Geronimo: An American Legend – Walter Hill (1993)

“Bu kadar toprak varken, neden Apaçilere yer yok? Neden beyaz adam bütün toprakları istiyor?”

Apaçi savaşçılarından Geronimo’nun direnişinin ve onu yakalamakla görevlendirilen Amerikan askerlerinin hikâyesi.

Senaryosunu John Milius’un yazdığı (Walter Hill ve Larry Gross senaryoyu Milius’un karşı çıkmasına rağmen değiştirmişler), yönetmenliğini Walter Hill’in üstlendiği bir ABD yapımı. Ölüm döşeğinde, Amerikan ordusuna teslim olduğu için hep pişmanlık duyduğunu ve tek başına kalana kadar dövüşmesi gerektiğine inandığını söyleyen bu yerli savaşçının artık bu konulara daha liberal bir bakışın hâkim olduğu bir dönemde çekilen filminin yaratıcı kadrosunda Milius ve Hill isimlerinin olması ilginç bir durum; çünkü aksiyondan çok bir trajediyi anlatmaya soyunan filmi yaratan iki isimden Milius Amerikan sinemasının en muhafazakâr isimlerinden biri, Hill ise o türde olmayanları da dahil tüm filmlerini bir western olarak tanımlayan ve aksiyonları ile ünlü bir sinemacı. Filmi tam da bu durum üzerinden yorumlamak mümkün: Aksiyon sahneleri iyi çekilmiş ve etkileyici, diğer bölümleri ise liberal bakışın yetinmemizi beklediğinin tatmin etmemesi ve yeterince güçlü bir sinema dili olmaması nedenleri ile vasat.

Walter Hill’in de belirttiği gibi filmin adı (“Geronimo: Bir Amerikan Efsanesi”) pek uymuyor hikâyeye; evet, Geronimo hikâyenin ana karakterlerinden biri ama asıl olarak onun peşindekileri anlatıyor bize film. Üstelik Geronimo’nun bırakın neden bir efsane olduğunu, bir efsane olduğunu anlamak bile güç bu hikâyeden. Açılış jeneriği dışında odak hiçbir zaman ana olarak o olmuyor. Amerikan ordusuna direnerek yerliler için ayrılan rezervasyonlara gitmeyi reddeden yerli savaşçının peşindekilere, özellikle iki subaya (Charles Gatewood ve Britton Davis) odaklanan senaryoda Davis aynı zamanda bir anlatıcı rolü de üstleniyor. Hill filmden on iki dakikalık bir bölümün kesilerek vizyona sokulduğundan şikâyet etmiş; sonuçta bunun da etkisi olmuştur belki ama izlediğimiz ve dinlediğimiz hâli ile anlatıcı ses -senaryo tekniği açısından- kolaya kaçmanın aracı olmuş gibi görünüyor. Gerçek karakterleri anlatan bu filmde anlatıcıdan dinlediklerimiz filme çekicilik açısından yeni bir boyut (örneğin edebî bir tat) katmıyor ve duyduklarımızın bir kısmı ya gereksiz ya da görsel çözümlerin yerine tercih edilmiş gibi görünüyor.

Britton Davis karakteri baştaki sözlerinde tek arzusunun yaşananlara ve kahramanlarına ışık tutmak olduğunu söylüyor. Davis ordudan emekli olarak ayrıldıktan sonra, Geronimo hakkında “The Truth About Geronimo” adında bir kitap yazmış ve eser yazarının ölümünden sonra, 1929’da basılmış. Davis’in anlatıcı sesinden dinlediklerimizin bir kısmı doğrudan bu kitaptan alınmış ama subayın Geronimo hakkındaki bazı yargıları herhalde filmin liberal bakışı ve hikâyede Davis karakterinin çizilen hâli ile uyuşmadığı için yer almamış hikâyede. Örneğin şöyle yazmış Davis kitabında: “Bu yerli tamamen kötücül, yola getirmesi imkânsız ve güvenilmez bir adamdı. Cesaret ve kararlılığı dışında iyi bir yönü yoktu. Ne kadar içtenlikle verilmiş olursa olsun, sözleri kesinlikle değersizdi”. 3 kez teslim olmasına rağmen bir avuç adamı ile savaşmaya devam etmiş Geronimo ve bu açıdan bakınca sözünde durmadığını söylemek mümkün ve film de bunun üzerinde duruyor sık sık. Bu sözünü tutmama durumlarından birini (Rezervasyonu terk etmeme kuralını ihlal ederek, bir yerli büyücünün ölü reislerini diriltme (ve belki de savaşa devam etme) dansına katılması) detaylı olarak anlatıyor film ama burada yaşananlar üzerinden Geronimo’ya doğrudan bir eleştiri getirmeyerek Davis’in anlatımının tersi sayılabilecek bir yerde duruyor. Geronimo’ya saygısı olan, Apaçi dilini konuşabilen ve yerlilerin kültürünü de bilen Charles Gatewood’un “Yerliler az söz verir ama verince mutlaka tutarlar” sözüne aykırı bu durumu, klasik Hollywood yerlilerin vahşiliği ile açıklayacakken, film liberal bakışına uygun davranarak kullanmıyor bunu.

