“Yoruldun mu diye merak ettim. Bu, burada anlayışla karşılanan bir durumdur; metal yorulması gibi bir şeydir. Biz duygularımızı paylaşmadan yaşamak zorundayız, değil mi? Ne var ki bunu sonsuza dek yapamazsın. İnsan sürekli dışarıda kalamaz; içeri girmeli, soğukta kalmamalı”
Berlin Duvarı’nın tamamlanmasından bir yıl sonra, Batı Berlin’de görev yapan bir İngiliz ajanının Doğu’nun ajanlarına karşı mücadele ederken işinin doğal yozlaşmalarını keşfetmesinin hikâyesi.
İngiliz yazar John le Carré’in 1963 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryosunu Paul Dehn ve Guy Trosper’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Amerikalı sinemacı Martin Ritt. 1950’li ve 60’lı yıllarda Berlin’de İngiliz istihbarat servisleri MI5 ve MI6 için çalışan le Carré buradaki tecrübelerini çarpıcı bir biçimde yansıttığı güçlü romanları ile casus edebiyatının en parlak örneklerini üreten bir isim ve bu eserleri defalarca sinemaya da uyarlanmış. Martin Ritt imzalı bu uyarlama parlak bir romanın parlak bir uyarlaması ve açılış ile kapanıştaki “aksiyon” sahneleri dışında sadece ajanlara, entrikalara ve ajanlık işine odaklanarak, o dünyanın gerçeklerini çekici bir şekilde getiriyor karşımıza. Başroldeki performansı ile Oscar’a aday olan Richard Burton’ın dengeli, “soğuk” ve sade oyunu ile göz doldurduğu filmde, Ritt hikâyenin gerektirdiği atmosferi başarı ile yaratıyor ve ortaya hem bu türün hem sinemanın önemli örneklerinden birini çıkarıyor.
Yazarın hâlâ istihbaratta çalışırken yazdığı roman türününün en iyi örneklerinden biri kuşkusuz. Bu derece iyi bir romana hakkını veren bir sinema eseri ortaya koymak bir yandan kolay (çünkü güçlü bir potansiyeli var romanın) olsa da, çıkacak sonucun özellikle de romanın hayranlarını memnun etmemesi gibi önemli bir risk de taşıyor. Oswald Morris’in hikâyenin ruhunu çok iyi yansıtan siyah-beyaz görüntü çalışmasının da sağladığı önemli katkı ile Ritt romanın adında yer alan ve temasını çok iyi anlatan “soğuk” dünyayı soğuk bir gerilimle yaratıyor ve bu riski sıfırlıyor sinemasal becerisi ile. Romana oldukça sadık kalan senaryonun giriş ve kapanıştaki hareketli kısa sahneler dışında aksiyona hiç başvurmadan yaratmayı başardığı gerilimli dünyayı ustalıkla kullanıyor Ritt ve ortaya görülmesi gerekli bir sonuç çıkarıyor.
İkiye ayrılmış Berlin’in Amerikalıların yönettiği taraftaki kontrol noktasında başlıyor film. Burton’ın canlandırdığı terübeli ajan Alec Leamas Doğu Berlin tarafında çalışan İngiliz ajanlarından sorumludur ve açılış sahnesinde bunlardan birinin -daha önceki ikisi gibi- tam sınırı gerçerken Doğu Almanya tarafından açılan ateşle vurularak öldürülmesinin tanığı olur. Tüm sadeliği ve gerçekçiliği ile çok iyi çekilmiş bu sahnede Sol Kaplan’ın gerilim, melankoli ve hüzün duygularını içeren caz havalı müziği tanık olduğumuz anın ruhunu çok iyi beslerken, Ritt’in mizanseni tüm yalınlığı ile çok etkileyici. Operasyonda olmayı (“soğukta kalmak”) bırakıp masabaşı bir işe geçmesi (“içeri girmek”) teklif edilen Leamas’ın tercihi ve istihbarat şefinin onu dahil etmeyi düşündüğü plan hikâyenin takip eden gelişmelerini yaratır ve sağlam bir romanı kaynak olarak alan film bizi içine soktuğu dünyanın doğal ahlâksızlığının tanığı yapar.
