“Annem fasulye kırıyordu. Otur, dedi. Sobanın yanına otur, dedi. Artık okula gitmeyecekmişim. Okul yok, dedi. Öyle karar almışlar babamla. Evlenecekmişim. İyi bir kısmet, dedi. Sıkıntı çekmezsin, dedi. Kırdı fasulyeleri, tek tek kırdı. Bir kez olsun yüzüme bakmadı. Devam etti fasulyeleri kırmaya. Bakmadı bana. Bana bakmadı. Bir kez bakmadı!”
Farklı sınıflardan iki kadının, görünenin aksine, kadınlar üzerindeki aynı toplumsal baskının kurbanı olmalarının hikâyesi.
Yeşim Ustaoğlu’nun yazdığı ve yönettiği Türkiye, Almanya, Fransa ve Polonya ortak yapımı bir film. Altın Portakal’da yönetmen ve kadın oyuncu, Altın Lale’de ise bu iki ödülün yanında müzik ödülünü de kazanan film Ustaoğlu’nun yönetmen olarak en parlak çalışmalarından birini gösterdiği bir yapıt. Biri psikiyatrist, diğeri okulundan koparılarak çok genç yaşta evlendirilen bir kadın olan iki karakter üzerinden Türkiye’de kadınların sevgisiz ilişkilerin ve toplumun eril bakışının kurbanı olmasını ve erkek egemen bir dünyada ikinci sınıf görülmelerinin sonuçlarını anlatan film tam da bu özetin karşılığı olması açısından belki çok yeni şeyler anlatmıyor ve sinemamızın en parlak örneklerinde bile zaman zaman kendisini gösteren “artistik” görünme çabasından sıyrılamamış görünüyor. Buna karşılık Ustaoğlu’nun yalın ve olgun sineması, Ecem Uzun’un performansı ve meselesinin, tüm yakıcılığı ile ülkenin genlerine yerleşmiş bir sorun olması nedeni ile önemli bir yapıt bu.
“Tereddüt” Kültür Bakanlığı’ndan da destek alarak çekilmiş bir film ve ülke tarihinde modernite açısından en geride olan bir hükümetin bakanlığının bu desteğinin “karşılıksız” kalması mümkün değil elbette. Bugünlerde “Kurak Günler” filmi üzerinden Emin Alper’in karşı karşıya kaldığı maddî baskının (bakanlık katkısını iade etmesinin istenmesi) bir benzerini Ustaoğlu da yaşamıştı 2016’da. Bir cinsellik sahnesi yüzünden filmin vizyona ancak +18 sınırı ile çıkmasını şart koşmuş bakanlık ve bunun sonucu olarak da katkısının iadesini istemiş; bu yüzden o sahne kesilerek çıkılabilmiş gösterime. İşte bu baskının bir başka türlüsünü, ama sonuç olarak “iktidarı” (gücü, bir başka ifade ile söylemek gerekirse) elinde tutanın diğerlerinin yaşama koşullarını dilediği gibi belirleme hakkının kendinde görmesini anlatıyor Ustaoğlu’nun filmi. Çok farklı sınıflardan iki kadının hikâyelerini izliyoruz: Şehnaz Sakarya’da bir hastanede psikiyatrist olarak çalışmaktadır, mimar olan kocası ise İstanbul’dadır; evlilikleri görünürde yolundadır ve cinsel hayatları da mesafe problemini aşmanın aracı olarak yoğundur. Elmas ise kendinden büyük bir erkekle evlendirilmiş ve ergenliğinin/gençliğinin tüm arzularını bastırmak zorunda olduğu bir hayatın içinde bulmuştur kendini. Elmas’ın yaşadığı trajik bir olay birinin doktor, diğerinin hasta olarak aynı hikâyede buluşmalarına yol açacak ve sonuç -belki- her ikisini de değiştirecektir.
Filme uluslararası pazarlar için “Clair Obscur” adı verilmiş. “Işık ve gölge sanatı”, “resimde ve doğada ışık ve gölge oyunu” gibi bir karşılığı var bu ifadenin dilimizde. Bir sahnede Şehnaz’ın kendisi ile aynı hastanede çalışan bir erkek doktora gözlerinin tuhaflığından; birinin aydınlık, diğerinin karanlık olmasından bahsetmesi herhalde aynı resim içinde ışıkla gölgenin birlikte olması üzerinden filmin adına bir gönderme olarak kullanılmış. Gerçi bu erkeğin karakterinde böyle bir ikiliğin herhangi bir işareti yok ama sanırım senaryo bu ikili hâli genel olarak erkekliğin doğası için kullanıyor ve kadının eşi ile doktoru aynı erkeğin iki farklı yüzü olarak görmemizi istiyor. Aslında filmi Şehnaz’ın ve Elmas’ın iki farklı hikâyesi olarak değerlendirirsek, Şehnaz’ınki bir parça zayıf kalıyor ikna edicilik açısından. Şehnaz ve eşinin aralarındaki mesafeyi aşma aracı olarak kullandıkları cinsellik ve ikisi arasında hikâyenin ilk yarısında izlediklerimiz, alta yatan derin bir probleme yeterince güçlü bir şekilde işaret etmiyor açıkçası ve Elmas’ın hikâyesine tanık olan Şehnaz’ın sonraki eylemlerinin bu tanıklıktan etkilenmesi pek de doğal görünmüyor. Sanki Ustaoğlu’nun senaryosu, modern ve üst sınıftan bir kadının da erkek egemen bir toplumda alt sınıftan kadınlarınkinden -düşünülenin aksine- pek de farklı olmayan baskıların kurbanı olduğunu vurgulamak için yaratmış bu hikâyeyi ama çok da yeni şeyler söylememesi ve sınıf meselesini tamamen dışlaması zayıflatmış filmi. İki kadının eşleri ile olan cinsel ilişkilerinden sonraki mutsuzlukları/tatminsizlikleri bu açıdan çok daha doğru bir unsur olarak gösteriyor kendisini. Aslında iki karakterin hikâyelerin nasıl sonuçlandığı, daha doğrusu bu kadınların önlerinde hangi seçeneklerin olabileceği gerçeği, sınıf meselesinin de dile getirilen problemin önemli bir parçası olduğunun kanıtı.
Şehnaz’ın farklı hastalarla olan sahnelerini (kadın bedenine sahip olmaktan mutsuz olan genç kız, hayvanlara zarar veren küçük çocuk vs.) hikâyesinin tam anlamı ile parçası yapamamış senaryo. Eğer bu sahneler taşradaki baskıcı ortamın işareti olarak düşünülmüşse, çok da bunu desteklemiyorlar içerikleri ile. Bu açıdan asıl işleve Elmas’ın sahneleri sahip; bu sahneler kadının her yalnız kaldığında adeta bir özgürlük sembolü olarak sigaraya sarılması, penceresinden diğer hayatları gözetlemesi ve içine zorla atıldığı evliliğindeki mutsuzluğu üzerinden doğru saptamalar ve Ecem Uzun’un güçlü performansı ile filme önemli birer değer katıyor. Elmas’ın kocasının Şehnaz’ınkinin aksine kötücüllükten uzak, ortalama bir erkek olarak çizilmesi de Elmas ile ilgili hikâyenin daha doğal ve güçlü olmasını sağlıyor ve örneğin Şehnaz ile doktor arasındaki sahnedeki “entelektüel” diyalogların aksine çok daha sahici duruyor. Ustaoğlu, Şehnaz’ın Elmas’ı geçmişteki travmaları ile yüzleştirdiği uzun terapi sahnesini her iki kadının da kendi geçmişleri/hayatları ile yüzleşmesinin aracı olarak kullanıyor ve bir ölçüde de hedefine ulaşıyor ama sahnenin gereksiz uzunluğu ve hikâyenin geneline uymayan bir şekilde provokatif olması doğru tercihler olmamış. Kaldı ki hiçbir psikiyatrik (ya da psikolojik) seans sonuca bu derece kolay ulaşamıyor olsa gerek.
Ecem Uzun filmin en başarılı performansını gösteriyor Elmas rolünde. Bunda sadece senaryonun ona sağladığı “şov” imkânının payı yok; oyuncunun, en ufak bir aksamanın kolaylıkla abartılı bir sonuç yaratabileceği zor bir rolün üzerinden ustaca kalkması başarısının asıl faktörü. Şehnaz’ı oynayan Funda Eryiğit ise senaryonun sıkıntısını yaşıyor ve genellikle donuk bir oyunculuk gösteriyor. Erkek karakterlerin ise -bilinçli bir tercihin sonucu olarak- yeterince derinlikle ele alınmadığı filmin Michael Hammon’ın imzasını taşıyan görüntüleri filmin adına uygun bir şekilde gölgeleri ve aydınlığı akıllıca kullanması ile dikkat çekiyor. Evinin kapısını açan bir kadının içinde adeta kaybolduğu parlak ışık veya fırtınalı denizdeki koyu dalgaların yine hayli parlak kıyılara vurması yaşanan hayatlar ile yaşanması gerekenler arasındaki zıtlığın da dışavurumu oluyor adeta.
Sınıf meselesini tamamen dışlamasının doğru bir seçim gibi görünmediği filmin “her şeyin politik olduğu” gerçeğini bu yüzden atlıyor olmasını da eksiklikleri arasına ekleyebiliriz. Yine de, kusurlarına rağmen, Türkiye’nin gerçekleri açısından kesinlikle önemli bir film çekmiş Ustaoğlu. OECD ülkeleri arasında kadınların şiddete maruz kalması açısından birinci sırada olan bir ülkede -açılış sahnesine gönderme yaparak söylersek- kadınların nefessiz kaldığını ve başlarını suyun üzerine çıkarabilmeleri için gidilecek çok yol olduğunu hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı bu; sonuçta kadın bedenini ve kadın haklarını iktidarının en önemli araçlarından ikisi olarak kullanan bir zihniyetin yıllardır hâkim olduğu bir ülkede yaşıyoruz.