Everything You Always Wanted to Know About Sex * But Were Afraid to Ask – Woody Allen (1972)

“Son kitabımı okudunuz mu? Adı: Geliştirilmiş Cinsel Pozisyonlar ve Bunları Gülmeden Başarmanın Yolları”

Woody Allen’ın gözünden, seks hakkında hep merak edilen ama sormaya utanılan yedi sorunun hikâyesi.

A.B.D.li David Reuben’in ilk basımı 1969 yılında yapılan ve yetişkinler için bir el kitabı olarak hazırlanan aynı isimli kitabından uyarlanan bir film. 100 Milyon adetten fazla satılan kitabı bildiğimiz anlamda uyarlamaktan çok parodisini yapmayı tercih etmiş Woody Allen ve ortaya zaman zaman kabalığın sınırlarında dolaşan ve kimi anlarında da bu sınırı geçen, ama eğlendirmeyi ve güldürmeyi de başaran bir film çıkmış. Yedi ayrı hikâyeden oluşan ve bu hikâyelerden her birinde seks ile ilgili cevabı merak edilen yedi ayrı sorunun kendince cevabını veren Allen’ın filmi tabuların üzerine gitmekten çekinmeyen içeriği, zengin oyuncu kadrosu, Allen’ın kendine özgü mizahını ve karakterini yansıttığı senaryosu ve elbette adı ile yarattığı merak duygusu sayesinde görülmeyi hak eden bir çalışma.

Allen, David Reuben’in kitabını uyarlamaktan çok, bir çıkış noktası olarak ele almış; bunun için de hemen sadece kitabın adını ve içindeki soruların başlıklarını almakla yetinmiş. Reuben’in hiç sevmediğini söylediği ve “her bir bölüm, kitaptakinin tam tersi olacak biçimde, bir cinsel başarısızlığı anlatmış” cümlesi ile eleştirdiği filmin, Allen’ın Reuben’den “intikam”ı olduğu da söyleniyor. Reuben kitabının tanıtımı için katıldığı bir televizyon programında ünlü sunucu Johnny Carson’ın “seks pis bir şey midir” sorusunu cevaplarken Allen’ın “Take the Money and Run” filmindeki bir espriyi (“Evet, seks pis bir şeydir, eğer doğru yapıyorsanız”) Allen’ın adını hiç anmadan kullanınca, karşılık olarak da Allen’ın bu filmi çektiği söyleniyor. Sekiz bölüm olarak çekilse de bunlardan biri için içine sinen bir son oluşturamayınca, Allen filmini yedi bölüm olarak çıkarmış vizyona. Bu bölümler sırası ile şu isimleri taşıyorlar: 1) Afrodizyaklar işe yarar mı? 2) Sodomi Nedir? 3) Neden Bazı Kadınlar Orgazm Olmakta Zorlanırlar? 4) Travestiler Eşcinsel midir? 5) Cinsel Sapkınlıklar Nelerdir? 6) Cinsellik Konusunda Araştırma Yürüten Klinik ve Doktorların Bulguları Kesinlikle Doğru mudur? 7) Boşalma Sırasında Neler Oluyor?

Senaryo ve yönetmenliğin yanısıra filmin dört bölümünde (1, 3, 6 ve 7 numaralı bölümler) oyuncu olarak da yer alan Woody Allen’ın filmdeki dikkate değer başarılarından biri biçimsel açıdan giriştiği deneme ve bundan çoğunlukla yüz akı ile çıkması. Her bir bölümü farklı müzik tercihlerinin de desteği ile farklı bir türün özellikler ile oluşturmuş Allen. Örneğin ilk bölüm bir Ortaçağ “erotik” masalı havası taşırken, Pasolini’nin İtalyan yazar Boccaccio’nun romanı “Il Decameron”dan uyarladığı aynı isimli filmindeki hikâyeleri hatırlatıyor bize; bir başka ifade ile söylersek bir Pasolini havası var bu bölümde. Üçüncü bölüm ise yine İtalyan sinemasına, ama bu kez Antonioni’nin hikâyelerine göz kırpıyor ve onun mizanseninden çağrışımlar içeren yönetmenlik çalışması ile destekliyor bu havayı Allen. Altıncı bölümde ise bir korku filmi atmosferi içinde başroldeki John Carradine’ın (ve elbette Vincent Price’ın) filmografisindeki filmlere epey bir yakınlığa sahip olan ve baş karakterlerinden birinin de Carradine’ın (vePrice’ın) can verdiği tipik karakterlerden esinlendiği bir hikâyeyi seyrediyoruz. Son bölümde ise bilim kurgu türünde geziniyor hikâye ve karakterlerin “doğaları” gereği taşıdığı beyazlıkları ile Kubrick’in “2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Yolu Macerası”na göndermede bulunuyor Allen.

Açılış ve kapanış jeneriğini tavşan görüntülerine eşlik eden Cole Porter şarkısı “Let’s Misbehave” ile yapan filmde hikâyelerin arasına serpiştirilmiş Allen esprileri dikkat çekiyor. Örneğin ilk bölümde Allen’ın oynadığı soytarı, her ne kadar çok uğraşsa da bir türlü güldürmeyi başaramıyor saray halkını ama “Kralın formda kalmak için yaptığı egzersizi biliyorsunuzdur: Köylüyü vergilendirmek” gibi bizi güldüren sözler sarf edip duruyor. Bu bölümün hikâye olarak Hamlet’ten de ilham aldığını söyleyelim bu arada. Soytarının trajik sonu ile biten hikâye bu karakterin kraliçeyi baştan çıkarmak için afrodizyaklara başvurmasından (ve bölümün adında sorulan soruya da “evet, afrodizyaklar işe yarar” cevabını bulmasından) sonra yaşananları anlatırken bize. zaman zaman kabalaşıyor ama çok da rahatsız etmeden yapıyor bunu. Kaldı ki filmdeki kimi diğer bölümler ile kıyaslandığında, bu bölüm en edepli olanlarından biri sıfatını alabilir rahatlıkla.

İkinci bölümde, koyununa aşık olan ama bir süredir aynı ilgiyi görmediği için onunla birlikte Amerika’ya doktora gelen ve yardım isteyen Ermeni bir çobanın ve doktorun hikâyesini seyrediyoruz. Bu bölüm özellikle doktoru oynayan Gene Wilder’ın müthiş oyunculuğu ile parlarken, rahatsız edici olabilecek bir hikâyeyi eğlendirerek anlatmayı başarıyor. Wilder’ın özellikle çobanın problemini ilk duyduğu andaki sessiz tepkisi çok iyi ve hikâye boyunca gayet ciddi bir görünüm sergileyen Wilder kesinlikle bu bölümü tek başına bile ilginç kılıyor. Hikâyedeki skandala doktorun da karışması ve finaldeki yün şampuanlı espri gibi öğeleri ile Allen bu bölümde hayli eğlenceli anlar yaratıyor diyebiliriz rahatlıkla.

Üçüncü bölümde karakterlerini İtalyanca konuşturuyor Allen ve kadının bir türlü orgazm olamaması sorununu çözmeye çalışan bir çifti anlatıyor bize. Buradaki mizansen anlayışı Michelangelo Antonioni’nin “bunalımlı çağdaş bireyler”in hikâyelerini anlattığı filmleri ile sıkı bir benzerlik taşırken, hikâye kamuya açık yerlerde seks (kilise de dahil buna) teması üzerinden ilerliyor ve kimi anlarında bir başka İtalyan sinemacı olan Fellini’ye göndermeler de içeriyor (erkeğin danıştığı rahip ile olan sahnelerinde olduğu gibi). Dördüncü bölüm gizli gizli kadın kıyafetleri giymekten hoşlanan bir adamın bir talihsizlik sonucu yakalanmasını trajikomik bir hikâye ile anlatıyor bize ve özellikle bu adamı oynayan Lou Jacobi’nin kadın kıyafetleri içine girdiği andaki dizginleyemediği coşkusu ile epey güldürüyor seyirciyi. Beşinci bölümde Amerikan televizyonlarındaki yarışmaların formatları ile eğleniyor Allen ve “sapkınlığı tahmin etme” oyunu üzerinden epey dalgasını geçiyor televizyonla ve toplum ile.

Altıncı bölüm bir korku filmi havasında ve o filmlerin estetiğini kullanarak (sis, gizemli bir havası olan büyük ev ve tipik bir çılgın bilim adamı karakterini de (John Carradine oynuyor bu rolde) ihmal etmeden) finalde dev bir kadın memesine karşı verilen mücadeleyi anlatıyor ve kaba ama eğlendirici olmayı başarıyor. Dev memenin ortalığı yıkıp geçmesi ve sonuçta dev bir sütyen sayesinde tuzağa düşürülerek yakalanmasını anlatan final, hikâyenin kabalığı ve komikliği için yeterli bir gösterge olsa gerek. Son bölüm ise seks ve boşalma sırasında bir erkeğin vücudundaki hemen tüm organların çabasını ve “mutlu bir son” için gösterdikleri olağanüstü mücadeleyi anlatırken hem görsel hem sözel olarak kırıp geçiriyor ortalığı. “Tedirgin sperm”, “siyah sperm” gibi karakterler ve kimi sözlü müstehcen esprileri ile bu bölüm filme sıkı ve keyifli bir kapanış sağlıyor.

Allen’ın filmi kimi tabu konulara serbest bir stil ve dalgacı bir tavırla el atarken, Reuben’in aksine soruları cevaplamanın ve toplumu aydınlatmanın peşine düşmüyor; filmin tek derdi, toplumun cinsel merakları ve bu konulardaki baskılar ile dalga geçmek ve bu arada da eğlendirmek seyredeni. Bunu da başarıyor ve açıkçası görülmeyi de kesinlikle hak ediyor. Yukarıda adı anılanların yanısıra, Burt Reynolds, Tony Randall, Anthony Quayle, Louise Lasser ve Lynn Redgrave gibi oyuncuların varlığını da ek bir zenginliği olarak analım filmin.

(“Seks Hakkında Sormak İstediğiniz Her Şey”)

To Rome with Love – Woody Allen (2012)

“Tanrım, oğlan komünist, babası cenazeci! Annesi de cüzzamlılarla mı ilgileniyor peki?”

Roma’da yaşayan veya orayı ziyaret edenlerin yaşadıkları komik ve romantik olayların hikâyesi.

Woody Allen’ın şehirlere adanan hikâyelerinden kendisine Roma’yı konu alan ve A.B.D., İspanya ve İtalya ortak yapımı olarak çekilen, 2012 yapımı filmi. Tüm karakterlerini peş peşe tanıttığı hafif ve eğlenceli giriş sahnelerinden sonra hep bu şekilde ilerleyen, Roma (ve İtalya) hakkındaki klişe fikirlerden bolca ve yine eğlenceli biçimde yararlanan bu çalışma bundan daha öteye de gidemeyen bir çalışma. Altı yıl aradan sonra Allen’ın oyuncu olarak da yer aldığı film dört farklı hikâye anlatıyor bize ve hiç çakıştırmadığı ve birbirinden bağımsız olarak ilerleyen bu hikâyelerde derinlere hiç inmeden hafif havası ile ilgiyi ayakta tutmaya çalışıyor ve başarıyor da açıkçası, ama Allen’dan -haklı olarak- daha fazla beklentisi olanları yeterince tatmin etmekte de zorlanıyor açıkçası. Diyalogları tipik Allenvari içerikteler ve güldürüyorlar (veya gülümsetiyorlar) ama bir şekilde daha önce işitilmiş duygusunu da yaratıyorlar.

Amerikan, İtalyan ve İspanyol oyuncularla dolu zengin ve başarılı bir kadro, Roma’nın turistik yerlerini de ihmal etmeyen “sıcak” görüntüler ve Allen’ın aşina olduğumuz kaleminden çıkan eğlenceli diyaloglar… Domenico Modugno’nun sesinden dinlediğimiz “Nel Blu Dipinto di Blu (Volare)” adlı şarkı ile açılan ve kapanış jeneriği ile birlikte aynı şarkının enstrümantal bir yorumunu dinlediğimiz film, kendi canlandırdığı da dahil olmak üzere tipik Allen karakterlerini getiriyor karşımıza dört farklı hikâye ile. Bir Amerikalı turist kız ile bir İtalyan mimarın içine ailelerinin de katıldığı hikâyeleri, yıllar önce yaşadığı Roma’ya şimdi bir turist olarak gelen bir mimar adamın kendisi gibi Amerikalı genç bir mimarlık öğrencisi ile karşılaşması ve ona aşk hayatı ile ilgili akıl verirken yaşananlar, küçük bir kentten zengin akrabalarının yanında çalışmak için Roma’ya gelen genç bir İtalyan çiftin başına gelenler ve birdenbire ve nedenini anlayamadığı bir şekilde kendisini ünlü biri olarak bulan sıradan bir İtalyan memurun değişen hayatı… Bu hikâyeleri romantik komedi diyebileceğimiz, hatta hayli edepli cinsinden bir seks komedisi olarak da nitelenebilecek bir tarzda anlatıyor Allen bize. Her hikâyenin içinde bir aşk ve seks unsuru bir şekilde yer buluyor kendisine ve 1970’lerin seks komedilerini hatırlatan hikâyeler eğlendiriyor seyirciyi. Ne var ki daha fazlasını bekliyorsunuz Allen’dan ve pek de karşılanmıyor bu beklenti açıkçası.

Darius Khondji Roma’dan şehrin sarı rengine yakışan sıcak renklerin eşlik ettiği güzel görüntüler yakalamış ve bu “seks komedisi”ni hayli estetik kılmış. Kamera Trevi Çeşmesi’nden İspanyol Merdivenleri’ne ve Kolezyum’a turistik noktaları sık sık getirirken karşımıza filmin kusurlarından birini de söylüyor bize: Roma veya İtalyan olmakla ilgili klişe ne varsa hepsine bir şekilde uğruyor Allen. Evet, tüm bunları estetiği yüksek ve eğlenceli bir şekilde yapıyor ama Allen’dan bir şehire aşkla ithaf edilen bir film için o şehirle ilgili kendisine özgü yeni şeyler bekliyorsunuz ve işte bunu bulamıyorsunuz. Baş karakterlerden birinin komünist olmasından o karakterin anne ve babasının “tipik İtalyan” özelliklerine veya İtalyanların eğlenceli ve hayli hareketli bir şekilde konuşmalarına kadar ne geliyorsa aklınıza hepsi burada. Hatta ünlü tenor Fabio Armiliato’nun canlandırdığı -ve sadece duştayken bile olsa- müthiş aryalar söyleyen sıradan bir İtalyan karakter bile var filmde. Özellikle İtalyan karakterlerin tamamı sanki 1970’li yıllarda çekilmiş ve romantizme ve cinselliğe göz kırpan İtalyan komedilerinden fırlamış gibi. Bunu ille de olumsuz bir anlamda almak gerekmiyor elbette; sonuçta eğleniyorsunuz ama yeterince orijinal değiller beklentinizin aksine.

Tüm karakterler Allen’ın kaleminden çıktığı çok açık olan diyalogları ile filme ilgiyi ayakta tutuyorlar hikâye boyunca. Yukarıda belirtildiği gibi klişe anların içinde olsalar da Allen’ın kıvrak kalemi onları seyirci için (özellikle ille de orijinallik peşinde olmayanlar için) çekici kılmaya yetiyor. Onları seyrederken sanki Allen karakterlerin her birine kendi kişiğilinden bir parça katmış gibi hissediyorsunuz; espriler, tepkiler, romantik sözler vs. hep Allen’ın sinemadaki karakterlerinden biri konuşuyor gibi düşünmenize yol açıyor. Bu olumlu bir durum ama hikâyelerin yeterince güçlü olmaması ve sanki Allen’ın yeterince olgunlaştıramadığı (ya da belki buna gerek duymadığı) bir senaryo ile çalışmış görünmesi zarar veriyor filme sonuç olarak. Hikâyelerden birinin (Amerikalı mimar ve Roma’da karşılaştığı genç mimar arasında geçenleri anlatan) diğerleri kadar eğlenceli veya ilginç olmadığını ve filmin genelindeki zorlama anların pek çoğunun burada yer aldığını da söyleyelim. Sıradan memurun hikâyesi ise oyuncusunun performansı ile ayakta duruyor ve adeta Allen’ın kendisine hemen hiç malzeme vermediği Roberto Benigni kendisini fazla gösterişli bir şova zorlamak durumunda kalıyor.

Zengin bir oyuncu kadrosunun çekicilik sağladığı, gereğinden fazla hafif ve gereğinden fazla tanıdık gelen bir hikâyesi olan filmin adının iddia ettiğinin aksine Roma’yı yücelttiğini söylemek de zor. Bir yıl önce çektiği “Midnight in Paris – Paris’te Geceyarısı” filminde Paris için yapabildiğini bu filmde Roma için yapamamış Woody Allen sonuç olarak. Yine de kusurlarına rağmen, eğlendiriyor ve hiç yormuyor seyircisini ve belki tam da bu hafifliği nedeni ile ilgiyi hak ediyor.

(“Roma’ya Sevgilerle”)

Midnight in Paris – Woody Allen (2011)

midnight_in_paris“Burada kalırsak, burası senin şimdiki zamanın olur ve kısa bir süre sonra senin altın çağının başka zamanlar olduğunu düşünmeye başlarsın. Şimdiki zaman yeterince tatmin edici değil çünkü hayat tatmin edici değil”

Romancı olmaya çalışan bir senaristin, nişanlısı ve ailesi ile geldiği Paris’te kendini şehrin 1920’li zamanlarında bulmasının hikâyesi.

Woody Allen’den Paris’e, sanata ve sanatçılara adanmış bir aşk filmi. ABD’li yönetmenin 2011 tarihli filmi Paris’e ve Paris ile birlikte akla gelen her şeye yazılmış bir aşk mektubu ve böyle bir mektubu okumaktan hoşlanacakların özellikle bayılacağı bir film. Her karesi ile adeta bir aşk dizesi yazan film bir yandan nostaljik bir çalışma ama öte yandan nostalji kavramı üzerine de düşünmeye çağırıyor seyircisini. İçinde bulunduğu zamanın öncesinde yaşamayı düşünenler için özellikle çok çekici olan çalışma hikâyesi boyunca karşımıza getirdiği onca ünlü sanatçı ile de dikkat çekiyor. Öte yandan hikâyenin geçmiş dönemin bu ünlü isimleri arasında dolanırken zaman zaman dağıldığını da söylemek gerekiyor. Çok başarılı senaryosu ve Allen’ın damgasını açıkça taşıyan diyalogları bu durumun üzerini örtüyor neyse ki ve ortaya kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma çıkıyor.

