam bir başarıyı ve keyifli bir sinema örneğini işaret ederken, ikinci yarı etkileyiciliği hayli düşük, anlatımı sarkmış ve gereksiz uzamış bir havaya sahip. Ballard’ın romanı bu kadar “yumuşak” değildi muhtemelen ve Spielberg çocuk kahramanının kendisine odaklanırken kampta yaşadıkları üzerinde düşünmeyi unutmuş görünüyor. Özetle görkemli ama sinemasal açıdan tatmin ediciliği düşük bir film.

(“Güneş İmparatorluğu”)

Twilight Zone: The Movie – Joe Dante/John Landis/George Miller/Steven Spielberg (1983)

“Alaca karanlık kuşağına girmiş bulunmaktasınız”

Aynı isimli televizyon dizisinin dört klasik bölümünün dört ünlü yönetmen tarafından sinema için yeniden çekilmesi ile oluşturulan bir korku/gerilim filmi.

1959 ile 1964 arasında yayınlanan dizi Birleşik Devletler televizyon tarihinin en popüler dizilerinden biri olmuştu. Rod Serling’in yaratıcı yönetmenliğini üstlendiği dizinin bitiminden on dokuz yıl sonra çekilen bu sinema filmi klasikleşen dört bölümü Steven Spielberg, John Landis, Joe Dante ve George Miller yönetiminde tekrar karşımıza getiriyor.

Birbirinden bağımsız dört bölümün ilki ırkçı yaklaşımları olan öfkeli bir adamın başına gelenleri, ikincisi bir huzurevinin çocukluklarına dönmek isteyen sakinlerini, üçüncüsü yalnız seyahat eden bir kadının karşılaştığı ve gizemli güçlere sahip olan bir çocukla ilişkisini, dördüncüsü ise uçmaktan korkan bir adamın bir uçak yolculuğu sırasında başına gelen korkunç olayı anlatıyor. Bu dört bölüm içinde John Landis tarafından çekilen birinci bölüm ve George Miller’ın çektiği dördüncü bölüm diğer ikisinden bir adım öne çıkmayı başarıyor. Landis’in bölümü biraz da ahlâkçı bir tavır içeren hikâyesinde baş oyuncusu Vic Morrow’un desteği ile hikâyesini ilgi çekici hale getirmeyi başarıyor ama bu bölümün öne çıkabilmesinin asıl nedeni diğer iki bölünün oldukça zayıf olması. Diğer başarılı bölüm de ilginç bir şekilde yine oyuncusunun başarısı ile dikkat çekiyor ve John Lithgow hikâyenin seyredeni etkilemesini sağlıyor. Spielberg imzalı ikinci bölüm tam da yönetmenine yakışır bir naiflikte ve “öğreten” tavrı ile oldukça vasat sularda geziniyor. Joe Dante imzalı üçüncü bölümün ise ilginç görünen konusuna rağmen zaman zaman sıkıcılığa bile kaydığı söylenebilir.

Jerry Goldsmith imzalı müziği ve özellikle ikinci ve dördüncü bölümlerdeki efektleri ile dikkat çeken film sonuçta şu sorunun sorulmasına engel olamıyor. Sinema için çekilmiş olmasına rağmen çoğunlukla televizyon filmi havasından kurtulamayan bu orta metraj dört film neden çekildi? Sonuçta ne diziye görkemli bir saygı duruşunda bulunabiliyor bu filmler ne de kendi başlarında özgün bir yaratıcılığa sahipler. Kendi alçak gönüllü tarzları ile çok daha etkileyici ve samimi olmayı başaran orijinal televizyon dizisini seyretmek daha akıllı bir tercih olur.

(“Alaca Karanlık Kuşağı”)

A.I. Artificial Intelligence – Steven Spielberg (2001)

“Ben hiç uyumam ama sessizce yatıp hiç gözümü açmayabilirim”

“Gerçek” bir çocuğa dönüşmeye çalışan bir robot çocuğun hikâyesi.