Evet, liberal bir film bu: Gatewood’un yerlilere saygı ve sevgi dolu yaklaşımını filmin kendisi de benimsiyor ve klasik sinemanın “iyi beyaz adam – kötü yerli” formülünü kırıyor bir bakıma. Ne var ki bunu yaparken takındığı tavrın içerdiği ikiyüzlülüğü de görmek gerekiyor. Beyaz adamları yerlilere karşı davranışları üzerinden “İyi beyaz – kötü beyaz” kolaycılığı ile sınıflıyor ama gerçekten doğrunun yanında duran bir hikâyenin onları ancak “kötü beyaz – daha kötü beyaz” olarak sınıflaması gerektiğini unutuyor. Kadın ve çocukların öldürülmesi konuşulurken, iki tarafın da bu konuda eşit derecede suçlu olduğunu düşünmemizi bekliyor film ama çok temel bir gerçeği atlayarak yapıyor bunu: ABD’nin bir soykırımın üzerine inşa edildiği ve o “iyi” askerlerin de bu suçu işleyen orduda gururla görev yaptığı. Davis karakterinin hükümetin yerlilere verdiği sözü tutmaması nedeni ile istifa ederken gösterilmesi ama gerçekte bu subayın emekli olana kadar görev yapmaya devam etmesi de bir başka örneği bunun. Tüm kültürlerinden ve yaşam şekillerinden koparılarak, rezervasyon denen bölgelerde yaşamaya mahkum edilen yerlilerin gençleri ile beyaz gençlerin birlikteliğinin umudu temsil etmesi, örneğin tüm bir Latin Amerika’nın din adına yağmalanması, işgal edilmesi ve insanların katledilmesi suçuna alet olan bir dinin Tanrısının barışçıllığından söz edilmesi ve “Bir ülke kuruyoruz, zor bir iş” denerek ABD’nin kuruluşunda yerlilerin başına gelenlerin sanki zorunlu bir yol kazası gibi gösterilmesi gibi hayli başka problemleri yanları da olan bir bakış bu. Yine de hakkını yememek gerek; Milius gibi sağcı bir sinemacının elinden çıkması şaşırtacak bir “tarafsız görünme” çabası var filmin ve kendi sınırları içinde elinden geleni yapıyor da. Bir yerli büyücünün sözleri (“Beyazlarla savaşta çok Apaçi ölecek. Sonunda biz kazanacağız çünkü ölüp onlardan kurtulacağız”) ve ABD ordusunda görev yaparken tanık oldukları bir haksızlık nedeni ile Geronimo’nun tarafına geçen yerlilerin vatana ihanetten asıldığı sahnede kullanılan müziğin dramatizasyonu da hikâyenin kurbanların tarafında durduğunun kanıtı.

