“Nerede olduğunu biliyor musun Bartolome? Cehenneme adım atmak üzeresin. Cehennem Bartolome, CEHENNEM!: Ölülerin dünyası, şeytani bölge, lanetli ev, işkence yeri, araf, tamu, ateş, Şeytan, KUYU!… ve sarkaç.”
Kız kardeşinin ölümünü haber alınca İspanya’ya giden bir adamın karşılaştığı korkunç olayların hikâyesi.
Aynı adlı kısa hikâyeden uyarlanan film, yönetmen Roger Corman ve yapımcılar Samuel Z. Arkoff ve James H. Nicholson’ın 1960’ta çektikleri ve gişede büyük başarı kazanan “House of Usher” adlı filmin ardından kotardıkları ikinci Edgar Allan Poe hikâyesi. Yine Vincent Price’ın önemli rollerinden birini üstlendiği çalışma, kimilerine göre Corman’ın en iyi Poe uyarlaması ve orijinal hikâyeyi nerede ise sadece çıkış (daha doğrusu final) noktası olarak kullanmasına rağmen, kendi başına da hayli çekici bir korku filmi olmayı başarıyor.
Poe’nun 1842 tarihli kısa hikâyesi kendisini bir hücrede bulan adamın yaşadığı dehşet ve korkuyu olağanüstü bir üslup ile anlatan bir çalışma ve belki de en az korkunun sahibi kadar korkunun kendisine de odaklanan bir eser. Engizisyon dönemi İspanya’sında geçen hikâyeyi anlatan hücredeki adamın kendisidir ve bu tercih hikâyenin yaşattığı korku duygusunun katlanmasına neden olur. Karanlık hücresindeki derin kuyuya düşmenin kenarından dönen adamın, üzerinde salınıp duran ve her saniye kendisine daha da yaklaşarak alçalan tırpan şeklindeki sarkacı dehşet içinde gözlemesini anlatır hikâye. İşte Poe’nun bu hikâyesini senarist Richard Matheson kendi hikâyesinin nerede ise sonu yapıyor sadece ve bu değişiklik ile yetinmeyip bu korku dolu anların önüne bambaşka bir hikaye yerleştiriyor. Engizisyon geçmişin izleri olarak yine hikâyenin parçası ama burada asıl söz konusu olan engizisyon işkencecisi bir adamın yaptıklarının lanetlediği bir ailenin korkunç hikâyesi. Bu nedenle Poe’nun hikâyesini okumuş olanların filmde bu hikâyenin bir uyarlamasını beklemeleri sadece hayal kırıklığı yaratır; sonuçta karşımızdaki film nerede ise bu hikâyeden bağımsız bir film çünkü.
Corman’ın filmi Poe’nun hikâyesinin önüne eklediği kendi asıl hikâyesi ile Poe’nun eserinin odak noktasını, kuyu ve sarkacı, nerede ise ikinci plana atıyor ve asıl odak noktasını diri diri gömülme korkusuna, engizisyonun lanetine ve bu korku ve lanetin nesnesi olan insanların yaşadıklarına yerleştiriyor. Bu tercihin sonucunda karşımıza çıkan da kendi çapında başarılı bir film oluyor kimi kusurlarına rağmen. Belki “ucuz” görünen ama filme yakışan bir müzik, başarılı bir set tasarımı ve sürükleyiciğini hiç yitirmeyen temposu ile kendisini seyrettirmeyi başarıyor bu film. Kimin kötü, kimin iyi olduğunu, daha doğrusu gerçeğin ne olduğunu seyirciyi hayal kırıklığına uğratmayan şaşırtmalar ile hayli keyifli bir biçimde son anlarına kadar gizli tutmayı beceriyor. Belki bu arada kuyunun ve sarkacın dehşeti kaybolup gidiyor arada ama yine de film ilginçliğini muhafaza ediyor.
Richard Matheson’un senaryosu metnini yine kendisinin yazdığı “House of Usher” ile hayli ortak yanlara sahip: Tekinsizliği anlatan konuşmasız bir giriş sahnesi, sisler içinde gizemli bir koca şato, uşağın içeri almak istemediği bir “yabancı”, şatonun mahzeninde gömülü ölüler vs. Yine ilk filmde olduğu gibi burada da Vincent Price seyirciye ilk göründüğü sahnede aniden açılan bir kapının ardında beliriveriyor. İlk filmde yeterince etkileyici olmayan rüyâ (veya kabus) sahnesinin yerini burada yine pek etkileyici olmayan ve geçmişe dönülen sahneler almış. Bu sahnelerin eksikliğinin temel nedeni ise Price’ın anlatıcı rolünü üstlenmesi ve sahnelerin görselliğini olumsuz yönde etkilemesi. Price filmin ve anlaşılan Corman’ın tam da ihtiyacı olan oyuncu. Burada da gösterişli oyunu ve heybetli fiziği ile işini iyi yapıyor ama kimi sahnelerde, özellikle de gözlerini fıldır fıldır döndürerek oynadığı anlarda, hani nerede ise komedinin kıyısından geçiyor ve korku havasına zarar veriyor bir parça. Diğer oyuncular ise Price’ın gölgesinde kalıyorlar ve genellikle vasat performanslar gösterirken, özellikle genç adam rolündeki John Kerr bir parça zorlama içeren oyunu ile zayıf kalıyor.
Son bölümlerindeki gelişmeleri gereğinden fazla hızlı ele alan, doktorun gerçek niyetini gereksiz bir biçimde önceden ele veren sahnesinin akışına zarar verdiği ve muhtemelen sinema tarihinin en fazla örümcek ağı içeren örneklerinden biri olan çalışma, tipik bir Roger Corman filmi olarak görülmesi gerekli bir klasik özet olarak. Floyd Crosby’nin görüntü yönetmenliğindeki kamera açıları ve filmin genel gotik havasının yanısıra, seslerle, elbette korkunç olanları ile, ilgili de bir eser olan ve mutlaka okunması gereken Poe’nun hikâyesini hatırlatması bile başlı başına bir seyir nedeni.
(“Dehşet Saati”)