“Silah mı? Silah istemiyorum, onu öldürmek istemiyorum. Onu hapse atmak istiyorum”
Batı’ya giderken bindiği posta arabası soyulan yeni mezun bir hukukçunun, silahların egemen olduğu bir kasabada onlardan uzak durarak ayakta kalma çabasının hikâyesi.
Özellikle western türündeki eserleri ile tanınan Amerikalı yazar Dorothy M. Johnson’ın 1953 tarihli ve aynı adı taşıyan hikâyesinden uyarlanan, senaryosunu James Warner Bellah ve Willis Goldbeck’in yazdığı, yönetmenliğini ise klasik western’in en önemli eserlerine imza atmış olan John Ford’un üstlendiği bir ABD yapımı. Ford’un klasiklerinden hem hikâyesi hem sineması ile farklı bir yerde duran ve zamanında çok da tutulmayan film sonradan daha fazla ilgi görmüş. Ülkenin, gücün silahını iyi kullanananların elinde olduğu döneminden daha “uygar” bir düzene geçiş zamanını ve bu zaman diliminde yaşanan çatışmaları odağına alan film romantizmi de katarak farklı bir noktaya taşıyor western havasını ama ne o türde ne de Amerikan tarihine ve demokrasi sürecine övgü sayılabilecek içeriğinde yeteri kadar güçlü bir etki yaratabiliyor. Yine de farklılığı ile ilginç, ABD’nin tarihinin önemli bir dönüm noktasına değinmesi ile önemli, başrollerde kasik sinemanın iki yıldızının (James Stewart ve John Wayne) varlığı ve elbette Ford’un usta zanaatkârlığı ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
James Stewart’ın oynadığı genç avukat (Ransom Stoddard) amcasının önerisi üzerine çıktığı ve Batı’ya doğru olan yolculuğunda bindiği posta arabasını durduranlar tarafından soyulur ve dövülür. Soyan Liberty Valance adında ve kasabadaki herkesin korktuğu adamın (Lee Marvin) liderliğindeki çetedir ve kahramanımıza getirildiği kasabada gereken yardımı bir kadın (Vera Miles) ve Valance’dan korkmayan tek adam olan Tom Doniphon (John Wayne) gösterir. Aslında film bu hikâyeyi uzun bir geri dönüşle anlatıyor. Açılışta bir senatörü ve eşini eski bir dostlarının cenazesi için kasabaya gelirken görüyoruz ve senatör kasabanın gazetesine ziyaret nedenini anlatıyor ve seyrettiğimiz de bu hikâye aslında. John Ford işte bu hikâye aracılığı ile ABD’nin tarihinden bir dönemi anlatıyor bize. Demiryolları sayesinde hızla büyüyen ve değişen ülke artık o klasik western’lerin mekânı olarak alıştığımız görüntüden uzaklaşmaktadır ve şehirler eyaletlere dönüşmekte, ulusal seçimler ve senato gittikçe artan bir öneme sahip olmaktadır. Stoddard genç ve idealist bir avukat olarak bu yeni düzenin temsilcisidir adeta ama istemeden kendini bulduğu kasabada tamamı ile eski bir dünya çıkar karşısına. Silahı olan kötü adamların hâkim olduğu bu dünya ile silahsız baş etmeye kararlıdır o; silahlı iyi adam Doniphon ise bunun imkânsızlığını hatırlatır ona sürekli olarak. Ford da onca “vahşi kızılderili” filmi çeken bir yönetmen olarak aslında bir bakıma kendi dünyasının da yavaş yavaş kaybolduğunu fark etmiş olsa gerek bu filmi çekerken.
Hikâyeyi, yeni Amerika kurulurken eski ile yeniyi temsil eden iyilerin iş birliğinin anlatısı olarak nitelendirebiliriz. Hatta eskinin desteği olmadan bu dönüşümün mümkün olmadığını ve bir bakıma onların katkısının tarihi yazanlarca göz ardı edildiğini (sonuçta “yeni” ünlü bir senatör ve bir efsanenin kahramanı olmuş, “eski” olan ise unutulmuş gitmiştir) vurguladığını söylemek de mümkün. Buradaki vurgu önemli çünkü Ford da bir bakıma eskilerin tarafındadır sineması ile. Bu iş birliğine hikâyenin tek siyah karakteri ve Doniphon’un yardımcısı olan Pompey’i de katmak gerekiyor. Seçimlerin yapıldığı salona bir siyah olarak alınmaz (kadınlar da yoktur bu salonda elbette) ve girdiği barda barmen tarafından içki verilemeyeceği hatırlatılır kendisine ama Doniphon karşı çıkar bu duruma. Doniphon’u Amerikan sinemasının muhafazakâr ve milliyetçi isimlerinden Wayne’in canlandırdığını ve yönetmenin de önceleri demokratların tarafında olsa da sonradan Vietnam savaşını, Nixon’ı ve Reagan’ı destekleyen bir konuma gelen John Ford olduğunu unutmamak gerekiyor. Sonuçta kırbaçlanan bir genç adamın azmi ile senatör olduğu ve “halkına hizmet ettiği” bir “Amerikan rüyası”nı anlatıyor film ve bu rüyaya inananların elinden çıkmış. Aslında silahlı kötülerin yerlerini zengin kötülere (onların silahları çok daha etkin ve çeşitli) bırakması ise ayrı bir hikâye ve o hikâyeyi anlatacak olan Ford değil.
Zaman zaman başvurulan mizahın (ya da hafifliğin), gerilimi başka nedenlerle de düşük olan hikâyeye zarar verdiği açık. Evet, bir eğlence yaratıyor belki bu tercih ama örneğin Liberty Valance ile yüzleşme gibi çok önemli ve klasik bir Ford western’inde çok çarpıcı olacağı muhakkak bir sahnenin de yeterince çarpıcı olmaması nedeni ile hikâyenin etki gücünü azaltıyor bu. Oldukça güçlü bir oyunculuk gösteren Lee Marvin’in başarısını da, örneğin restorana girdiği sahnede olduğu gibi gölgeliyor bu durum bir parça.
Yeni mezun bir avukatı oynayan James Stewart’ın film çekildiği sırada 54 yaşında, yine hikâyeye göre genç bir adam olan Doniphon’u canlandıran Wayne’in ise 55 yaşında olması ilginç bir Hollywood umursamazlığı olarak dikkat çekiyor. Hikâyenin yaşlara göre uyarlanması ya da farklı oyuncular seçilmemesi tuhaf ve hikâye de inandırıcılık açısından zarar görüyor bundan. Ford’un hep alışılan görselliği de, çoğunlukla iç mekânlarda çekim yapılmış olması nedeni ile yer bulamamış burada; geniş düzlükler, dağlar ve çöller olmayan bir Ford western’i elbette yadırgatıyor kendisini ama hikâyenin içeriği çok da gerektirmiyor açık alanları. Büyük çiftlik sahiplerinin küçük çiftlik sahiplerinin arazilerine kendi sürüleri için otlak olarak kullanmak üzere göz koymasının konu edinilmesi veya -tıpkı bunun gibi, Amerikan demokrasisisi sayesinde sorun çözülse de- zenginleri temsil eden politikacının “boş kağıt” sahtekârlığının sergilenmesi filmin artıları olarak görünürken, bir aşk üçgeninin (üstelik duygu olarak yıllara yayılan bir aşk üçgeni bu) konu edinilmesi de farklı kılıyor bu John Ford yapıtını. Hikâyenin belki de en değerli yanı ise Batı’yı Batı yapan efsanelerin ve bir anlamda tüm o western filmlerini ayakta tutan o efsanelerin (en azından birinin ve sembolik olarak tümünün aslında) arkasındaki gerçeği göstermesi bize ki Ford’un kariyerinin onlar üzerine kurulduğunu düşünürsek çok önemli bu.
Başta Stewart ve Wayne olmak üzere (yaş problemini onların performansı ve yıldız karizmaları önemsizleştiriyor bir süre sonra) tüm kadronun işini iyi yaptığı ama özellikle Lee Marvin’in -senaryo onu zaman zaman gereksiz zorluklara düşürse de- öne çıktığı filmde kostüm dalında biri bu film ile olmak üzere tam 35 kez aday olduğu Oscar’ı 8 defa kazanan Edith Head’in çalışması da dikkat çekiyor. Ünlü eleştirmen Roger Ebert’ın, filmi faşizme karşı demokrasi hikâyesi olarak tanımlaması kuşkusuz abartılı ve yanlış (çünkü ne faşizm böyle bir şey ne de ABD “demokrasi”si bir demokrasi) ama hikâyesi yargı ve medya gibi bağımsızlıkları bir demokrasi için olmazsa olmaz unsurları hatırlatması ile önemli, şiddete ve onun hâkimiyetine net bir şekilde karşı çıkması ile değerli ve efsaneleri boşa çıkarması ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir John Ford filmi bu, özet olarak.
(“Kahramanın Sonu”)