Steven Speilberg’den Kubrrick’in bir projesine dayanarak çektiği ve ona adadığı bir dram ağırlıklı bilim kurgu filmi. Küresel ısınmanın felaketine uğramış bir dünyada geçen filmde tüketmedikleri için ucuz kaynak olan robotların her yerde kullanıldığı hatta çocuk sevgisini bile gidermek üzere tasarlandıkları bir toplum anlatılıyor ve bu hikâye gözü yaşlı bir drama da kaynaklık ediyor.

Kendisinden çok akla getirdikleri önemli olan veya bir başka deyişle ne anlattığı nasıl anlattığından daha önemli olan filmlerden biri. Süresi bir parça gereğinden fazla uzun tutulmuş bu film sona ermeden çok önce “neden severiz” veya “sevgimizi neden ve kime veririz” gibi sorular üzerine düşünmeye başlamanız ya da çok daha kritik bir soru olan “sevilmeyi ne zaman hak ederiz” üzerine biraz da çekinerek akıl yürütmeye başlamanız mümkün. Filmin yaratıcılarının amaçları içinde bu hedef ne kadar yer alıyordu bilinmez ama bilim kurgu olarak aynı kategorideki başyapıtların gerisinde kalan bu filmde dramın bilim kurgunun çok önünde olduğu rahatça söylenebilir.

Gerçek bir çocuğa dönüşerek annesinin sevgisini elde etmeye çalışan bir çocuğun hüznü veya bir başka deyişle trajedisi elbette güçlü bir konu ve burada da filmi ayakta tutan bu ama senaryodaki eksiklikleri tamamen kapattığı söylenemez bu durumun.”Hiç değişmeyen bir güzel resim” gibi kalacak ve sizi sevmeye programlanmış bir çocuk başta sevimli bir fikir gibi görünebilir ama bu tür bir ilişkide asıl güzelliği yaratanın sizi koşulsuz seven bir çocuk değil, sevmeyi ve sevilmeyi birlikte keşfedeceğiniz bir bireyin büyüme süreci olduğunu robot çocuğu tasarlayan bilim adamlarının atlamış olması veya sorun yaşamaya başlayan ailenin bu sorunla ilgili olarak firmaya hiç danışmaması ciddi eksiklikler. Projelerinin sosyal ve psikolojik boyutlarını bu derece ihmal eden ve filmde hiç de sevimsiz resmedilmeyen bilim adamları pek de inandırıcı durmuyorlar doğrusu. Bakıcıya ihtiyaç duymadan yetiştirebileceğiniz daha doğrusu sahip olabileceğiniz bir çocuk fikri yine de cazip elbette. Hangi cinse hitap ederse etsin bir aşk robotu da aynı derecede çekici olabilir.

Metal müziğin ana akım sinemanın yaratıcılarının elinden çektiği de ayrı bir konu, burada dikkati çeken. Dünyadaki zalimliklere neden olanlar içinde metal müzik dinleyen var mıdır bilmiyorum ama sinema bu müzik türünü bu filmde de olduğu gibi vahşet ile paralel bir anlamda kullanmaya devam ediyor. Bu müziğin yer aldığı “et fuarı” bölümünün gereğinden fazla uzatılmış olması da ayrı bir problem.

Kendisinin değil anlatmaya soyunduğu kavramların üzerinden ve örneğin robotlar yerine insanları ve insan yerine de Tanrı’yı koyarak da değerlendirilebilecek, sevimliliği ve oyunu ile Haley Joel Osment’in dikkat çektiği (şehir efsanesi robot çocuğun göz kırpmamasının onun fikri olduğunu söyler ama nedense aklına bu mantıkla nefes alan bir insan gibi göğsünün inip kalkmasına da gerek olmadığı gelmemiş) ve uygun gününüzde iseniz göz yaşlarınızı döktürmeye aday bir film. Formunun zirvesinde olmasa da bir Spielberg filmi sonuçta. Büyütmeden, fazla önemsemeden de olsa seyredilebilir.

(“Yapay Zekâ”)