“Her bir yudum bir öncekinden daha iyi gelecek ve bir tane daha içme arzusu uyandıracak. Hadi, bir yudum iç şimdi”
Tuhaf bir parazitin etkisi altında olan bir kadın ve bir erkeğin aşklarının ve kendileri ile ilgili gerçeği keşfetmelerinin hikâyesi.
2004 tarihli ve hayli düşük bütçeli olan ilk filmi “Primer – Kapsül” ile büyük beğeni toplayan ABD’li yönetmen Shane Carruth’un dört yıl sonra çektiği ve şimdilik son çalışması olan bu film tuhaf hikâyesi ve karakterleri ile kesinlikle farklı bir çalışma. İlki gibi yine düşük bütçeli bir film çekmiş Carruth ve ortaya metaforlar, semboller, bilinmeyenlerle dolu bir hikâye koymuş. Ne ne anlama geliyor, aslında ne oluyor, bu düşünce/söz/obje neyin sembolü ve bu metafor ile ne anlatılıyor gibi hususlarda vaat ettikleri ile, bilmeceleri çözme meraklısı olanlar için hayli çekici olacağı kesin olan film, bir yandan da bir aşk hikâyesi anlatmaya soyunmuş. Carruth’a ait olan görüntülerinin başarısına, yine ona ait olan müziğin “farklılığına” ve bu tuhaf hikâyenin karakterlerinden birini canlandırmak gibi zor bir işin altından başarı ile kalkan Amy Seimetz’in performansına diyecek bir şey yok ama, bu tür hikâyeleri benim gibi zaman zaman fazlası ile “bir Amerikan ergeninin sayıklamaları” olarak görme eğilimi olanlar için tüm bunlar filmi başarılı kılmaya yetmeyebilir.
Shane Carruth’un sadece yönetmekle, senaryosunu yazmakla, görüntü yönetmenliğini üstlenmekle ve müziklerini yapmakla yetinmeyip aynı zamanda kurgusuna ve yapımcılığına da katıldığı filmin günah ve sevaplarının büyük bir kısmı ona ait doğal olarak. Filmin bunca öğesine tek başına veya ortaklaşa imza atan bir sinemacının ortaya koyduğu ürünün onun kişisel tatmin aracı olmasının da (böyle olduğunu iddia etmiyorum, ama bende kesinlikle böyle bir duygu yarattığını itiraf etmem gerekiyor) bir sakıncası yoktur belki. Carruth imzalı görüntüler özellikle yumuşak olduğu anlarda hayli etkileyici, kısıtlı bütçeye rağmen set tasarımları kesinlikle çok başarılı ve karakterler zaman zaman bir rüyada gibi bu setler içinde gezinirken, filmin tuhaf bir etkileyicilik kazandığını da kabul etmek gerekiyor. Karakterleri bir andan diğerine atan ve hikâyeyi bildiğimiz anlamda “düz” bir şekilde anlatmayan kurgunun da bir çekicilik kattığını söyleyelim ama ortada çok temel bir soru var bence: Hikâye, tüm bu görsel ve kurgusal oyunlar ve “entelektüeller için bilmeceler” bir kenara bırakılırsa, ne anlatıyor bize veya filmin derdi ne tam olarak? Bu soruya tam da filmin, yani Shane Carruth’un arzu ettiği biçimde, ciddi ciddi akıl yürütmelerle, sembol çözümlemelerle veya maddi/manevi gerçeklikler üzerinden yorumlar üretmekle cevap(lar) bulunabilir kuşkusuz ama sanatın böyle bir ana derdi olmalı mı, ondan emin değilim açıkçası.
Hayli başarılı olan ses çalışmasının zaman zaman rahatsız edici bir tuhaflıkta kullanılan müzikten olumsuz yönde etkilendiği film kesinlikle etkileyici bazı sahnelere sahip. Örneğin, bir adamın intihar eden bir kadın (eşi?) ile son konuşmalarının farklı içeriklerle tekrarlanması veya bir çocukluk hatırasının hangisine ait olduğunu tartışan ikilinin konuşmaları seyircinin dikkatini çekecek sözsel/görsel oyunlar arasında yer alıyor. Henry David Thoreau’nun “Civil Disobedience – Sivil İtaatsizlik” ve özellikle, bir ormanda geçirdiği bir yılı anlattığı ve doğal bir ortamdaki basit yaşamı konu alan “Walden” kitabının sık sık görüntüye girdiği filmin buradaki derdinin ne olduğunun da (örneğin doğadan kopuk yaşayan insanın hal-i pür melâli mi acaba?) seyirci için (elbette meraklısı için) bir bilmeceye dönüştüğü film, sonuç olarak kesinlikle farklı, entelektüel ve tuhaflığı ile ilgi çekebilecek bir çalışma. Hikâyenin “belirsizlik” atmosferinin kimileri için sonradan da film üzerine düşünmeye sevk edecek bir cazibe kaynağı olabileceğini de ekleyelim son olarak, ama bu kesinlikle sadece bazıları için geçerli. Diğerleri için, örneğin benim için, filmden sonraki en kalıcı his yorgunluk oldu.
(“Gizli Kimya”)