“Sırf hükümetinin iyilik politikaları yüzünden düşmanlarından daha az kötülük yapamazsın, değil mi?” diyor bir sahnede MI6’nın yöneticisi Leamas’a. Oyunun kuralları bellidir ve bu kurallar doğal olarak sıradan insanlarınkinden çok uzak, kendine has içeriklere sahiptir. Entrikalar, sahte kimlikler, oyunlar, yalanlar, çarpıtmalar, insanları kullanmalar ve acımasızlıklar hâkimdir bu dünyaya ve film tüm bunları güçlü diyaloglar, sağlam bir kurgusu olan hikâye, şaşırtıcılığı ıskalamayan bir gerçekçilik ve dürüstlükle anlatıyor bize. Ne kadar başarılı olursa olsun her ajanın eninde sonunda tek başına kalacağını, kendisi karşı tarafı kullanırken sadece onlar tarafından değil, kendi örgütü tarafından da kullanılacağını ve bu dünyanın doğası gereği sahtelik üzerine kurulu olduğunu çok iyi sergiliyor film. Leamas karakterinin bu dünyada üstlenmek zorunda kaldığı gerçek ve sahte kimliklerini çok iyi işleyen senaryonun kendisine sunduğu imkânları Richard Burton da çok iyi değerlendiriyor ve müthiş bir peformans gösteriyor. Karakterinin gerçekliğini ve sahteliğini ustaca yansıtan, sade ve çarpıcı bir performans bu ve kariyerinin özellikle son yıllarında hayli gösterişli olan tarzından uzak bu tercihi ile filmi zenginleştiriyor. Başta “Kontrol” rolündeki Cyril Cusack ve Nancy rolündeki Claire Bloom olmak üzere tüm diğer oyuncuların da oldukça güçlü destekleri ile film oyunculuklar açısından hayli üst bir noktada yer alıyor bu şekilde.
Leamas’ın komünist kız arkadaşının trajedisi istihbarat dünyasında herkesin her şekilde kullanılabileceğinin örneklerinden biri olurken, film (ve aslında roman) ideolojik tarafsızlığını da -çoğunlukla- doğru bir biçimde koruyor. Çarpıcı finalinin de bir kanıtı olduğu gibi, film Batı’nın veya Doğu’nun tarafında konumlandırmıyor kendisini. Öyle ki tüm Batılı karakterleri Doğulu, Doğulu karakterleri de Batılı yapsanız hikâye etkileyiciliğinden ve gerçekliğinden hiçbir şey yitirmezdi. Aynı derecede “dürüst” iki taraf da, aynı entrikaların egemen olduğu bir dünyaları var ve hedefler için aynı derecede etik dışı davranmakta (eski Nazileri kullanmak, kendi adamını satmak vs.) her ikisi de. Soğuk Savaş döneminde daha da artan bir şekilde tek egemen değerin rakibini alt etmek olduğu bu dünyada iki tarafın da ideolojisine -çoğunlukla- eşit ölçüde uzak duruyor film ve ideolojilerin bireyleri -doğaları gereği- piyon olarak gördüğünü hatırlatıyor güçlü bir şekilde.
Doğru bir final, Oscar’a aday gösterilen güçlü sanat yönetimi, özgün hikâyesi, seyircisini sürekli tetikte kalmaya zorlayan güçlü gerilimi, Soğuk Savaş’ın atmosferini somutlaştıran görselliği, oyuncu kadrosunun başarısı ve Martin Ritt’in kendisini öne çıkarmayan alçak gönüllü yönetmenliğinin yarattığı gerçekçilik ile önemli bir film bu.
(“Utanç Duvarında Casusluk”)