Au Plus Près du Paradis – Tonie Marshall (2002)

“Hayallerde yaşayan ve arabasının böyle bir kornası olan bir adamla hayatta işim olmaz benim”

Yıllardır eski aşkının peşini bırakmayan özlemi ile yaşayan bir kadının mutluluğu arayış hikâyesi.

70’li yılların hitlerinden ve bir Stephen Stills klasiği olan “Love the One You’re with” şarkısının sözlerinin çok iyi özetleyebileceği bir film bu. Kaybedilenler için öfkelenmek, üzülmek ve dertlenmek yerine etrafta bizi bekleyenlere bakmayı öğütleyen şarkı özetle “sevdiğinle birlikte olamıyorsan, birlikte olduğunu sev” diyor ve filmimiz de kahramanımız olan kadına bu mesajı veriyor.

Fransız/Amerikalı yönetmen Tonie Marshall’ın senaryosunun yazılımına da katıldığı film yeterince güçlü olmayan senaryosu ve özellikle William Hurt’ün pek iyi çizilmemiş ve açıkça kötü oynadığı karakteri gibi zayıf kahramanları ile vasatın üzerine çıkamıyor. Leo McCarey’in 1957 tarihli Cary Grant ve Deborah Kerr’li klasik dramının görüntülerini ve o dramın hikâyesini referans alan film belki o dramın havasını günümüz sinemasına taşımaya çalışıyor ama ne o dramın arsız melodramına sahip olabiliyor ne de hikâyeye modern bir hava getirmeyi başarabiliyor. Filme belki kendisini göstermek istediği açılardan değil sadece ve sadece Catherine Deneuve üzerinden bakmak gerekiyor. Deneuve yine muhteşem ve film bir yandan da sanki sadece onun varlığını doğrulamak için çekilmiş gibi. Sanatçı filmden bağımsız kendi başına hareket ediyor adeta ve filmde seyre değer en temel unsurun kendisi olduğunu haykırıyor. Onun Avrupalı havası, hüznü, soğukluğu ve zaman zaman güzel bir kedere bürünen yüzü filmin diğer baş oyuncusu William Hurt’ün performansı ile taban tabana zıt. Kadının soğuk davranışlarına ve geçmişten kopamamasına tam bir Amerikalı “anı yaşa” tavrı ile karşılık veren karakterinde Hurt ne bu rahat ve anın keyfinin peşinde olan karakterine ne de Deneuve gibi bir kadının çekici bulacağı bir profile bürünmeyi başarabiliyor.

Filmin nadir mizansen başarısını gösterebildiği anlar Deneuve’e odaklandığı anlar. Onun otel odasındaki yalnız anlarında, geçmişteki aşkının flu görüntülerinde ve finalde trafiğin aktığı caddede karşıdan karşıya geçmeye çalıştığı sahnede film en yüksek düzeyini yakalıyor. Keşke hikâye onun dramı ile yetinseymiş ve kadını Birleşik Devletler’e sürükleyip ucuz bir Amerikan romantiğinin kucağına atmasaymış diye düşünmemek elde değil. Mutlu sonla bitmeyen bir Fransız aşkı, mutlu sonla biten bir Fransız-Amerikan aşkından çok daha seyre değer bir durum anlaşılan.

(“Nearest to Heaven” – “Cennete En Yakın”)