Oğulları cinayetten hapse atılan orta yaşlı iki kadının yeni bir hayat kurmak için Kaliforniya’ya taşınarak çocuklar için bir dans okulu açmalarının hikâyesi.
Henry Farrell’ın orijinal senaryosundan Curtis Harrington’ın çektiği, Amerikan yapımı bir gerilim filmi. Aynı isimli sinema uyarlaması büyük ilgi toplayan “Whatever Happened to Baby Jane – Küçük Bebeğe Ne Oldu?” adlı romanı ve kendisinin yazdığı senaryo ve “Hush… Hush, Sweet Charlotte – Sus Sevgilim”adı ile beyazperdeye aktarılan hikâyesi ile 1960’larda epey popüler olan yazar Farrell bu kez doğrudan sinema için çalışmış ve bahsi geçen iki eserindeki atmosferi tekrar yakalamayı hedeflemiş. Ne var ki film aynı başarıyı tekrarlayamıyor ve çoğunlukla soluk bir denemeden öteye geçemiyor. İkinci yarısındaki şaşırtan sürprizleri ile toparlanan film, iki ünlü oyuncusunun (Debbie Reynolds ve Shelley Winters) varlığı ve hikâyesinin şaşırtmacaları ile ilgiyi hak ediyor yine de. Yönetmeninin tercih ettiği gibi, başta bıçaklama sahnesi olmak üzere kimi anları daha sert olabilseydi sonuç farklı olur muydu bilinmez ama diğer iki filme öykünen bu çalışma yeterli derecede olmasa da, gerilim meraklılarının keşfetmekten hoşlanacağı türden bir çalışma.
Çekimler sırasında gerçekten de bir sinir bozukluğu problemi yaşayan Shelley Winters’ın senaryonun problemlerine rağmen zaman zaman gerçekten de sinir bozmayı başardığı bir film bu. Canlandırdığı dinsel inançları yüksek ve üzeri malum nedenlerle oldukça örtülü lezbiyen eğilimleri olan karakter, hikâyenin gizemini üzerinde toplayan ve yaşadığı gelgitlerle filmin gerilimini yaratan ve besleyen bir kadın. Senaryonun gelgitlerinin zamanlamasının her zaman doğru olmaması hikâyenin gerçekçiliğine de zarar vererek, Winters’ı da zora sokuyor ama oyuncu fazla yara almadan atlatıyor bu problemli durumları. İş ve kader ortağı kadını oynayan Debbie Reynolds ise Winters’a göre daha standart bir oyunculukla, yakalamak üzere olduğu mutluluğu kaçırmamaya kararlı karakterini yeterince gerçekçi kılmayı başarıyor. Ona aşık olan zengin adam rolündeki Dennis Weaver’a ise senaryo sadece “hep gülümse” demiş ve o da göründüğü tüm sahnelerde bunu yapıyor ve sadece gülümsüyor.
Kimlerine göre sinema tarihinin en yanlış tanıtımlarından biri bu film için yapılmış ve bu da filmin gişe gelirini hayli olumsuz yönde etkilemiş. Gerçekten de, gerilimini ve nasıl çözüleceği belli olmayan hikâyesinin sonunu açık eden bir tanıtım filmi hayli yanlış bir tercih bu tür bir film için. “Reklâm” ile ilgili bu yanlış tercihin yanısıra daha önemli sorunları da var filmin. 1930’larda geçen hikâyede filmin siyah-beyazdan renkliye geçişinin ve hikâyeye gerçekçilik katmanın şık bir yöntemi olarak düşünüldüğü anlaşılan ve Roosevelt ve eşini karşımıza getiren belgesel görüntüler ne yazık ki biçimsel olarak işe yarasa da içerik olarak hayli ilgisiz duruyor senaryonun geri kalanı ile. David Raskin imzalı ve gerilimi destekleyen orijinal müzik çalışması ve usta isim Lucien Ballard’ın görüntülerinin ciddi katkı sağladığı filmde Ballard’ın tercih ettiği nostaljik tonlar dikkat çekiyor. Pek çok sahnede kahverengi veya ona yakın renkler görüntüyü kaplıyor ve “eskimişlik” duygusunu canlı tutuyor. Kritik bir sahnede bir odanın duvarlarının renginden karyolaya abajurdan Winters’ın kıyafetine ve duvarda asılı haça kadar hemen her şey kahverengi olarak seçilmiş ve bu da açıkçası görsel açıdan işe yaramış, filme kattığı nostalji ile.
Nostalji deyince, filmin Hollywood boyutuna da değinmek gerekiyor. Hikâyenin geçtiği yıllar hemen tüm annelerin çocuklarından yeni bir Shirley Temple yaratmaya çalıştığı dönem ve iki kadının açtığı dans okulu da bu hırslı annelerin çocuklarını büyük ümitlerle taşıdığı bir yere dönüşüyor. Bu okulun varlığı anlaşılabilir kılsa da, herhalde Debbie Reynolds’ın müzikallerdeki yeteneği ve geçmişi de düşünülerek filme bolca yerleştirilen dans ve müzik sahneleri hikâyenin gerilimini azaltmaktan başka bir sonuç vermemiş gibi görünüyor. Bu pek gerekli görünmeyen veya gereğinden fazla kullanımının zarar verdiği müzikal öğelerin yanında, filmdeki varlıklarını sorgulatan karakterleri de var hikâyenin. Örneğin “cüce kadın” veya evsiz adam hikâyeye hayli zorlama bir şekilde sokulmuşlar ve beklenen gerilimi de yaratamıyorlar. Okulda oyunculuk ve diksiyon dersi veren adam da onca sahnesine rağmen ne yeterince önemli olabiliyor ne de amaçlananın tersine yeterince kuşkulu bir karakter olarak gösterebiliyor kendisini.
Önemli kusurlarına rağmen, “erkeksiz iki kadın”lı gerilim filmleri serisini tamamlamak isteyenler için görülmesi şart olan film, hem yarattığı nostaljik öğeler hem de bugün kendisi de nostaljinin bir parçası olması ile kimi sinemaseverlerin ilgisini çekebilir ayrıca.
(“Helen’in Nesi Var?”)