Açılış jeneriklerinden önce karşımıza gelen altmış adet Paris görüntüsü ile görsel açıdan seyirciyi “büyüleyerek” başlıyor film ve Owen Wilson’ın adeta Woody Allen’ı canlandırdığı senarist karakterinin seyirciyi daha ilk göründüğü (ve hatta sesinin ilk duyulduğu demek gerekiyor çünkü Wilson’ın ses tonu ilk anda Allen’ı duyduğunuzu sanacak kadar onunkine benziyor) andan itibaren yanına çekebilmesi ile de bu büyüsünü çoğunlukla koruyor. Paris’te yaşamak isteyen romantik ve nostaljik senarist ile onun gerçekçi ve tam bir Amerikalı olan nişanlısının birbirlerinden bu kadar farklıyken nasıl bir arada olduklarının tatmin edici bir açıklaması olmasa da hikâyenin kimi güçlü anları bu farklılıktan yola çıkılarak yaratıldığı için affedilebilir gibi görünüyor. 1920’lerin Paris’inde yağmurlu bir günde yaşamak isteyen adam ile Cumhuriyetçi Parti’nin en sağ kanadında yer alan bir ailenin kızı olan nişanlısının ilişkisinin gerçekçiliğine pek takılmamış görünüyor Woody Allen ve belki de kahramanının aslında ne yapmak, nasıl yaşamak istediğini daha iyi göstermesini sağlayacak bir unsur olarak kullanmayı tercih etmiş bu ilişkiyi. Adamın 1920’lerin Paris’ine karışmasını sağlayan gece yürüyüşlerini nişanlısına da yaptırmak istediği ama başaramadığı hayli hüzünlü sahne bu düşünceyi destekliyor örneğin.

Ernest Hemigway’den F. Scott Fitzgerald’a Jean Coucteau’dan Cole Porter’a Picasso’dan Dali’ye insan ruhunu zenginleştiren o başyapıtları yaratan ve yolu Paris’den geçen sanatçılar hikâye boyunca karşımıza gelip dururken, Woody Allen’ın onlara ve eserlerine aşina olanları ödüllendirdiğini söylemek gerekiyor. Geçmişe giden kahramanımızın onlarla her konuşması (İspanyol yönetmen Luis Buñuel’e “El Ángel Exterminador – Yokedici Melek” filmi için fikri kahramanımız veriyor örneğin!) ve tüm bu sanatçıları küçük anekdotlarla karşımıza getiren anları, senaryonun “entelektüel” yanını zenginleştirdiği gibi onlara ilgi duyan seyirciyi de tıpkı kahramanımız gibi bu sanatçıların gerçekten yaşadığı zamanlara götürüyor ve filmi hayli eğlenceli kılıyor. Owen Wilson’ın içine düştüğü bu zaman kayması ve bu kaymanın onu parçası yaptığı müthiş anlar karşısında dehşetli bir mutluluk yaşayan karakterini canlandırırken ortaya koyduğu performansın da artırdığı bir eğlence bu. Şaşkınlılığının bir parça gereğinden fazla erken kaybolması senaryonun bir sorunu ama oyuncu çok başarılı rolünde ve sanırım Allen’ın tam da seyirciye hissettirmek istediği düşüncenin, “kim yaşamak istemez ki o altın çağda”, doğmasını kolaylaştıran en önemli unsurlardan biri oluyor.

