“Kibir, kesinlikle en sevdiğim günah”
Başarılı ve hırslı bir yerel avukatın, New York’taki büyük bir şirket ve onun gizemli patronundan aldığı teklif ile değişen hayatının hikâyesi.
Andrew Neiderman’ın romanından Jonathan Lemkin ve Tony Gilroy tarafından uyarlanan, Taylor Hackford’un yönettiği, Al Pacino’nun döktürdüğü bir Hollywood işi. Şeytan ve tanrı, kibir ve diğer günahlar, iyi ile kötü, bir parça gizem ve sürpriz, tıkır tıkır işleyen bir anlatım ortaya seyri keyifli ve ticarî sinemanın kalıplarına sıkı sıkıya bağlı bir anlatım dili ile de rahatça takip edilebilen bir film koymuş. Görsel efektlerin ve artistik tercihlerin yerli yerinde göründüğü film, sinema tarihindeki kimi filmlerden (kötülüğün kaynağı şeytanı ve hukuk sistemini konu alan filmler bunlar) esinlenmiş görünen yapısı ile belki çok orijinal bir içeriğe sahip değil ama izlenmeyi de hak ediyor, sıkı bir eğlencelik olarak.
ABD’nin en nefret edilen meslek gruplarından biri olduğu söylenir avukatlığın ve bu bir çeşit Faust hikâyesi olan film konu edindiği mesleği doğru seçmiş görünüyor bu nedenle. Müvekkilinin suçlu olup olmadığından bağımsız olarak, hatta suçlu olduğunu bildiği zaman bile başarı hırsı ve kapıldığı kibir ile hepsini beraat ettirmeyi başarmış bir küçük şehir avukatının yeteneklerini “şeytanî” bir gücün emrine vermesini konu alıyor hikâye ama Faust’ta olduğunun aksine şeytanla bilerek yapılan bir pazarlık yok burada; bir başka deyişle başarı karşılığında şeytana ruhunu satmıyor avukatımız, şeytanın onun kibirini kullanmasına tanık oluyoruz sadece. Hikâye, evet bir iyi ile kötü çatışması sunuyor ama bildiğimiz anlamda değil bu da; kötü ile kötülüğe direnen bir yarı-iyinin çatışması bu daha çok ve doğrudan iyi ile kötünün karşı karşıya gelmesini sağlayacak dindar anne karakteri -neyse ki- bu anlamda kullanılmıyor. Onca Amerikan filminde gördüğümüz ve hakkında kendi ülkemizdeki -varlığı tartışılır- hukuk sisteminden çok daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Amerikan hukuk sistemine mahkemeleri, jürileri, yargıçları, sanıkları ve avukatları ile bir kez daha tanığı olduğumuz hikâye bu açılardan bakıldığında temel olarak yeni olan tek bir şey getiriyor karşımıza: Senaryonun teması gereği altını biraz kalın çizgilerle çizdiği şey bu ve avukatların nasıl da kötülüğün/adaletsizliğin aracı olabileceğini gösteriyor bize. Bir başka deyişle ortada şeytanın kendisi olmadığı zaman bile, Amerikan sisteminde bu işin şeytanî bir yanı var anlaşılan. TRT’nin siyah beyaz zamanlarındaki unutulmaz dizisindeki “Avukat Petroçelli” değil bu avukatlar.
Keanu Reeves’in kariyerindeki iyi performanslarından birini sergilediği filmde yan oyuncular da rolleri için doğru seçilmiş görünüyorlar kesinlikle. Filmin yıldızı ise elbette Al Pacino. Neden Tanrı’nın değil de kendisinin insanın yanında olduğunu anlattığı uzun konuşması başta olmak üzere, onun için özel yazılmış gibi duran (ve herhalde yapımcıların da Oscar’a göz kırptıkları) sahneleri ile film boyunca döktürüp duruyor ve final hariç, abartılı mimiklerle başvurmadan kötülüğün somutlaşmış halini sergiliyor bize. Pacino’nun karakterinin adını aldığı şair John Milton’ın “Paradise Lost” şiirinden bir dize olan “cennette hizmet etmektense, cehennemde hüküm sürmek” sözü, şeytanın insanları zaafları üzerinden sömürerek onlara hüküm sürmeyi/iktidarı vaat vettiği bu hikâyenin derdini anlatmak için iyi bir seçim olmuş. Şeytan onlara “iktidar”ı sunarken, kötülüğün kazanması ve yayılması için onların yeteneklerini kullanıyor ve son karede gördüğümüz gibi, bu hedefine ulaşmak için çaba harcamaktan asla vazgeçmeyeceğini söylüyor bize film.
Din olgusunun kullanımında kimi Hollywood işi muhafazakâr numaralara başvurmaktan çekinmiyor film. Genç avukatının annesinin saf dindarlığı, karısının bunalım anında kiliseye sığınması vs. tipik örnekleri bu yaklaşımın ama neyse ki bunların dozunu abartmamış senaryo ve ortaya “Hıristiyanlık şeytana karşı” olarak özetlenecek bir ucuz numara koymamış. Başta Pacino’nun tuhaf ofisindeki duvar heykelleri olmak üzere görsel efektlerden ustaca yararlanan film, efektlerin sade ve alçakgönüllü kullanımı ile doğru bir tercihte bulunmuş. Avukatın eşinin bunalıma gidişini yeterince iyi ve gerçekçi kılamamak, metro vagonunda gizli bir davanın bağıra bağıra tartışılması (bağıra bağıra olması gerekiyor, böylece Pacino daha gösterişli bir performans gösterme şansına sahip oluyor çünkü) gibi gerçekçilikten uzak ve yine Al Pacino için tasarlandığı fazlası ile belli olan ve bu yüzden uzaması ve sarkması pek umursanmamış görünen sahnelere sahip olmak gibi problemleri olan film, Pacino’nun şov sahnelerinin yanısıra, Hackford’un usta bir yönetmenlik gösterdiği kimi sahneleri ile de dikkat çekiyor. Kısa süren, dar bir mekanda geçen ve altı oyuncunun birden ustaca bir mizanseni canlandırdığı asansör önü sahnesi örneğin, kesinlikle çok başarılı. Bruno Rubeo’nun set tasarımları özellikle sadeliğin önde olduğu yerlerde çok etkileyici ve Andrzej Bartkowiak’ın görüntüleri de minimalizmin içinden şeytansı yanları çıkartıp sergilediği anlarda doruğuna çıkan bir beceri örneği. James Newton Howard’ın müziği de hikâyeye uygunluğu ile dikkat çekiyor ve öne çıkmadan görüntüleri destekliyor.
İyi ile kötü arasındaki savaşın insanın iradesi üzerinden yürüdüğünü söyleyen film, özet olarak Hollywood ustalığının örneklerini içeren iyi bir eğlencelik. Yukarıda belirttiklerimin yansıra, görsel becerinin başka diğer örneklerine de sahip olan film, bir aşk sahnesinde kimliklerin karışmasını etkileyici şekilde sergileyen ustalıklı kurgusu ve gerilimini adım adım inşa etmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.
(“Şeytanın Avukatı”)