“Senin değil, bizim bebeğimiz o”
Din ağırlıklı ve faşizan uygulamalar ile yönetilen bir ülkede, başkalarının adına doğum yapması için köle olarak kullanılan bir kadının hikâyesi.
Kanada’lı yazar Margaret Atwood’un ödüllü romanından yapılan bir uyarlama. Kameranın arkasında Alman yönetmen Volker Schlöndorff yer alırken, senaryo İngiliz yazar Harold Pinter’ın imzasını taşıyor. Müzikler Japon besteci ve oyuncu Ryûichi Sakamoto’ya ait ve baş rollerde Natasha Richardson’dan Faye Dunaway’e, Aidan Quinn’den Robert Duvall’e ve Elizabeth McGovern’den Victoria Tennant’a zengin bir kadro yer almış. Tüm bu önemli isimlerin katkıda bulunduğu film Berlin Film Festivali’nde yarışmış olmasına rağmen sinemasal açıdan yeterince doyurucu olmayan ve konusunun derinliğini perdeye aktaramayan bir çalışma olarak kalmış.
Yakn bir gelecekte geçen filmde, bugünkü ABD topraklarında kurulu Gilead Cumhuriyet’inde yaşanıyor hikâyemiz ve geçmişte yaşanan yoğun kirlilik nedeni ile kadınların doğurganlıklarının çok düştüğü ve iktidarın başta din olmak üzere çeşitli baskı araçlarını kullanarak ülkeyi faşizan bir şekilde yöneten güçlerin elinde olduğu bu ülkede doğurganlığı olan kadınların köle olarak kullanılmasını anlatıyor temel olarak. İktidara karşı savaşan “teröristler” nedeni ile sürekli bir savaş ortamının bulunduğu ülkede film temel olarak kadın bedeni üzerine açıyor tartışmayı. Bedenin doğurganlık özelliği nedeni ile bireye değil topluma (ve aslında iktidara) ait olduğunu savunan yönetimin, evlilik dışı sekse, eşcinsellere ve dine inanmayanlara karşı açtığı savaş ve zencilere, eşcinsellere ve yoksullara karşı gösterdiği ırkçı yaklaşımın alegorisi olan romanın/filmin anlattığı bu toplumun sıraladığım kimi özellikleri günümüz Türkiye’sini hayli çağrıştırıyor olsa gerek. Özellikle de son kürtaj tartışmalarında kimi yöneticilerimizin kadının bedeninin kendisine olduğu kadar hatta ondan da fazla topluma ait olduğunu söylediklerini hatırlarsak, bu çağrışım oldukça gerçekçi duruyor.
Baskı altındaki toplumlarda, mutlaka bir düşmanın olduğu (veya yaratıldığı) ve bu düşman üzerinden toplumun faşizm ile yönetilmesinin doğrulandığı ve elbette bu tür toplumlarda özgürlükleri kısıtlanan ilk gruplardan birinin kadınlar olduğu bildik özellikler kuşkusuz. Film tüm bunları ve daha fazlasını hikâyesi boyunca gösteriyor, anlatıyor ve vurguluyor. Ne var ki filmin temel kusuru da tam da burada ortaya çıkıyor.Toplumdaki farklı sınıfların farklı “üniformalar” giyiyor olması, diyaloglar üzerinden tüm faşizan söylemlerin sürekli dile getirilmesi veya “hizmetçi” olmak üzere yetiştirilen kadınların yatakhanesindeki düzen ve disiplinin görsel karşılığı olarak yüzlerce yer yatağını hizalanmış olarak gösteren ve aslında etkileyici bir geometrik biçim içeren sahne gibi öğeler tüm bu anlatılanların sinemasal açıdan çarpıcı olmasını sağlayamamış. Harold Pinter’ın anlaşmazlıklar nedeni ile adının çekilmesini istediği ve sahiplenmediği senaryo, fazlası ile mekanik bir biçimde ilerliyor ve hedeflenen “karanlık” atmosferi yaratma becerisini yeterince gösteremiyor.
Filmde “yumurtalıkları çalışır durumda olduğu için” öldürülmeyip hizmetçi olarak yetiştirilen bir lezbiyen olan Moira’yı canlandıran Elizabeth McGovern başarılı oyunu ile öne çıkarken, Natasha Richardson filmin baş karakterini duygularını dizginleyerek (ve iyi ki öyle yaparak) canlandırmayı tercih etmiş ve bu şekilde karakterinin yaşadığı dehşeti, korkuyu, umudu ve giriştiği mücadeleyi inandırıcı kılmayı başarmış. Onun görüntüsü ile kapanan filmin finalinin biraz fazla donuk olduğunu ve hikâyeye görsel gücü yüksek bir kapanış sağlayamadığını da söylemek gerek. Aslında Schlöndorff genel olarak tüm filmi de biraz “donuk” yönetmiş gibi ve hikâyenin seyirciyi sarmalamasına izin vermemiş. 1981-1989 arasında ABD’yi yöneten ve 60’larda başlayan liberalizmin sonuçlarına (siyahlara, kadınlara ve eşcinsellere sağlanan haklar vb.) tepki olarak doğan “Yeni Sağ” politikaların uygulayıcısı Ronald Reagan’ın iktidarı döneminde yazılan romandan, onun iktidarı bir başka muhafazakâr isme (baba Bush) bırakmasından hemen sonra çekilen filmin seyirciye aktarmaya çalıştığı paranoyalar hayli anlaşılır şüphesiz bu tarihsel perspektif düşünüldüğünde. Toplumun elit kesimlerinin halka yasakladıklarını (moda dergileri, çılgın partiler vs.) kendilerinin yapıyor olması da bu tür baskı toplumlarının tipik ikiyüzlülüklerinden biri olarak kendisini gösteriyor filmde. Özetle, zengin bir kadrodan çıkan ama donukluğu üzerinden atamamış bir film karşımızdaki. Öyle ki hikâyenin çağrıştırdığının aksine sık sık gerilim ve heyecanın eksikliğini hissediyorsunuz. Kullanılan görsel semboller de (üniformalar, renkler veya içinde göz olan piramit sembolü vb.) bu donukluğu gidermeye yetmemiş ama yine de anti-faşizan ve ondan da çok feminist söylemleri ile ilgiyi hak eden ve Atwood romanını okumaya teşvik etmesi ile de önem kazanan bir film bu.
(“Hizmetçinin Öyküsü”)