Elbette bol konuşmalı olan ama Allen’ın usta diyaloglarının bunu olumlu bir duruma çevirdiği film hayli parlak bir kadro barındırıyor ve Wilson’a eşlik eden Rachel McAdams, Michael Sheen, Carla Bruni, Tom Hiddleston, Kathy Bates, Marion Cotillard, Léa Seydoux ve Adrien Brody gibi isimler hikâyenin onca farklı karakterini canlandırdıkları irili ufaklı rolleri ile göz dolduruyorlar. Darius Khondji’nin parlak görüntü çalışması ki Paris’ten hoşlanmayanları bile ona aşık edecek bir görsel şiir yaratıyor kesinlikle ve Allen’ın akıllıca seçtiği şarkılar hikâyenin bir süre sonra monotonluğa kaymasını da engelliyorlar. Allen’ın hikâyeye kattığı kimi küçük eğlenceli anlar da benzer bir olumlu etkiye sahip. Müstakbel kayınpederin tuttuğu dedektif, kahramanımızın Fitzgerald’ın eşi Zelda’nın intiharına engel olması veya sahafta bulduğu bir günlükte geçmişteki kendisininden söz edilmesi gibi unsurlar Allen’ın kıvrak zekâsının ve yaratıcılığının örnekleri olarak dikkat çekiyorlar. Herkesin daha önceki bir dönemde yaşamanın özlemini duyduğunu, bunun da nedeninin hangi çağda olunursa olunsun şimdiki zamanın tatmin edici olmaması (çünkü hayat tatmin edici değil) olduğunu söyleyen ve bunu bir parça gereğinden fazla ders veren bir tavırla ifade eden film, yaşadığımız zamanı değil ama başka pek çok şeyi değiştirebileceğimizi de yine fazlası ile naif bir bir şekilde vurguluyor ama romantizmi ve komedisi ile filme yakışan bu mesaj çok da rahatsız etmiyor.

Hikâyenin tüm derdini özetleyen bir sahne ile (Paris’te bir geceyarısı ve yağmur altında aşık bir çift) biten film, görüntü yönetmeni Khondji’nin sıcak renkleri (özellikle sarı) tercih ettiği görüntü çalışması, karşımızdaki eser aslında ağırlıklı olarak bir fantezi olduğu halde mizanseni ile bunu değil romantizmi öne çıkaran Woody Allen’ın doğru tercihi, zaman zaman tadı fazla kaçar olsa da “tatlı” havası ve Paris’e adanan ve ona lâyık olmayı başaran bir aşk şiiri olabilmesi ile ilgiyi kesinlikle hak ediyor ve özellikle “eski güzel günler”in özlemini duyan herkes tarafından görülmesi gerekiyor.

(“Paris’te Gece Yarısı”)

Broadway Danny Rose – Woody Allen (1984)

Broadway Danny Rose“Bu fotoğrafta da Judy Garland ile beraberim. Resmin biraz dışında kalmışım; açıyı biraz daha geniş tutsalardı ben de girecektim resime”

Bir sanatçı menajerinin, yeniden meşhur etmeye çalıştığı bir şarkıcı ve onun metresi ile uğraşırken yaşadıklarının hikâyesi.

Woody Allen’ın komedisi, hüznü, dinamizmi ve çarpıcı senaryosu ile, filmografisinin en parlak örneklerinden biri. Allen senaryosunu da yazdığı filmde başrolü Mia Farrow ve Nick Apollo Forte ile paylaşıyor ve ortaya seyri kesinlikle çok keyifli bir sonuç çıkarıyor. New York’a, tiyatroya, sanata, komedyenlere ve tüm sanatçı menajerlerine adanmış bir aşk hikâyesi diye özetlenebilecek film, hiç aksamayan hikâyesi, hemen tümü hikâyenin gelişimi ile uyumlu esprileri ve aralıksız konuşan karakterinin çekici komedisi ile kesinlikle görülmesi gereken bir sinema eseri.

