“Kimseye güvenme, çok çalış, dışarı zorunlu olmadıkça çıkma, bir hayalet gibi yaşa”
Eskiden mafyaya bulaşmış bir İtalyan katilin Almanya’da on beş yıldır sürdürdüğü gizli ve sakin hayatının tehlikeye girmesi üzerine yaşadıklarının hikâyesi.
İtalyan yönetmen Claudio Cupellini’nin bu ikinci sinema filmi zaman zaman küçük bir hikâye tadını veren keyifli bir çalışma. Baş oyuncusu ve İtalyan sinemasının usta ismi Toni Servillo’nun yine yüksek bir performans sergilediği film, geçmişten kaç(ama)ma ile ilgili düşük tonda da olsa gerilim içeren hikâyesi ile bir anti kahramanı getiriyor karşımıza.
Geçmişinde onlarca cinayet olan bir adamın “huzurlu” bir hayat için ailesini terkedip kaçtığı Almanya’da yeni bir kimlikle ve restoran sahibi olarak kurduğu düzen yeni bir Alman eş ve yeni bir çocuk ile de süslenmiş olarak sakin bir şekilde yolunda gidiyor. Kendisini ziyarete gelen iki İtalyan gencin hayatına girmesi ile bu düzenin birden bire bozulması, daha doğrusu bozulma riski taşıması olayların da başlangıcı oluyor. Adamın işlemek zorunda kaldığı yeni cinayet ile tamamlanan filmin yaklaşık üçte ikilik bölümü yukarıda bahsettiğim küçük ve sıkı bir hikâye tanımını doğrulayan anların tümünü içeriyor. Bu cinayetten sonraki bölüm ise kendi içinde farklı bir başarıyı sürdürüyor olsa da ve bir anti kahramanın kaçışının asla son bul(a)mayacağını anlatmak için gerekli olsa da, hikâyeyi bir parça uzatmış gibi görünüyor. Katilin içindeki ruhun asla ölmeyeceğini gösteren hikâyenin başı sonu belli olan örneklerden olması filmin en büyük artılarından biri aslında. Kimi karakterleri, örneğin adamın Alman eşini yeterince işleyememiş olsa da veya restorandaki Alman garson kızla ilgili kimi gelişmeler biraz hızlı ve ikna etmeyen bir şekilde gerçekleşse de hikâye temel olarak ilgiyi canlı tutacak bir düzeyde seyrediyor.
Paolo Sorrentino’nun çarpıcı filmi “Il Divo” örneğinde olduğu gibi kariyerinde birbirinden onca farklı tüm karakterleri aynı başarı ile canlandırabilen Toni Servillo’nun akşam yemeği masasındaki yüz ifadeleri ve vücut dili başta olmak üzere, onun oyunculuğundan çok yararlanan bir film karşımızdaki. Geçmişten kaçılamaz temalı bu hikâyeyi gerçekçi ve cazip kılan en önemli unsurlardan biri onun performansı ve Servillo bunu çoğunlukla düşük tonda bir oyunculuk sergilemesine rağmen başarıyor. Kimi anlarında kara filmleri de çağrıştıran eserde Servillo geride bıraktığını düşündüğü ile yüzleşmek zorunda kalan adamı keyifli bir biçimde canlandırıyor özet olarak.
Gergely Pohárnok’un yansımaları iyi yakalayan görüntülerinin de görsel güç kattığı filmin baş karakteri bana zaman zaman bir başka anti kahramanı, Patricia Highsmith’in Ripley karakterini çağrıştırdı; gizemli bir geçmiş, yalanlar üzerine kurulu bir hayat ve sürekli bir risk altındaki “huzurlu” bir hayat gibi öğeler bu karaktere tıpkı Ripley gibi tuhaf bir çekicilik katıyor. Yönetmen Claudio Cupellini’nin Filippo Gravino ve Guido Iuculano ile birlikte yazdığı senaryo gerilimini yavaş yavaş artırarak seyirciyi elinde tutmayı başarıyor ama bazı anlarında, örneğin iki İtalyan gencin iş için geldikleri kasabanın baş karakterimizin de yaşadığı yer olması gibi tercihlerinde tesadüfe fazlası ile sığınıyor açıkçası. Yine de bunu görmezden gelmek, başta Servillo olmak üzere, iki İtalyan genci canlandıran Marco D’Amore ve Francesco Di Leva’nın da katkıda bulunduğu oyunculukların tadını çıkarmak ve işte o küçük ve sıkı hikâyelerden birine tanık olmak için görülmesi gerekli filmlerden biri. Servillo’nun döktürdüğü mutfaktaki akiam yemeği ve hemn sonrasından yaşananlar yönetmen Cupellini’nin mizansen ustalığını gösterdiği hayli çekici bir bölüm ve özellikle dikkatle seyredilmeli.
(“A Quiet Life” – “Huzurlu Hayat”)