Davis’in, kendi hatası nedeni ile bir yerliyi elinden kaçırdığı sahnenin ardından sarf ettiği “Hiç Apaçi öldürmemiş olmak ölürken vicdanımı rahatlatacak” sözü ile herhalde Amerikan sinemasının liberal ikiyüzlülüğünün en çarpıcı örneklerinden birine sahip olan filmin çok zengin bir kadrosu var. Jason Patrick ve Matt Damon’ın sırası ile Charles Gatewood ve Britton Davis’i canlandırdığı filmde Gene Hackman (General George Crook), Robert Duvall (Al Sieber) ve Wes Studi de (Geronimo) yer almışlar. Ne var ki senaryo bu oyuncuların hiçbirine sağlam bir performans için gerekli malzemeyi vermemiş ve sonuç da pek etkileyici değil. Walter Hill’in yönetmenliği ise genellikle kısa süren aksiyon sahnelerinde oldukça parlak ama diğer bölümlerde alışılagelenin dışına hiç çıkmayan ve bir orijinallik sunmayan tarzı ile sıradan görünüyor. Geronimo’nun geçmişi hatırladığı kısa bir ânın siyah beyaz ve farklı olmasına özen gösterilmiş görselliği ise filmin geneli içinde hayli anlamsız kaçmış ve tuhaf durmuş. Öyle ki yarım bırakılmış ve kurguda atlanmış hâli var bu sahnenin. Lloyd Ahern’in görüntüleri geniş açıları ile etkileyici ama bazı çöl sahnelerinde neden filtre yapaylığına başvurulduğunu anlamak mümkün değil.

Teslim olurken söylediği sözleri (“Eskiden bir rüzgâr gibi oradan oraya sürüklenirdim, şimdi teslim oluyorum işte”) ile yürek burkan Geronimo’dan çok, onun peşindeki beyaz adamları anlatan film finalde Gatewood’a, Amerikan ordusunda ırkdaşlarının karşısında görev yapan yerlilere ve tüm bir yerli soyuna karşı yapılan haksızlığı net bir şekilde ortaya koyarak ve asıl sözünü tutmayanın Geronimo değil, ABD hükümeti olduğunu vurgulayarak iyi bir iş yapıyor. Bu, elbette tek başına yeterli değil bir filmi değerli kılmak için ama zengin kadrosuyu, aksiyon sahnelerini, Ry Cooder’ın imzasını taşıyan hüzünlü müziğini ve tüm eksik ve kusurlu yanlarına rağmen yerlilere bakışını düşünürsek görülebilir demekte de bir sakınca olmasa gerek.

(“Geronimo: Bir Amerikan Efsanesi”)

The Warriors – Walter Hill (1979)

“Şu anda 100 çetenin dokuzar delegesi ile birliktesiniz. 100 kadar daha var. Bu, 20 bin çetin üye demek. İş birlikçilerle 40 bin eder. 20 bin de organize olmamış ama savaşa hazır kişi vardır. 60 bin asker! Şehirde sadece 20 bin polis var. Anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz! Olay bundan ibaret: Şehri bir çete yönetebilir, bir çete! Biz izin vermeden hiçbir şey olamaz. Suç örgütlerinden ve polisten haraç alırız. Sokaklar bizim çünkü!”

New York’taki çetelerin bir araya gelerek şehir üzerinde hâkimiyet kurması için çağrı yapan karizmatik bir lideri öldürmekle suçlanan The Warriors’ın peşlerine düşen diğer çetelerden kaçmasının hikâyesi.

Amerikalı yazar Sol Yurick’in 1965 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Walter Hill ve David Shaber’in yazdığı, yönetmenliğini Walter Hill’in üstlendiği bir ABD yapımı. Sadece doğrudan bu türe giren filmleri ile değil, aksiyon filmlerini de western olarak nitelendiren Hil’in bu filmi zamanında gerçekçi olmayışı ve içerdiği şiddet sahneleri ile eleştirilmiş, görsel başarısı ve zaman zaman stilize bir havaya bürünen biçimsel yanı övülmüş bir çalışma. Temposu ve gerilimi hiç azalmayan film sıradan bir aksiyonun ötesine geçmeyi başaran, eleştirilen yanları görmezden gelinirse keyifle seyredilebilecek bir çalışma. Özgün, sert, biraz ucuz numaralara başvuran ve görsel değeri yüksek bu sinema eseri görülmeyi (ve eleştirilmeyi) hak ediyor.

Sol Yurick romanını Sokrates’in öğrencisi de olan Yunan filozof Ksenofon’un “Anabasis” adlı eserinden esinlenerek yazmış. Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Kyros için savaşan paralı askerlerin öyküsünü anlatan bu antik dönem eserinden yola çıkan Yurick, “West Side Story” (“Batı Yakasının Hikâyesi”) gibi eserlerin romantikleştirdiğini ve yumuşattığını söylediği New York sokaklarını gerçek sertliği ile çıkarmayı hedeflemiş okuyucunun karşısına. Bu romandan uyarlanan film de sertlikten hiç sakınmayan bir içeriğe sahip ama özellikle son bölümlerinde eleştirdiği romantizme ve yumuşamaya saplanmaktan da kurtulamayan bir çalışma ve romanın derinliğini ve kimi temalarını da (aile, cinsellik vs.) bir kenara bırakmayı tercih etmiş.

Walter Hill’in filminin bugün en çok bilinenlerinden biri olmasa da bir kült olduğu söylenebilir rahatlıkla; video oyunlarına ve çizgi romanlara da konu olan filmin bu statüye kavuşmasını sağlayan ise Hill’in görüntü yönetmeni Andrew Laszlo ile birlikte yarattığı atmosfer ve zaman zaman bir Yunan trajedisini hatırlatan mizansen çalışması. Filmin Barry De Vorzon imzalı ve synthesizer ağırlıklı rock müziğinin de özgünlüğü ile katkı sağladığı bu atmosferi ve biçimsel unsurları en önemli kozu filmin. Açılış sahnesinden başlayarak, -sonlarda bir parça sıradanlaşır gibi olsa da- görsel başarısını hep koruyor Walter Hill. Bu açılışta karizmatik bir çete liderinin çağrısı üzerine bir parkta toplanmak için yola çıkan ve metro vagonlarına binen yüzlerce çete elemanını görüyoruz. Her bir çete kendilerine özel bir örnek “üniforma”ları ve dokuzar üyesi ile ve silahsız olarak (“Herkes gibi gideceğiz: Dokuz kişi ve silahsız”) parka doğru yaptıkları yolculuğu uzun uzun gösteriyor bize Walter Hill. Aralarından birinin, -işlemedikleri- bir cinayet nedeni ile diğer tüm çetelerin peşine düşeceği The Warriors olduğu bu çetelerin toplanmasını adeta bir müzikal (ve zaman zaman da bir dans) havasında çekmiş Hill; bildiğimiz anlamda, oyuncuların dertlerini şarkılarla anlatarak konuştuğu türden bir müzikal değil bu. Hill “West Side Story”nin tarzını daha gerçekçi bir biçimde ve çok daha sertleştirerek taşımış bu sahneye ve aslında filmin tümüne. “Batı Yakasının Hikâyesi”nde The Jets ve Sharks adındaki çetelerin kapışma yerlerine gittiği sahneyi hayal edin; onların şarkılarını söyleyerek yaptığı yürüyüşlerini çete sayısını ikiden yüze çıkararak, şarkıların yerine Barry De Vorzon’un müziğini koyarak ve yürüyüşlere metrodaki sahneleri ekleyerek yeniden yaratmış Hill. Filmin tümünde olduğu gibi, Freeman A. Davies, David Holden, Susan E. Morse ve Billy Weber’in eseri olan kurgu çalışmasının da göz doldurduğu bu açılış sahnesi teknik açıdan ve görsel olarak çok başarılı. Oyuncuların konuşma tarzları ve kamera kullanımı (bir trajedinin satırlarını okur gibi konuşmalar, çete üyelerinin konuşmalarının özellikle kopuk kopuk verilmesi, yüzlere odaklanan yakın plan çekimler vs.), bir belgesel havası da (hikâyenin tüm gerçekdışılığına rağmen) taşıyan bu açılışta kalabalık sahnelerin başarılı yönetimi ve özenli bir koreografinin varlığı da dikkat çekiyor.

Peşlerindeki yüzlerce çete elemanından kaçarak kendi bölgeleri olan Coney Island’a dönmeye çalışan The Warriors’ın dokuz elemanının bir gece boyunca süren hikâyesini anlatan film müzikten de biçimci ve akıllıca yararlanmış. Örneğin kaçışın başladığı anda Arnold McCuller’ın sesinden “Nowhere to Run”ı dinliyoruz ve kaçış boyunca yakın plan bir çekimde yüzünün alt yarısını gördüğümüz bir kadın DJ hem uygun şarkıları anons ediyor (dinleyicilere ve bize) hem de kaçan ve kovalayanlara mesajlarını veriyor ilginç bir şekilde.Orijinal müziği ve seçilen şarkıları ile ilginç bir soundtrack’i olan film çeteleri kıyafetleri ve silahları ile birbirinden farklı çizerek hayli renkli bir hava da yaratıyor. The Warriors’ın başlardaki ilk kapışmadan son ana kadar diğer çetelerle tüm yüzleşmelerini -zaman zaman hayli sertleşerek- tempolu ve gerilimli bir şekilde anlatan film çetelerin oluşumuna veya onları yaratan koşullara (ve elbette toplumsal düzene) hiç değinmiyor bir popüler film olarak (Walter Hill de zaten bu tür dertleri olan bir yönetmen değil pek); bunun yerine, belki dolaylı olarak bir analiz sayılabilecek bir şekilde, çete üyesi olmanın bu genç adamlara vazgeçilmez ve nerede ise kutsal bir kimlik kazandırdığını vurguluyor.

Filmin ana karakterlerinin biri hariç tümü erkek; kadın karakter ise hem zorlama görünüyor hem de gençlerin kendilerine dayatılan hayatlara isyanını oldukça yüzeysel ve ucuz bir biçimde dile getirmek için hikâyeye eklenmiş gibi duruyor. Son anlarında o ana kadarki biçimsel havasını ve orijinalliğini unutan ve “doğan güneş, okyanus kenarı, el ele tutuşma” gibi filme hiç uymayan klişelere başvuran çalışma, gerçeküstü (veya -olumlu anlamda- komik) sahneleri (örneğin beyzbolcular tarafından kovalanma) ve şiddete dozu kaçmış bir şehvetle yaklaşan ve koreografisi iyi düzenlenmiş kavga bölümleri (örneğin metro tuvaletindeki kavga) ile de ilgi çekebilir. Hikâyenin sonu ile filmin ne mesaj verdiğini anlamak ise hayli güç; zorlama görüntülerle, anlamsız ve temelsiz bir “dönüşüm”ü anlatıyorsa bu son, hiç doğru bir seçim olmamış kesinlikle. Hill’in sertliğe ve şiddete hiç eleştirel yaklaşmayan ve hatta onların tadını çıkarır görünen bu ilginç aksiyonu özgünlüğü ile ilgiyi hak ediyor özetle.

(“Savaşçılar”)

The Driver – Walter Hill (1978)

“Arkadaşın yok. Düzenli bir işin yok. Kız arkadaşın yok. Ucuz bir hayat sürüyorsun, asla soru sormuyorsun…evlat, çok kapalı bir hayat yaşıyorsun. O kadar kapalı ki başka hiçbir şeye yer yok. Ve bu gerçekten hüzünlü bir şarkı. Sorun şu ki, bu yıl hüzünlü şarkılar pek tutulmuyor. Belki de senin arkadaşın benim”

Soygunlarda sürücü olarak çalışan bir adam ve onu yakalamayı kafasına takan bir dedektifin hikâyesi.

Walter Hill’in yazıp yönettiği bir ABD yapımı. Yönetmenlik kariyerinin bu ikinci örneğinde anaakım sinemadan farklı bir denemeye girişmiş Hill ve film bugün nerede ise bir kült seviyesine ulaşmış olsa da zamanında özellikle ABD’de hem gişede başarısız olmuş hem de eleştirmenler tarafından beğenilmemiş pek. “Yaptığım her film bir western’di” diyen Hill burada da o türün havasını bir polisiyeye taşırken, her fırsat bulduğunda kovboy (country) şarkıları dinleyen ve dedektifin kovboy diye hitap ettiği sürücü karakteri ile de destekliyor bu durumu. Stilize bir üsluba göz kırpar gibi olan ama tam olarak bu türle de ilişkilendirmenin zor olduğu film, hikâyesini benzer filmlerin tüm süslerinden arındırarak bir saflığa ulaşmaya çalışan ve bunu kısmen de olsa başaran, tıpkı karakteri gibi soğukkanlı bir çalışma. Hill’in kariyerindeki tüm diğer filmlerinden ayrı bir yerde duran ve Amerikan sinemasından Fransız sinemasına yakınlığı ile dikkat çeken ilginç bir çalışma bu.

Kendisini kiralayan çetelere soygunun ardından kaçmaları için sürücülük yapan ve işinde usta bir adam “Sürücü”. Diğer tüm karakterler gibi o da tüm filmde sadece işi ile veya bir özelliği ile anılıyor ve ismini hiç duymuyoruz. Bu seçimi ile Hill sanki tek bir bireyden çok bir tiplemeyi anlatmaya soyunmuş gibi görünüyor ama öyle kendine has özellikleri olan biri ki Sürücü, bu tekilliği onu herhangi bir başka şeyin sembolü olmaktan uzak tutuyor. Hill 1975 tarihli ve ilk yönetmenlik çalışması olan “Hard Times – Çıplak Yumruk”ta olduğu gibi senaryoyu yine basit tutarken, bu kez bir adım daha ileri giderek nerede ise minimalist denebilecek bir hikâye anlatıyor seyirciye. Kelimenin tam anlamı ile “cool” bir karakter var karşımızda: Konuşmayı pek sevmiyor, amatörlerle çalışmıyor, yalnız bir hayat sürüyor, hiç arkadaşı yok ve silah kullanmıyor (ya da kullanmadığı düşünülüyor). Suçluları olay mahallinden kaçırırken gösterdiği sürücülük becerisi göz kamaştırıcı bir düzeyde. Her biri gösterişli ama gerçekçi olmayı da başaran ve etkileyici çekilmiş arabalı takip sahnelerinde başardıkları gerçekten müthiş. Yeteneğinden o derece emin ki becerisini sorgulayan iki suçluya kapalı bir katlı otoparkta yaptığı gösteri ile onları hem korkutuyor hem de akıllarını başlarından alıyor. Peşinde ise ona kafayı takmış bir “Dedektif” var. İşinde en iyisi olduğunu düşünen, peşine düştüğünü yakalamak için uygunsuz yollara sapmaktan çekinmeyen ve ekip arkadaşlarına da sık sık ukalalık eden bir polis bu. Hikâyenin bir üçüncü ana karakteri ise “Oyuncu” (ilk sahnesinde kumar masasında görüyoruz onu ve ismi de buradan geliyor) adı ile anılan bir kadın. Sürücü için sahte tanıklık yapıyor para karşılığı ve hikâye ilerledikçe ana karakterlerden de biri oluyor gelişmeleri etkileyecek şekilde.

Walter Hill bu çalışmasının esin kaynakları arasında ABD’li ressam Edward Hopper’ı ve Jean-Pierre Melville’in 1967 yapımı “Le Samouraï – Kiralık Katil” filmini gösterirken, kendi filmi de Nicolas Winding Refn’in 2011 yapımı “Drive – Sürücü” filmine ilham vermiş (Peter Labuza’nın Hill’in filmin görsel atmosferini kurarken Hopper’dan nasıl yararlandığını filmden kareler ve Hopper’ın tablolarını eşleyerek inceleyen ilginç bir incelemesi: https://labuzamovies.com/2013/03/11/hill-hopper-mann-a-study-in-stoicism/ ). Böyle bir “entelektüel” esinlenmenin peşine düşen Hill’in kariyerinde daha sonra ticarî sinemanın gerekliliklerine tamamen boyun eğmesi Amerikan sinemasının tüm yetenekleri ve yaratıcılıkları nasıl kendi kazanı içinde eritip, uysallaştırdığına iyi bir örnek olsa gerek. Peki, Hill böylesine iyi ve doğru bir niyetle yola çıkıyor ama nereye erişiyor? Görsel olarak gerçekten de, görüntü yönetmeni Philip H. Lathrop’un çalışması ile, ulaşlıan bir başarı var ortada: Yarı-soyut bir anlayışa göz kırpan, şehrin gecelerini ve soğukluğunu perdeye taşıyan, karakterleri dünyadan yarı-soyutlanmış bir halde sergileyen bir görselliği var filmin ve onu zaman zaman stilize bir üsluba sahip kılan da bu. Sorun, buna kesin olarak bir sorun denmeli mi emin değilim ama, filmin çekiciliğini azaltan bir sonuç verecek şekilde, Walter Hill’in farklı bir dil ve atmosfer arayışında sonuna kadar gitmemiş gibi görünmesi. Dolayısı ile film bir anaakım filmi için fazlası ile minimalist görünürken örneğin, özellikle minimalizmin hedeflendiği bir eser için de fazlası ile “normal” duruyor. Bu durum da sonuç olarak, özellikle ticarî ama sıkı bir aksiyon/polisiye bekleyenler için hayal kırıklığı yaratabilir ki filmin gişe başarısızlığını da açıklayabilir bu.

