The Old Man & the Gun – David Lowery (2018)

“Bir zamanlar ona “Forrest, senin durumundaki birisi için yaşamını kazanmanın daha kolay bir yolu mutlaka vardır” dediğimde, bana baktı ve şöyle dedi: “Dostum, benim sözünü ettiğim yaşamını kazanmak değil, yaşamak””

Kendi ifadesine göre yaşamı boyunca 18’i başarılı, 12’si başarısız toplam 30 kez cezaevinden kaçma girişimi olan ve ilerleyen yaşına rağmen iki arkadaşı ile banka soygunculuğuna devam eden Forrest Tucker’ın hikâyesi.

Amerikalı gazeteci David Grann’in 2003’te The New Yorker dergisinde yayımlanan makalesinden (Makale daha sonra Grann’in “The Devil and Sherlock Holmes” adlı derlemesinde de yer almış) esinlenen senaryosunu yazan David Lowery’nin yönetmenliğini de yaptığı bir ABD yapımı. Başrol oyuncularından Robert Redford’un son oyunculuğu olduğunu belirttiği film en az hikâyenin kahramanı kadar Redford’a da adanmış görünen bir çalışma. Redford’a Casey Affleck, Sissy Spacek, Dany Glover ve Tom Waits’in eşlik ettiği zengin kadrolu film bir suçlunun hikâyesini esprili, sakin ve hafif bir havada anlatırken; aksiyondan ve onun hız, kaos, gürültü ve heyecan gibi olmazsa olmaz unsurlarından hemen tamamen uzak duruyor. Yaşlı adamın peşine düşen dedektifin sözleri ile, “Eskiden genç olan yaşlı bir adam ve sadece banka soymayı seviyor” diye tanımlanabilecek adamın 1981’deki birkaç ayına odaklanan hikâye başta Redford’unkiler olmak üzere bazı sinema eserlerine göndermeleri ile de dikkat çeken, bir karakteri olduğu gibi ve yargılamadan anlatması ile de dikkat çeken eğlenceli bir yapıt.

Öylesine olup bitiveren ve başta bankada yapılan sıradan bir işlem olduğunu düşündüğünüz bir banka soygunu sahnesi ile açılıyor film. Tucker (Robert Redford) takma bıyığını çıkarıp, silahını arabasının torpido gözüne koyduğunda ve ardından onun kulaklığı aracılığı ile bize de ulaşan polis telsizi konuşmalarından sonra aslında bir soyguna tanık olduğumuzu anlıyoruz. Silahı olsa da kendi iddiasına göre bunu hiç kullanmamış olan, oldukça centilmen görünüşlü ve tavırlı ve soyulan bir bankanın çalışanlarından birinin şaşkınlıkla ifade ettiği gibi mutlu bir havası olan bir adamdır Tucker. Çocukluğundan beri soygunculuk yapmaktadır ve kendisi ile aynı yaşlardaki iki arkadaşı olan Teddy (Dany Glover) ve Waller (Tom Waits) ile birlikte son iki yılda 5 farklı eyalette 93 ayrı banka kurbanları olmuştur. Tucker açılışta gördüğümüz soygunun ardından polis takibinden kaçarken Jewel (Sissy Spacek) adında bir kadınla karşılaşır ve ona gerçek adını olmasa da, yaptığı işi itiraf ederek arkadaşı olur (Gerçek hikâyede kadının çok uzun bir süre adamın bir banka soyguncusu olduğundan habersiz olduğunu belirtelim). Hunt adındaki bir dedektif (Casey Affleck) peş peşe gelen soygunların failinin aynı kişi(ler) olduğunu anlar ve peşlerine düşer.

Hayli ilginç bir karakter Tucker; kibarlığı hiç elden bırakmayan, kendisi ve yaptığı iş ile mutlu görünen, banka soymayı asıl olarak sevdiği için yapan bir adamdır ve yaşlılığını da eklediğinizde tüm bu özelliklerine, sinemanın ilginç soyguncularından biri olarak çıkıyor karşımıza. David Lowery gerçeklere elbette ekleme ve çıkarmalar yaparak sevimli bir hırsız olarak çizmiş onu ve hayatını kazanmak için değil, bir yaşama şekli olarak banka soyan adamı Redford’un olgun ve sade performansı ile hayli çekici kılmış seyirci için. Lowery’nin sıkça birlikte çalıştığı (“Ain’t Them Bodies Saints – Ölümsüz Aşk”, “A Ghost Story – Bir Hayalet Hikâyesi” vs.) Daniel Hart’ın caz havalı ve uçarı notaları olan müzikleri ilk bakışta bir suç hikâyesine uygun değil gibi görünse de, gerek inceliği ve akıcı havası ile karakterin yaşam tarzının tam bir karşılığı olması, gerekse özellikle kapanış jeneriğinde duyduğumuz güçlü melodisi ile filme ek bir keyif katmış. Senaryoya kaynaklık eden makalenin yazarı Grann’in, gerçek Tucker’ın saksofon ve klarnet çalan iyi bir caz müzisyeni olduğunu söylediğini hatırlamakta da fayda var. Benzer bir biçimde, görüntü yönetmeni Joe Anderson’un çalışması da sadeliği ve “temiz”liği ile göz dolduruyor. Makaleden yola çıkan hikâyesinin kısalığını Lowery’nin senaryosunun doğal bir şekilde uzatabilmesinde Anderson’un görsel çalışmasının da önemli bir katkısı olmuş. Lowery’in hikâyeye ekledikleri, başta karakterleri daha iyi anlamamızı sağlamak yolu ile başardıkları olmak üzere filmi zenginleştirirken, en sıradan sahnede bile Anderson’ın kamerası kişileri ve mekânları daha çekici ve ilginç kılmayı başarıyor. Tom Waits’in önerisi ile senaryoya eklenen ve sanatçının kendi gençliği ile ilgili gerçek bir hikâyeyi anlattığı türden bölümler veya Tucker’ın gün batımına karşı evinin kapısında ayakta durduğu an gibi kareler hikâyenin süresini uzatmanın iyi tasarlanmış örnekleri arasında yer alıyor.

