Yoksul – Zeki Ökten (1986)

“Şimdi piyasa serbest, aslanım. Gözünü aç!”

Büyük bir iş hanının çay ocağında çalışan ve tek amacı biraz para kazanıp sevdiği kızla evlenebilmek olan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı bir Türkiye yapımı. Tüm Türkiye’nin üzerinden bir silindir gibi geçen 12 Eylül darbesinden sonra kendisine gelmeye çalışan Türkiye sinemasının 1980’lerdeki ilginç örneklerinden biri olan çalışmanın, açılış jeneriği sırasındaki çok kısa görüntüler dışında tamamı bir iş hanının içinde geçiyor. Özal’ın serbest piyasa ekonomisinin hâkim olduğu ülkede bu hanı Türkiye’nin mikrokozmosu gibi kullanan film -bir parça fazla- iddiasız bir havada aslında hayli doğru ve güçlü bir resmini çiziyor toplumun. 1980 darbesi öncesindeki toplumsallaşmanın tam tersi yönde bir bireyselliğe dönüşmeye teşvik edildiği bir dünyayı tümü ilginç ve gerçekçi karakterlerle anlatan ve Kemal Sunal’ın “İnek Şaban”lığın izlerini taşısa da artık daha “ciddileşen” iyi bir performans gösterdiği film dönemin ilgiyi hak eden yapıtlarından biri.

Film İstanbul Mahmutpaşa’daki Büyük Abud Efendi Hanı’nda çekilmiş. 1887 yılında (bazı kaynaklara göre 1895) Suriye kökenli bir tüccar olan Abud Efendi tarafından yaptırılan hanın mimarı bilinmiyor bugün ve bu bilgisizlik Türkiye’nin hamasetle bakarak boş bir milliyetçilik yapmak dışında geçmişi hakkında pek de bir şey bilmediğini ve daha da kötüsü bilmeye de pek gerek duymadığını gösteriyor. Oysa örneğin bu hanlar yaptıranları, mimarları, ilk günlerinden günümüze geçirdikleri değişimleri ve tanık oldukları ile ülke tarihi ve bu topraklar hakkında çok şey anlatabilir meraklısına. Zeki Ökten’in filmi işte bu hanlardan birini mekân olarak kullanırken, onun ve içindekilerin üzerinden bir Özal Türkiyesi resmi çiziyor bize. 24 Ocak 1980 kararları ile başlatılan neo-liberal politikaların sürdürülebilmesi için gerekli toplumsal düzenin kurulması ve bu politikalara itiraz edeceklerin ortadan kaldırılması hedefine hizmet eden darbenin üzerinden 6 yıl geçmişti filmin çekimleri başladığında. Özal başbakan, Kenan Evren cumhurbaşkanıdır; serbest piyasa, döviz kurları ve köşeyi dönme konuşmaları ve anlayışı bu iş hanının bir örneği olduğu gibi tüm Türkiye’ye hâkimdir. Handaki çay ocağında çalışan ve herkesin Yoksul diye çağırdığı (gerçek adını hiç öğrenemiyoruz) adam bir yandan hırslı patronunun eziyetlerine katlanmakta, diğer yandan da onda biriken alacaklarını alıp aynı handa çalışan sözlüsü ile evlenmeyi planlamaktadır. Yoksul yaptığı iş gereği handaki her yere girip çıkabildiğinden herkesin sırrına ve dönen dolaplara hâkimdir. Film de onun handakilerle ilişkileri üzerinden bize “serbest piyasa” ile birlikte gelen ve rahatlıkla “serbest ahlâk” diyebileceğimiz bir yoz dünyayı anlatmaya soyunuyor.