Sürücü karakterinde bu tür bir rolde görmenin pek beklenmediği Ryan O’Neal yer almış. O ve Oyuncu’yu canlandıran Fransız Isabelle Adjani duygulara ve mimiklere gem vurulmuş, bilinçli bir soğuklukla oynuyorlar ve filmin biçimsel anlayışına ve yaratılmak istenen atmosfere uygun bir performans sunuyorlar. Ne var ki tam da bu nedenle iki oyuncunun performansının sıradan seyircinin gözünde fazlası ile ham ve duygusuz görünme riski de var açıkçası. Dedektif’i oynayan Bruce Dern’in performansı ise zıt bir uçta duruyor; onun duyguların ve düşüncelerin çok daha fazla açığa vurulduğu performansı alışılagelen bir oyunculuğa daha yakın duruyor. Sinemanın gelmiş geçmiş en soğukkanlı karakterlerinden birini (kendisine doğrultulan, hatta ateşlenen silah olduğunda bile kılı kıpırdamayan bir karakter bu, özellikle “Durma, çek tetiği” sahnesinde tanık olduğumuz gibi) canlandıran Ryan O’Neal belki sinemanın en yetenekli oyuncularından biri değil ama buradaki “durgunluğu” bilinçli bir tercihin sonucu ve yönetmenin amaçlarına da uygun.

Tüm takip sahnelerinin göz doldurduğu, büyük bir depo içinde arabaların birbirini sessizlik içinde takip ettiği sahnede yaratılan orijinal gerilimin dikkat çektiği, karakterlerin geçmişleri ve özel hikâyeleri hakkında pek bir şey söylenmediği halde bunun bir problem yaratmadığı film görsel atmosferi ile yakaladığı başarıyı hikâyesinde de gösterebilse ve Sürücü ile Dedektif arasındaki mücadeleyi daha güçlü kılabilse, muhtemelen -ticarî sinemadan bu kadar uzak durmasına rağmen- seyirciden daha fazla ilgi görürdü. Yine de sadece Hill için değil, Amerikan sineması için de farklı bir deneme bu ve ilginç baş karakterinin “sessiz çekiciliği” ile görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

(“Sürücü”)

The Long Riders – Walter Hill (1980)

“Yeni bir çete kuracağız, eskisinden de iyi olacak. Şimdi pes etme! Nehri aşalım yeter, eve varalım yeter”

Banka soyguncusu Jesse James ve çetesinin hikâyesi.

Bill Bryden, Stacy Keach, James Keach ve Steven Smith’in orijinal senaryosundan Walter Hill’in yönettiği bir A.B.D. yapımı. Hayatı defalarca sinemaya ve televizyona aktarılan Jesse James’in ve çetesinin bu hikâyesi 1980 yılında Cannes’da Altın Palmiye için de yarışmıştı. Sinemada son olarak 2007’de Andrew Dominik’in başarılı filmi “The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford” ile karşımıza gelen James ve çetesinin bu hikâyesinin bu son yapımdan temel farkı sadece Jesse James’i değil, çetenin hemen tüm üyelerine odaklanması ve tümünün kişisel hikâyelerine yer vermesi. Walter Hill klasik bir western yaklaşımının yerine, becerikli çekilmiş ve estetik değeri yüksek “aksiyon” sahneleri oluşturmaya ve belki ondan da önce etkileyici bir dramatik çatı kurmaya çalışmış. Kahramanlarına bir parça sempati ile baktığını gizlemeyen film, bu çabalarında tamamen olmasa da ilgi uyandırmayı başaran bir sonuca ulaşmış görünüyor. “Esprileri komik ve kurşunları gerçek” bir film yapmayı hedeflediğini söylemiş yönetmen Walter Hill ve bunu da başarmış görünüyor; özellikle kurşunlarının hayli “gerçek” olduğu söylenebilir rahatlıkla. Buna karşılık filmin dramasının bir parça dağınık olduğunu -ve onca karakterin tümüne birden ağırlık vermesi nedeni ile- karakterlerinin yeterince derinliğine ele alınamadığını da söylemek gerekiyor.

Filmi bir ilişkiler hikâyesi olarak tanımlamak mümkün: Çetenin üyelerinin birbirleri ile, sevdikleri kadınlar ve aileleri ile ilişkileri filmi klasik bir western’den farklı bir noktaya taşıyor ve hikâyenin yeterince derinleşememiş bir dram filmi ile çekici bir görselliği olan bir western (aksiyon ve şiddet dolu) filmi arasında gidip gelmesini sağlıyor. Önce bir televizyon dizisi olarak çekilmesi düşünülen filmdeki bir diziye çok daha yakışacak karakter bolluğu hikâyenin dram anlarının genellikle yüzeysel kalmasına neden olmuş görünüyor. Oysa hikâye boyunca sık sık vurgulandığı gibi aile bağlarının çok önemli olduğu, tıpkı bir mafya hikâyesinde görebileceğimiz gibi bireylerin arasında güçlü bir dayanışmanın olduğu bir bölgede geçiyor film. Tam da bu öğesine yakışan bir şekilde ilginç ve çekici bir tercihi olmuş filmin oyuncu seçiminde: Çetenin üyeleri olan kardeşleri gerçek hayatta da kardeş olan oyuncular oynamışlar. Jesse ve Frank James’i James ve Stacy Keach; Cole, Jim ve Bob Younger kardeşleri David, Keith ve Robert Carradine; Miller kardeşleri ise Dennis ve Randy Quaid canlandırmışlar. Filme ve gerçek hikâyeye damgasını vuran “I shot Jesse James – Jesse James’i vurdum” sözünün sahibi Robert Ford ve kardeşi Charlie Ford rollerinde de yine bir kardeş ikili var: Nicholas ve Christopher Guest. Bu tercihin filme tarihî bir önem kattığını ve hikâyenin “gerçek”liğini arttırdığını söylemek mümkün kesinlikle.

Ry Cooder’ın başarılı müzik çalışması ve Rick Waite’in görüntüleri de Walter Hill’in dram ve aksiyon hedefleri açısından kesinlikle doğru seçimler olmuş gibi görünüyor. Her ikisinin de -açılış sahnesinin iyi bir örneği olduğu gibi- karakterlerin suçlu yönünden çok, insan yönünü vurguladığı filmin temelede birer suçlu olan bu kişilere hayli sempati ile yaklaştığını söylemek gerekiyor. Çetenin peşine düşen Pinkerton dedektifleri ise aksine soğuk karakterler olarak çiziliyor genellikle. Hemen hiç eleştirel yaklaşılmayan kahramanlar filmin tüm sıcak anlarının da başrollerinde yer alıyorlar: Aşkları, dostlukları ve esprileri hikâye boyunca karşımıza gelip duruyor. Dolayısı ile başlarına gelenleri de önemsiyor ve başta Jesse James olmak üzere karakterlerin sonuna tarihten ya da pek çok filmden aşina olsanız bile merak ediyorsunuz. Bu “sempatik kılma” işlemi elbette dikkat edilmesi ve tuzağına düşülmemesi gereken bir yanı hikâyenin.

Sık sık karakterlere yakın planlarla yaklaşan filmde yavaşlatılmış gösterimler de dikkat çekiyor. Özellike çatışma sahnelerinde etkileyici bir şekilde kullanmış Walter Hill bu yavaş gösterimle karşımıza gelen anları ve kimi olayların beklenmedikliği ile de desteklemiş bu bölümleri. Filmin övgüyü hak eden bir yanı da, hikâyede (ve muhtemelen gerçekte olan bitende de) pek doğrudan yönlendiriciliği olmasa da kadın karakterlerin ihmal edilmemiş olması ve hikâyenin “erkek” havasının sertlik içeren sahnelerinin dışındaki dramatik yaklaşımına uygun bir atmosfer yaratılması. Hill ayrıca başta ters giden banka soygunu sahnesi olmak üzere teknik açıdan aksamayan bir film çıkarmış karşımıza ve andığım bu sahnenin ses ve görüntü kurgusunda olduğu gibi çekici anlar yaratmayı başarmış. Sonuç olarak, karşımızdaki bir modern western ve türün gizemli havasından nasiplendiği gibi dramını da ihmal etmemiş. Başta David ve Keith Carradine olmak üzere oyuncuların da keyif verdiği çalışma süresi için uzun bir hikâyeyi ve fazla sayıda karakteri ele almasından dolayı zaman zaman bir boşluk veya atlama hissi verse de ve karaktererlerini hak ettikleri kadar derinleştiremese de kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Yazının başında adı geçen Andrew Dominic filminin hem biçimsel açıdan hem de içerik olarak gerisinde kalsa da, ticarî sinemanın kalıpları içinde kalarak da sinema değeri olan filmler çekilebileceğinin kanıtlarından biri aynı zamanda.

(“Uzun Sürücüler”)