“Korkuyorum anne. Senin kim olduğunu bilmiyorum. Benim kim olduğumu da. Kimsin sen? Ben kimim?”
Bir kazada ölen kocasının klonunu doğuran bir kadının ve “oğlunun” hikâyesi.
Macar yönetmen Benedek Fliegauf’dan İngiliz ve Fransız baş oyuncular ile İngilizce olarak ve Almanya’da çekilen bir Almanya, Fransa ve Macaristan ortak yapımı. Bu küresel çabanın sonucu son yılların netameli konusu insanların klonlanması ve bunun sonuçları üzerine bilim kurgusal öğeler de taşıyan ama dram yanı ağır basan bir film olmuş. Klonlamanın yaygın olduğu ama “normal” insanların klonları şu ya da bu ölçüde dışladığı bir yakın gelecek toplumunda geçen film kimi parlak öğelerine karşılık farklı konusunu yeterince iyi işleyememiş görünen ve görüntülerdeki ve atmosfer yaratmaktaki başarısını hikâyesinde aynı ölçüde tekrarlayamamış bir çalışma.
Filmin adının önce “Clone – Klon” sonradan “Womb – Rahim” olması aslında filmdeki kafa karışıklığının da bir göstergesi; hikâye klonun kendisine mi yoksa bu klonu doğuran ana rahmine mi, bir başka deyiş ile doğurulana ve onun yaşadıklarına mı yoksa doğuran ve bu doğuranın doğum sonrası yaşadıklarına mı odaklanacağını iyi belirleyememiş görünüyor. Kocasını doğuran kadın hikâyesi filmin geçtiği yakın gelecekte en azından bugüne göre daha normal karşılanıyor gibi görünüyor ve filmde annesini doğuran insanlar da yer alıyor örneğin. Ensest tanımını kökünden sarsan bir hikâye şüphesiz karşımızdaki ve bu rahatsız edici yanı ile bir yandan da bilimin karşımıza çıkardığı veya çıkarmak üzere olduğu bir sorunsal durumu da sergilemeye çalışıyor. Tam da burada şunu sorgulamak gerekiyor: Klonlamayı bugünün insanları olarak nasıl karşılamamızı bekliyor bu hikâye? Enseste kayan bir durum olmasaydı ve hikâyenin trajikliğine bu anlamda bir ilave daha gelmeseydi, klonlamayı film kendisi nasıl görüyor? Bu soruları cevapsız bırakan bir film bu ve cevap üretmek yerine bir durumu sergilediği söylenerek de bu cevapsızlık izah edilemez. İzah edilemez çünkü etik açıdan, bilimsel açıdan, toplumsal açıdan ve inançlı insanlar için inançlar açısından çok önemli bir konu bu. Klonlamaya karşı çıkan tek kişinin ölen adamın annesi olması da açıklanabilir bir durum değil açıkçası. Jonathan Glazer’ın 2004 tarihli “Birth” adlı filminin bu film ile kıyaslandığında hayli masum görüneceğini de ekleyelim son olarak.
Benedek Fliegauf tüm film boyunca görsel dili ile zaman zaman hayranlık uyandıracak başarılara erişiyor. Başta deniz kenarında geçen tüm sahneler olmak üzere her bir kamera açısı, çerçevenin içindeki nesnelerin yerleşimi ve hikâyeye hâkim olan grilik yönetmenin görsel yeteneklerinin açık birer kanıtı. Görüntülerin bu güzelliği her ne kadar bazı anlarda kıyısına kadar yaklaşsa da bir klip güzelliği değil ve sadece güzellikleri için değil asıl olarak filmin atmosferine katkıları için oradalar. Evet görsellliği bu denli başarılı olan filmin hikâyenin akışında da aksadığı hayli fazla sayıda nokta var. Örneğin kadın kahramanın on iki yıl sonra geri geldiğinde çocukluk aşkına hâlâ aynı kuvvetli sevgiyi hissediyor olması ve bunun karşılıklı olması çok da inandırıcı değil ve bunun nedeni de çocukluk aşkının onca yıl sonra nasıl bu denli canlı kalabildiği değil sadece. Bu aşkın anlatıldığı çocukluk bölümlerinin aşkı ve bu aşkın kalıcılığını kesinlikle yeterince güçlü hissettiremiyor olması asıl problem. Öyle olunca da filmin trajik yanını başlatan klonlama kararını da anlamak pek kolay olmuyor. Üstelik ölen kocanın klon hayvanlardan oluşturulmuş bir eğlence parkına sabotaj yapmayı planladığını düşününce, kadının sevgilisini klonlaması da pek anlaşılır olmuyor.
Fliegauf’un birkaç kısa sahne dışında müziği kullanmaması ve dış seslerin de çok az işitilir olması seyircinin görüntünün kendisine odaklanmasına yardımcı oluyor ve yönetmen kimi sahnelerde, örneğin oyuncak dinozorun gömülmesi, bu görüntülerin etkileyiciliğini zirveye taşıyor. Sessiz ve hareketsiz kimi anlar bu tip bir anlatımdan rahatsız olmayan seyirciler için hayli çarpıcı özetle ama bu anlatım hikâyenin bu akışı için doğru bir tercih mi, orası tartışılır. Görüntülerin atmosferi yoğun duyguları ve bir tedirgin edici havayı destekliyor ama anlaşılan yönetmen eninde sonunda geleceği noktanın, doğurduğuna aşık olan/olacak kadının telaşında olduğu için bu görüntülerin hikâyenin doğru parçası olarak algılanması üzerinde düşünmeyi ihmal etmiş görünüyor. Yine de Péter Szatmári’nin görüntüleri karşısında bravo demek gerekiyor. Kadında Eva Green aksamıyor ama filmin asıl yıldızı hem adamı hem çocuğunu canlandıran Matt Smith. Babanın çocuksu yanını ve çocuğun daha küçükken kendisini hissettiren olgun yanını aynı ustalıkla canlandırıyor sanatçı. Babanın annesini oynayan ve benim özellikle “Another Year” filminde hayran olduğum Lesley Manville de kısa rolünde çarpıcı bir performans veriyor.
Hikayenin potansiyel olarak taşıdığı ahlâki içeriği ve bu içeriği ele almak için gerekli psikoseksüel bakışı yeterince taşıyamamasının ciddi bir zaafiyete neden olduğu filmin, benzer şekilde etiğin bu denli önemli olduğu bir konuda yeterince fikir beyan etmemiş olmaması da zayıf bir başka noktası. Kimi zaman soyuta kayan sinema dilinin konunun somut boyutlarını dile getirmeye çalıştığı anlarda aksadığını da söylemek gerek. Özetle yapılanın “ahlâk dışılığını” dile getirmeden sonuçları anlatmaya soyunmak doğru bir tercih olmamış film için.
(“Clone” – “Rahim”)