“Bir pehlivana yakışmaz hırsına kapılmak. Pehlivan olacaksan, evvela bunu belleyeceksin”
Bir yandan Libya’ya çalışmaya gitmenin yollarını arayan, diğer yandan yağlı güreşlerde para kazanmaya çalışan işsiz bir adamın hikâyesi.
12 Eylül’ün ülkenin tüm kurumlarına yaptığı gibi sinemasının da üzerinden silindir gibi geçtiği 1980’li yıllarda zor durumdaki Türkiye sinemasının kıpırdanışının izlerini taşıyan filmlerden biri. Ülkenin içinde bulunduğu o kara yılların gerçeklerinden –sansür nedeni ile- söz edilemeyen filmin hikâyesi ekonomik sıkıntı içindeki bir adamın çıkış yolu arayışlarını anlatırken iki yan konuyu daha gündemine alıyor; değişen dünyada geleneklerin –burada yağlı güreş- yeniliklere –burada futbol- yavaş yavaş boyun eğişi ve Almancılar’ın ne orada ne burada yapamamaları. 1990’da senaryosunu yazdığı ve yönettiği ilk ve tek filmi “Camdan Kalp” ile sinemamıza sıkı bir eser armağan eden ve 1980’li yıllarda tümü belli bir düzeyi tutturmuş dört filmin de (“Faize Hücum”, Bir Yudum Sevgi”, “Pehlivan” ve “Ses”) senaryosuna imza atan Fehmi Yaşar’ın bu hikâyesini Zeki Ökten yönetmiş. Kahramanımızı canlandıran Tarık Akan’a babasını canlandıran amatör oyuncu dışında sıkı bir oyuncu kadrosu da eşlik etmiş. Berlin’de Altın Ayı için yarışmaya kabul edilen ve Tarık Akan’a Berlin’de Altın Portakal kazanmasını da sağlayan başarılı performansı nedeni ile özel bir mansiyon getiren film, bugün eli yüzü düzgün ve mütevazi koşullarına uygun bir mütevazi başarısı olan bir çalışma görünümünde daha çok ve kimi zayıflıkları da bünyesinde barındırıyor ne yazık ki.
Tarık Öcal’ın filmin iklimine uzak düşen müziği eşliğinde anlatılan filmin kusurlarından başlayalım öncelikle. Belki hikâyenin dramatik öğelerinin filmin süresi için yeterli olmamasından belki Ökten’in vurgulama telaşına kapılmasından kimi sahnelerin gereksiz uzadığı dikkat çekiyor öncelikle. Kırkpınar güreşlerinden çekilen gerçek görüntülerin uzatılması bir nebze anlaşılabilir belki ama Akan’ı güreşirken seyrettiğimiz ilk sahne veya kendisini çalıştıran eski bir güreş ustası ile yaptığı antrenmanlar örneğin uzadıkça uzuyor ve bu sahnelerin ne sinemasal yetkinlikler açısından ne de hikâyenin gelişimi açısından kayda değer bir yanları var. Deniz kenarındaki eğlenti sahnesi de içerdiği kimi anlamlara rağmen o derece uzun olmayı hak etmiyor açıkçası. Filmin kurgu açısından da sıkıntılı olduğunu söylemek gerek. Çatışmalı anların eksikliği nedeni ile dramı sık sık aksayan bir film için kurtuluşu olabilecek final sahnesinde kahramanımızın güreş sahnesi görüntülerini anlamsız bir şekilde kesecek bir kurgu ile diğer güreşçilerin görüntüye gelmesini anlamak pek mümkün değil. Kırkpınar’dan aktarılan gerçek görüntüler de daha çok kamera “oraya gitmiş ve çekmiş” gibi görünüyor ve adeta kurgulanmamış gibi duruyor.
Zeki Ökten’in kimi tercihleri de filme pek yaramamış gibi. Akan’ın yavaşlatılmış görüntülerle verilen antrenman koşuları tıpkı aynı yıl çekilen Şerif Gören’in “Kurbağalar” filmindeki Talat Bulut görüntüleri gibi olmamış bir estetik denemenin örneği görünümünde. Yağlı güreşin veya tıpkı onun gibi değişen dönemin koşullarına yenik düşen esans satıcılığının yavaş yavaş siliniyor olmasının hüznünü veya güreşi popülerliği ile ezip geçen futbolun öne çıkışını da sinemasal olarak etkileyici bir şekilde aktardığını söylemek zor filmin.
Sesli çekilmemiş olması nedeni ile özellikle ortam sesleri konusunda sıkıntıları olan filmi tüm bu kusurlarına rağmen yine de 80’li yılların elle tutulur örneklerinden biri kılan başka bazı özellikleri var neyse ki. Oyunculuklar ile başlamak gerekirse, Tarık Akan aldığı ödülleri hak eden bir performans ile karakterinin yılgınlık ve umut arasında gidip gelen ruh halini somut kılmayı başarıyor. Eşini canlandıran Meral Orhonsay belki öne çıkmayan ama Akan’a iyi bir destek sağlayan bir iş çıkarmayı başarmış görünüyor. Yaşlı babayı canlandıran amatör oyuncu Ahmet Kayışkesen ve menejer/cazgır rolündeki Erol Günaydın aksamazken, asıl parlayan isimler her ikisi de çok genç yaşta ölen Yavuzer Çetinkaya ve Yaman Okay oluyor ve sağlam karakter oyunculuklarının bir filmi nasıl sırtlanabileceğinin örneğini oluşturuyorlar. Her ne kadar sinemasal açıdan yeterince işlenemiş olsalar da değişen dünyada eski kalanların neden olduğu hüzün ve baş karakterimizin çıkışsızlığı da filmi ilgiye değer kılıyor. Hikâye modern dünyada önemini kaybeden “milli sporumuz” güreşin yerini “gâvur icadı” futbolun aldığını gösterirken, anlamsız bir milliyetçiliğin veya gelenek övgüsünün peşine düşmemekle de çok doğru bir iş yapıyor; film sadece gösteriyor ve kızgınlığı değil ama hüznü, seyredenin yaratmasını sağlıyor. Tüm bunlara bir de Alamancı’nın yürek burkan kaybolmuşluk duygusunu hissettiren yan hikâyeyi ve bu Alamancı rolü ile parlayan Yavuzer Çetinkaya’yı eklemeyi unutmamalı elbette.