Siyah beyaz olarak çekilen film sohbet eden bir grup komedi sanatçısını getiriyor karşımıza ve yine onların görüntüsü ile biterken arada da bu komedyenlerin birinin ağzından sanatçı menajeri Danny Rose’un başından geçen komik bir hikâyeyi anlatıyor bize. Zaman zaman anlatıcı olarak arada sesini duyduğumuz bu kişi ve gruptaki diğer tüm sanatçılar, Woody Allen’ın onlara nasıl bir sevgi ile yaklaştığını net bir biçimde anlayacağımız şekilde getiriliyorlar karşımıza. Birlikte gülen, eğlenen ve eski günleri anan bu komedyenler üzerinden sanatlarına duyduğu aşkın hikâyesini anlatıyor adeta Allen. Kendisinin canlandırdığı ve gerçek hayattaki menajeri ve yapımcısı olan Jack Rollins’ten yola çıkarak yarattığı Danny Rose karakteri de bu aşkın bir sembolü tüm o sanat ve sanatçı dünyası için. Küçük bir menajer Danny Rose ve bir parça ünlenen tüm sanatçılarının kendisini terk etmesinden yakınıyor hep. Uzun zaman önce listelere giren bir albüm yapmış ama şimdi “zamanı geçmiş, egosu büyük, sinirli ve ayyaş” olan bir şarkıcıyı önemli bir programa çıkarmaya çalışırken, bir yandan da onun metresi ve devreye giren mafya ile de uğraşmak durumunda kalan bu hüzün veren ama hayli sevimli karakterde Allen yine bir parça kendisini oyunuyor elbette ve aralıksız konuşur ve en zor durumlarda bile esprilerini art arda sıralarken çok ama çok eğlendiriyor. Allen, anlatıcı karakterini de dozunda ve doğru anlarda kullanarak hem hikâyenin daha rahat akmasını hem de bu karakterin de komedinin parçası olmasını sağlıyor.

Yaptıkları sohbet ile Danny Rose’u bize anlatan komedyenleri kendilerini oynayan sanatçıların canlandırması filme sıkı bir gerçekçilik havası katmış kuşkusuz. Bu sanatçılar dışında, Milton Berle, Joe Franklin gibi isimler yine kendilerini oynarken, Sammy Davis Jr. da bir tören geçidinde kısa bir süreliğine karşımıza geliyor. Allen karakterini tam da olması gerektiği gibi oynamış: Komik, manik ve hüzünlü. Nerede ise hiç susmadan konuşurken bir an bile yormuyor dinamikliği ile ve bunda da senaryonun karakterine bağışladığı sevimlilik ve mizah duygusunun yanısıra, elbette Allen’ın performansının da ciddi bir payı var. Tekrar ünlü yapmaya çalıştığı şarkıcı rolünde karşımıza çıkan Nick Apollo Forte de bir bakıma kendisini oynuyor ve filmin komedisine önemli bir katkı sağlıyor. Hikâyenin büyük bir kısmında güneş gözlüklerini hiç çıkarmadan oynayan Mia Farrow da tam bir “Allen kadını” olan karakterinde çok başarılı. Tüm bu oyuncular, senaryodaki hem anlık esprileri ve komik sahneleri (örneğin Allen ve Farrow’un mafya tarafından birbirlerine bağlandıkları sahne veya helyum gazının neden olduğu komik anlar) hem de tüm bir hikâyede uyum içinde hareket eden birbirinden farklı öğeleri ustalıkla aktarıyorlar seyirciye. Hikâyeye hayli uygun seçilmiş müziklerin sevimliliği ve enerjisi, Allen’ın kariyerinde yazdığı en komik ve etkileyici karakterleri ve özellikle meşhur olmaya çalışan ve tuhaf yeteneklerini pazarlamaya çalışan karakterler üzerinden daha da belirgin kılınan hüznü ile “hoş” ve önemli bir film bu. Final tam da olması gerektiği gibi; bir sahnede Allen’ın karakterinin söylediği gibi (“Hayat felsefem nedir biliyor musun? Eğlenmek önemlidir ama biraz acı da çekmelisin. Aksi takdirde hayatın anlamını kaçırırsın”) bir film bu ve kesinlikle görülmeli. Gordon Willis’in parlak görüntü çalışması, oyuncularının karakterlerini tüm tuhaflıklarına rağmen olağanüstü bir doğallıkla canlandırması ve Susan E. Morse’un temposunu hiç yitirmeyen kurgusunun da zenginleştirdiği bu filmi, alçak gönüllü bir başyapıt olarak nitelendirmekte hiçbir sakınca yok.