“Güneş onun üzerinden konuşmak. Ölü insanlarla konuşmak. Diyor senin evdeki kadın benim kız kardeşim. Kadın için kaç at ister sen?”
Bebekliğinde bir beyaz aile tarafından evlat edinilen bir genç kızın kızılderili olduğu şüphesi ile başlayan olayların hikâyesi.
John Huston’dan klasik western temalarının bir parça dışında kalan ama ortalamanın da üzerine çıkamayan bir çalışma. Beyaz adamlar ile yerliler bu kez toprak için değil bir genç kızın kimliği için mücadele ediyorlar bu filmde. Elbette sayılamayacak kadar çok yerli beyazların kahramanlık gösterileri ve kurşunları altında sapır sapır dökülüyor, finalde “doğru” olan kazanıyor ve bir an için yanlış tarafta yer alan beyazlar da doğruyu buluyor. Finaldeki trajik öldürme sahnesinin kendisi ve nedenleri/sonuçları hak ettiği önemde ve dürüstlük içinde ele alınsa film çok farklı yerlere gidebilirdi oysa. Irkçılığın karşısında durur gibi görünen ve bu açıdan bakınca adil olduğu söylenebilecek bir film ama senaryo tüm olan bitenin öncesine ve asıl nedenlere hemen hiç dokunmayınca bu dürüstlüğün de ancak ve sadece bir “iyi beyazlar ile kötü beyazlar mücadelesi” seviyesinde olmaktan öteye geçemediği açık. Elbette ve tipik bir Amerikan yaklaşımı: Sistemin temelinde bir sorun yoktur ve sadece kötülerin yola getirilmesi tüm sorunları çözecektir.
Filmin başındaki ve iç bayacak seviyede anlamsız konuşmaların geçtiği yemek sahnesinde gösterilen huzur ve keyif anları çok ciddi bir suçu örtüyor hiç çekinmeden. Üzerinde neşe gösterisi yaptıkları bu topraklar binlerce cinayet, katliam ve hırsızlığın sonucu ele geçirilmiştir ve şimdi asıl sahiplerine karşı kahramanlık destanları altında savunulmaktadır. Bir romandan uyarlanan senaryo adeta genç kızı bu çalıntı toprakların yerine koyuyor bilinçli veya bilinçsiz olarak ve hem doğal görünen finali hem de akışı ile kızın/toprağın (geçmişte ne olmuş olursa olsun) gerçek sahibinin “artık” kim olduğunu çekinmeden ifade ediyor. Senaryonun esinlendiği romanın sahibi Alan Le May benzer bir temayı ele alan ama bu kez kaçan ve kaçırılan tarafın yer değiştirdiği “The Searchers” romanının da sahibi ve işte o romandan John Ford sinema tarihinin en başarılı westernlerinden birini çekmişti. Bu film ise hem sinemasal düzeyi açısından hem de içerik olarak 1956 tarihli bu yapımın oldukça gerisinde görünüyor.
Filmin epey tartışma kaldırır içeriği bir yana bırakılırsa karşımızdaki düz bir anlatıma sahip olsa da ve herhangi bir sürpriz içermese de kendisini seyrettirmeyi başaran bir çalışma. Audrey Hepburn kariyerindeki bu tek western filminde yadırgatmıyor ama bir şekilde ve iyi ki zarifliğini gizleyemiyor. Burt Lancaster ve diğer oyuncular idare eder görünüyor ama kardeşlerden biri rolündeki Audie Murphy abartılı oyunu ile ve anne rolündeki Lilian Gish sessiz sinema dönemindeki filmlerinden esintiler taşıyan mimikleri ile bir parça rahatsız edebiliyorlar zaman zaman. Özetle John Huston’ın elinin değdiğini pek hissettirmediği, yeterince etkileyici ve doğru bir şekilde ele alınmasa da ilginç konusu ile dikkat çeken bir western. Kızılderililerin flütüne karşılık beyazların piyanosunun savaş aracı olarak kullanıldığı filmin Dimitri Tiomkin imzalı ve filmin kaldırabileceğinden daha büyük ve güçlü senfonik müziği de kendisini sık sık gösteriyor. Western olarak bakılıp, “politik” yaklaşımlar bir kenara bırakılarak izlenmesi gereken bir film.
(“Affedilmeyen”)
John Huston gibi bir yönetmenden rezalet bir film.Milliyetçiliği anlatıyor evet doğru ama yönetmenin içindeki milliyetçiliği anlatıyor desek daha doğru.Yazık ettiniz onlarca kızılderiliye katlettiniz. Oysa onların amacı katliamla kaçırılan kardeşlerini tekrar geri almaktı.İnsanlıktan nasibini almamış bir film bir de hafiften ensest öğe de barındırıyor o da rezaletin kreması olmuş.Gitti 2 saatim.Bu kadar.
“Gerçek John Huston bu değil” 🙂 ve içerik olarak da hayli sıkıntılı gerçekten de.