Affleck’in mırıl mırıl bir sesle konuşan ve bir eylem adamından çok hüzünlü bir adama yakışan vücut dili ile ilginç kıldığı dedektif karakteri hikâyenin çekici unsurlarından biri. Tıpkı filmin kendisi gibi, bu karakter de aksiyondan uzak, sakin ve sıradan bir aile babası olarak çıkıyor karşımıza hikâyenin başından sonuna kadar. 1980’lerin başlarında Texas gibi cumhuriyetçi muhafazakârların egemen olduğu bir yerde siyah bir kadınla evli bir beyaz polis olması aslında tek başına bile ilginç bir durum ama Lowery’nin senaryosu hiç gündeme getirmiyor bu durumu. Aslında hikâyedeki bu tür seçimler ortalama bir seyirci için, eğer hazırlıklı değilse, bir parça hayal kırıklığı da yaratabilir; sonuçta ne heyecan ne bilinen bağlamda bir aksiyon var filmde ve ne de mizahı kahkaha attıracak türden. Lowery daha çok gerçek bir hikâyeyi kurguya özenli ve saygılı bir biçimde yaklaştırmayı deneyen, Redford’un karizmasına dayanan, hafif bir öykü anlatmayı seçmiş ve başarmış da bunu.

Redford’un oyunculuk yaptığı son filmi olduğunu belirttiği çalışma bir bakıma ona da saygı gösterileri ile dolu ve bir sinemasever için bu göndermeleri keşfetmek ayrı bir keyif kaynağı olabilir. Açılış cümlesi (“Bu çoğunlukla gerçek bir hikâyedir”) Redford’un klasiklerinden biri olan George Roy Hill’in 1969 tarihli “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (Sonsuz Ölüm) adlı filminin açılış cümlesinden (“Önemi olduğundan değil ama, seyredeceklerinizin çoğu gerçektir”) esinlenerek yazılmış. Dedektifin Tucker ile olan bir sahnesinde parmağını burnunun kenarında sürtmesi ise bir başka Redford klasiği olan ve yine Hill’in yönettiği “The Sting” (Belalılar) filminde Redford ve Paul Newman’ın karakterleri arasındaki gizli mesajlaşma yönteminden alınmış. Filmde daha doğrudan bir gönderme de var: Tucker’ın cezaevlerinden tüm kaçışlarının kronolojik sırada ve hayli eğlenceli bir biçimde peş peşe gösterildiği sahnede, Redford’un 1966’da oynadığı Arthur Penn filmi “The Chase”deki (Kaçaklar) cezaevinden kaçışından kısa bir bölüm de kullanılmış. Böylece Redford kendi gençliğini 52 yıl önceki hâli ile canlandırmış bir bakıma. Sinema meraklıları için son bir not olarak da Redford ve Spacek’in canlandırdığı karakterlerin sinemada seyrettikleri filmin, Amerikan sinemasının değeri yeterince bilinmemiş yönetmeni Monte Hellman’ın 1971 yapımı “Two-Lane Blacktop” olduğunu söyleyelim.

Lowery sevmediği ilk denemelerinden sonra senaryonun son hâlini Forrest Tucker’ın görmek isteyeceği filmi hayal ederek yazdığını söylemiş. Gerçekten de bu hikâye, 2004 yılında ve 83 yaşındayken hayatını cezaevinde kaybeden Tucker’ın izlemekten mutlu olacağı bir içeriğe sahip. Lowery’in uçarı mizanseni, başta Redford, Affleck ve Spacek olmak üzere tüm kadronun sağlam ve yalın performansları ile filmin, ortalama bir aksiyon ya da polisiye meraklısını tatmin etmesi zor ama seyircinin belki de kendisini Tucker’ın yerine koyarak izlemesi gerekiyor bu yapıtı. Sonuçta ortada bildiğimiz anlamda ya da başka bir şekilde söylersek, Hollywood’un seyirciyi alıştırdığı anlamda bir hikâye yok; bu nedenle filmi bir kariyerin (Tucker’ın ve/veya Redford’unki) hafif, samimi ve sevecen bir öyküsü olarak görmekte fayda var.

(“İhtiyar Adam ve Silah”)

(Visited 108 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir