The Time that Remains – Elia Suleiman (2009)

“Ya dostlarımızın kalbini ısıtacak bir hayat ya da düşmanlarımızın yüreğine korku salacak bir ölüm”

1948’de İsrail devletinin kurulması ile birlikte göç etmeyip bu yeni devletin topraklarında azınlık olarak yaşamaya başlayan Filistinlilerin bir aile üzerinden anlatılan hikâyesi.

Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın gösterime çıkan bu şimdilik son filmi mizahın kendisini sürekli hissettirdiği başarılı bir dram örneği. Giriş bölümünde yoğun bir sağanak altında nerede olduğunu bilmediği bir yolda yolcusu ile birlikte durmak zorunda kalan taksi şöförünün sorduğu “Neredeyim ben?” sorusu filmin derdinin ne olduğunu çok iyi özetliyor. Bu film vatanları olmayan bir halkın kendisine sürekli sorduğu bu sorunun olmayan cevabını ve içinde bulundukları durumun yarattığı trajediyi keyifli bir kara mizah ile anlatıyor.

Sık sık tarzının Fransız sinemasının kendine özgü yönetmeni Jacques Tati’ninkine benzerliği ile anılan Elia Suleiman bu filmde hem kendi oyunculuğu hem de filmine verdiği biçim ile bu benzetmeyi epey haklı kılıyor. Diyalogların bir Tati filmine kıyasla (elbette onun “Jour de Féte” filmi hariç olmak üzere) hayli çok ama ortalama bir filme göre de hayli az olduğu filmde sadece yönetmenin kendisi değil tüm oyuncular Tati tarzı bir oyunculukla kimi zaman hiç konuşmadan ve duygularını yüzlerine hemen hiç yansıtmadan oynayarak olan bitenin absürt görünümüne katkıda bulunuyorlar ve bir topluma bir devlet armağan etmek için tüm hakları ellerinden alınan bir başka toplumun trajedisini etkileyici biçimde hissetmemizi sağlıyorlar. Kimi sessiz anları, tekrarlanan sahneleri ve kendisinden daha “büyük” bir güç karşısında “küçük” kalan insanların mücadelesini aktaran film bu özellikleri ile de Tati’ye saygılarını gönderiyor. Özellikle kameranın hastane penceresinin dışından içeriyi görüntülediği uzak çekimde yaralı bir direnişçiyi kapma mücadelesi veren doktorlar ile askerlerin çekişmesi bir Tati filmine rahatça yerleştirilebilecek bir bölüm olarak bu saygı gösterisinin boyutunu artırıyor.

Yönetmenin bu yarı-otobiyografik filmi 1948’de başlattığı hikâyesini günümüze kadar getiriyor ve direnişçi bir babadan yönetmen oğluna uzanan senaryosu ile hayli uzun bir süreyi 1948, 1970, 1980 ve günümüzden seçilmiş sahneler ile karşımıza getiriyor. Yaşanan trajediyi asla hafifletmeyen sevimli bir mizahi tonu olan film çok (aslında hiç) büyük laflar etmiyor ve sanki tacizlerin, yargısız infazların, işkencelerin ve diğer tüm yaşananların bu coğrafyanın insanlarının yazgısı olduğunu sondaki tüm o havai fişek görüntülerine rağmen zaman zaman yılgınlık da içeren bir havada anlatıyor. Topraklarını terkederek acı çekmek ile kalıp azınlık olarak acı çekmek arasında sıkışmış ve kararını ikinci seçenek yönünde belirlemiş insanların hayatlarını kimi oldukça komik sahneler ile sergiliyor film. Örneğin İsrail’in milli bayramında oldukça milliyetçi bir şarkıyı söyleyen Filistinli öğrencilerin durumu kendi dil ve kültürlerine sahip çıkmaları engellenen tüm halkların acısını komik bir dille aktarırken, okulda toplu olarak seyredilen “Spartacus” filmindeki öpüşme sahnesinde öğretmenin çocuklara sahnenin “anlamını” çarpıtarak anlattığı sahne filmin güçlü bir başka yanını örnekliyor: Film sadece politik olana değil gerçekten günlük olana da eğilip onun içindeki mizahı da çekip gösteriyor. Örneğin teyzenin sürekli televizyon seyretmesi veya yine onun yaptığı yemeğin sürekli olarak çöpe dökülmesi gibi sahneler karakterlerin sıcak ve doğal yanlarını da anlamamızı sağlıyor.

Tekrarların da önemli olduğu bir film bu. Yukarıda belirttiğim örneklerin yanısıra balık tutma eylemi ve bu sırada askerlerin diyalogları veya halkın içinde bulunduğu çıkışsızlığın simgesi olan kendini yakmaya kalkışan adam gibi örnekler hayatın değişmezliği veya Filistinliler için (veya egemen güçlerin tercihi ile söylenirse Arap İsrailliler için) ufukta bir değişme ihtimalinin görülmediği üzerine incelikli tercihler.

Tati havasının tam bir örneği olan son bölüm bir yandan filmin diğer üç bölümünün akışının ve temposunun dışında kalışı ve bir yandan da biraz fazla uzun tutulması ile bir parça aksatıyor filmi sanki. Yine de bu son bölümün öncekilerde inceden hissettirilen absürtlüğün kaçınılmaz zirvesi olmasına yorulabilir bu tercih. Bunun dışında bu yazıya da yansıyan sembolizmin dozunun fazlalılığından veya Tati’ye fazlası ile öykünülmüş olmasından da bahsetmek gerek. Bunlar bir yana, duygusuz ve yaşlı yüzü ile boşluğa bakar gibi bakan kadının bir yandan da çalan müziğe ayağı ile hafifçe eşlik etmesi ile uzak bir umudun varlığını hissettiren, kendisini takip eden ve yüzüne çevrili tank namlusunun önünde cep telefonu ile akşam gideceği parti hakkında sıradan bir konuşma yapan genç adam görüntüsü gibi gariplikleri ile seyredeni çarpan film kapanış jeneriğinde hem umudu hem de ironiyi anlatan “Staying Alive” şarkısı ile sone ererken sinemanın en başarılı yaratıcılarının bir derdi olanlar arasından çıktığını bir kez daha hatırlatıyor bize.

(“Ha-zman She’notar” – Geride Kalan”)

(Visited 551 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir