“Kendimi gülünç duruma düşürmeye başladığımda, beni durdurabilecek fazla bir şey yoktur. Sonunun nereye varacağını bilseydim, bu işin başlamasına izin vermezdim… aklım başımda olsaydı yani. Ama onu bir kez gördükten sonra bir süre kendime gelemedim”
Büyülendiği çekici bir kadının daveti üzerine katıldığı bir yat gezisinden sonra kendini bir cinayete karışmış olarak bulan bir denizcinin hikâyesi.
Kült film tanımını kesinlikle hak eden bir klasik. Sherwood King’in “If I Die Before I wake” adlı romanından uyarlanan filmi Orson Welles yazmış ve yönetmiş, başrolü de o tarihte evli ama boşanmak üzere olduğu Rita Hayworth ile paylaşmış. 1946’da çekilse de 1947’e kadar gösterime sokulmayan filmin hem Hayworth hem de Welles için farklı nedenlerle de olsa “farklı bir film” olduğu kesin. Hayli “ucuz” bir hikâyesi olan filmin bu farklılığı ve başta finaldeki “aynalı oda” sahnesi olmak üzere epey ilginç kimi sahneleri bugün onu bilinen ve sevilen (ve sevilmese bile tartışılan) bir kült esere dönüştürmüş durumda. Her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken bir çalışma bu ve sinemaya birbirinden farklı yaklaşımları olan sanatçılar bir araya geldiğinde ortaya çıkabilen tuhaf ama çekici örneklerden biri kesinlikle.
Ayrıksı ve yetenekli sanatçı Orson Welles 1946 yılında, Jules Verne’in “Around the World in 80 Days” adlı romanını müzikal olarak sahneye uyarlamakla uğraşırken yaşadığı finansal sıkıntıyı aşmak için yapımcı Harry Cohn’u arar ve göndereceği para karşılığında hiçbir ücret almadan onun bir filminin senaristliğini, yönetmenliğini ve başrolünü üstlenmeyi önerir. Kafasında bir film fikri olduğunu da söyler ve o sırada tesadüfen gördüğü Sherwwod King romanının (hiç okumadığı ve sadece kapağını gördüğü bir kitaptır bu) adını söyler. Welles filmin çıkış noktasını böyle anlatıyor ama yapımcı William Castle’ın kızı romanı babasının Welles’e gösterdiğini ve Castle’ın yöneteceği bir film için Cohn’a iletmesini istediğini anlatmış. Hangi hikâye ne kadar doğrudur bilinmez ama sonuçta filmin hikâyesinin hayli “ucuz” türden olması en azından Welles’in kitabı bilinçli olarak seçmediğini gösteriyor bize. Sonuçta ortaya çıkan film gişede başarılı olmadığı gibi, yapımcılar filmin hikâyesini o derece karışık bulmuş ve o yıllarda sinemanın en gözde isimlerinden biri olan Hayworth’ın kariyerine zarar vereceğinden o denli korkmuşlar ki Welles’in bitmiş olarak teslim ettiği filmin nerede ise 1 saatlik kısmını kesmişler. Filme müdahaleleri bununla da sınırlı kalmamış yapımcıların; Welles’i Hayworth’ın çekiciliğini vurgulayacak yakın planlar çekmeye de zorlamışlar ve hatta -gerçekten de epey eğreti duran ama bir yandan da filmin tuhaflığına uyan bir sahnede- Hayworth’a Anita Ellis’in sesi ile bir şarkı da söyletmişler. Welles’in Hayworth’ın kızıl rengi ile tanınan saçının rengini açtırmasının ve kısalttırmasının da filmin gişede başarısız olma nedenlerinden biri olarak kabul edildiğini de -en azından Hollywood’dakilerce- söyleyelim filmle ilgili son “magazin” notu olarak.
Tüm kusurları ile bu filmin nasıl bir klasik olabildiğini açıklamak zor aslında. Sonuçta -elbette kısaltılmış olmasının da sonucu olarak- çok dikkatli olmayan bir seyirci için karışık bir hikâyesi var filmin ve zekî görünen bir adamın, içine çekildiği tuzağı bizden daha geç fark etmesi çok da inandırıcı değil. Welles’in anlatıcı olarak, her zaman pek de gerekli görünmeyen bir şekilde konuşup durduğu ve bolca diyalogun da epey konuşmalı kıldığı bir film bu üstelik; zaman zaman sessizliği özletiyor size hatta. Açılıştaki “parkta saldırı” sahnesi de vasat ve ucuz bir Hollywood filmini hatırlatıyor ve sonrası için çok şey vaat etmiyor gibi. Ne var ki tam da bütün bu örnekler bir yandan da filmin çekiciliğini açıklıyor bize. Hikâyenin karışıklığı bir eğlence halini alabiliyor seyirci için ve Welles’in anlatıcı olarak tam da “ucuz roman”lardan fırlamışa benzeyen açıklamaları bu eğlencenin dozunu artırıyor ve kendinizi açılış sahnesinin havasının da desteklediği bu ucuz roman atmosferi içinde buluyorsunuz. Bu atmosfere kendinizi bıraktığınız anda da film sizi ele geçiriyor açıkçası.
Hayworth’ın gizemli kadını (“Şanghay’da şanstan daha fazlasına ihtiyacınız olur” gibi kült olmuş bir cümleyi duyuyoruz onun ağzından ve bu cümlenin ima ettiği anlamı merak ediyoruz), Welles’in İspanya İç Savaşı’nda Franco yanlısı bir casusu öldürmüş denizcisi, kadının ünlü bir ceza avukatı olan kocası ve onun tuhaf ortağı… Welles yönetmen olarak bu karakterleri sık sık yakın planlarla karşımıza getirirken; kamera açıları, çerçevenin içine alıp neyi dışarıda bırakacağı konusundaki sık sık anti-Hollywood görünen tercihleri ve Charles Lawton Jr.’ın (ve jenerikte adları geçmese de Rudolph Maté ve Joseph Walker’ın) başarılı görüntülerinin sağladığı gizemli havayı ustaca kullanması ile teknik açıdan filmi hayli yüksek bir düzeye ulaştırıyor. Welles’in hiç sezdirmeden ustaca başardığı bir şey daha var: Filme yumuşak dozda bir alaycı hava katmak. Welles’in yüzüne sık sık yansıyan “müstehzi” bakış bu alaycılığın çok iyi bir örneği; adeta Welles anlattığı hikâyeyi kendisi de ciddi bulmamış ama tadını çıkarmış gibi görünüyor ve bizden de bunu bekliyor.
Welles yukarıda belirtilen teknik ustalığı pek çok farklı sahnede sergiliyor hikâye boyunca ve Hollywood’un dışına çıkıyor filmin bu anlarında. Örneğin akvaryum önündeki, filmin havasına ve türüne (kara film) hayli yakışan öpüşme sahnesinde karakterlerin siluet biçiminde görünmesi, mahkeme sahnesinde arka plandaki (“alan derinliği”, evet!) jüri üyelerinin hareketlerini (biri hapşuruyor, biri bir diğerini güldüğü için azarlıyor vs.) yakalaması ve elbette lunaparkın aynalı odasında geçen sahnenin tümündeki ustalığı her türlü takdiri hak ediyor. Gerçeği çarpıtan, karakterlerin gerçek niyetlerini ve varlıklarını gizleyen (veya ortaya çıkaran) ve çoklu görüntü yolu ile adeta onların oynadıkları farklı kişiliklere gönderme yapan bu sahne teknik olarak çok başarılı ve tek başına filmi mutlaka görülmeli sınıfına sokacak değerde. Bu sahnenin “Ölmek istemiyorum” diye yardım çığlığı atan Hayworth’ın görüntüsü ile sona erdiğini de düşününce, neden unutulmazlar arasına girdiğini ve hep orada kalacağını anlamakta zorluk çekmiyoruz.
Dört ana karakter arasındaki gerilimi keyifli biçimde anlatan film bu karakterleri canlandıran oyuncuların performansları ile de zenginleşiyor. Welles karakterinin tereddütlerini ve alaycılığını sadece vücut diline değil, sesine de ustaca yansıtıyor. Hayworth doğal olarak sahip olduğu çekiciliği hikâyenin emrine keyifli bir biçimde verirken, karakterinin muğlaklığını da akıllıca sergiliyor. Avukat koca rolündeki Everett Sloane karakterinin mahkeme salonlarındaki ustalığını oyunculuktaki ustalığa çevirerek perdeye taşıyor adeta ve başarılı bir karakter oyuncusu olarak çarpıyor seyirciyi. Onun ortağını oynayan Glenn Anders ise karakterinin tuhaf ürkütücülüğü nedeni ile aslında hayli zor bir rolün altından başarı ile kalkıyor kesinlikle.
Belki de hikâyenin standart ölçülerle bakıldığında zayıf olduğunun farkında olan Welles’in olayların akışını çok da önemsemediği ve filmi, teknik ustalığını da kullanarak “tuhaf” bir biçime dönüştürmenin doğru olacağını düşündüğü söylenebilir; eleştirmen Dave Kehr’in dediği gibi “tüm zamanların en başarılı tuhaf filmi” olduğunu söylemek doğru mu bilmiyorum ama en başarılı olanlarından biri olduğu açık bu eserin çünkü.
(“Şanghaylı Kadın”)