Sunal’ın Türk seyircisinin çok sevdiği Şaban tiplemesinden ve onun türevlerinden uzaklaştığı ilk film denebilir bu çalışma için. Usta oyuncu -senaryonun da desteklemesi ile- birkaç sahnede üzerine yapışan bu tiplemeyi çağrıştırıyor belki ama genellikle hikâyenin gerektirdiği ton ve oyunculuk anlayışına uygun bir performans gösteriyor. Burada herhalde hem onun hem de filmin yaratıcılarının karşı karşıya kaldığı bir ikilemden söz etmek gerekir: Sunal’ın seyirciyi hemen yakalayan ve onun ilgisini garantileyen klasik tiplemesine sadık kalmak veya onun tam karşı noktasına düşen ve çok daha ciddi bir havası olan bir karakterle ilerlemek. Anlaşılan Umur Bugay ve Zeki Ökten ikincisine bir parça daha yakın duran bir seçenekte karar kılmışlar. Bunun artıları ve eksileri olmuş elbette; Sunal’ın eski tiplemelerine alışmış bir seyirci için hem karakteri hem de hikâye yeterince eğlenceli görünmüyor çünkü ve bu öneml bir risk. Üstelik gerekliliği tartışılacak birkaç sahnede o alışılan tiplemeye göz kırpmaktan da kendini alamamış senaryo ve dolayısı ile Sunal, ki bu durum da zaman zaman bir uyumsuzluk olarak gösteriyor kendisini. Öte yandan filmin, meselesini ki hayli önemli bir mesele bu, Sunal gibi büyük bir gücün desteği ile seyirci karşısına çıkarabilmesi ve böylelikle hayli eleştirel olan bir hikâyeyi daha geniş kitlelere aktarabilme şansı bulması oldukça önemli olsa gerek. Burada şunu da belirtmek ve Sunal’ın ve önceki popüler güldürülerinin hakkını da teslim etmek gerek: O filmlerde de sıkça dozu kaçan bir sululuk olsa da, yine de döneminin değelerine, düzenine ve toplumuna hep bir eleştiri vardı ve ortalama Yeşilçam seyircisinin o filmleri benimsemesinde bir şekilde orada kendi hayatından izler bulmasının da önemli bir etkisi vardı. O filmlerin bugün de popülerliklerini hemen hiç yitirmemiş olmaları da bunun kanıtı kuşkusuz.

İlk kareden başlayarak dönemin popüler şarkıları sık sık kulağımıza çalınıyor filmde. Arabesk ağırlıklı bu şarkılar ama o “damardan arabesk”ten çok, 1980’lerin pop, fantezi ve türkü ile buluşan arabeski söz konusu burada. “I Love You” (I Love You / Do You Love Me / Yes, I do sözleri ile arsızca devam eden meşhur şarkı), “Seni Sevmeyen Ölsün”, “Deli Gönlüm”, “Gülüm Benim” vb. şarkılar oldukça akıllıca kullanılıyor filmde. Açılışta Mahmutpaşa’nın esnafı, hamalları ve ucuz alışveriş için oraya doluşmuş kalabalığını karşımıza getiren kamera şarkıdan şarkıya atlayarak görüntülediği kaosu destekliyor ve daha da önemlisi, bu şarkıların bir ortam sesi olarak algılanmasını sağlıyor. Bir ortam sesi, çünkü söz konusu şarkılar o dönem toplumun geniş bir kesiminin bolca dinlediği melodilerdi ve hanın içinde Yoksul farklı odalara girip çıktıkça çalışanların hayatlarının hep bu şarkılarla çevrili olduğunu görüyoruz. Ökten’in, şarkıları filme bir renk katmak için değil, karakterlerin ve öykünün doğal bir parçası olarak -doğru bir biçimde- saptaması ve değerlendirmesi filmin önemli başarılarından biri.

Bugün han içinde hâlâ aynı şekilde duran ve filmin afişinin asılı olduğu çay ocağında çalışan Yoksul’un gözlediği ve içinde kendi yolunu bulmaya çalıştığı hayatı anlatan filmde para başrolde aslında. Pahalılık, zam, ekonomi, tefecilik, faiz, döviz, KDV (Özal 1985 yılında Türkiye’nin hayatına sokmuştu bu vergiyi), serbest piyasa, imar affı ve hatta Yoksul’un ağzından duyduğumuz liberalizm sözcüğü hikâyenin başından sonuna kadar sürekli olarak parayı gündeminde tutuyor hikâyenin. Herkesin kendi çıkarları peşinde koştuğu ve Özal’ın kötü şöhretli “Benim memurum işini bilir” sözüne uygun bir biçimde “işini bildiği” bu hikâyede çizilen dünyanın sahiciliği her anında hissettiriyor kendisini ve bunda mekânların gerçekliğinin önemli bir payı var. Hiçbir set tasarımının elde edemeyeceği bir otantik havayı bu sayede yakalıyor Ökten’in filmi ve Bugay’ın o hayatın içinden çekilip alınmış görünen sahici karakterleri ile birlikte filmin gerçekçiliğini oldukça üst bir düzeye taşıyor. Mahmutpaşa civarındaki o hanlardan herhangi birine girmiş herkesin yakalanan gerçekçiliği onaylayacağı bir başarı bu. Aslında olaylarla dolu bir hikâyesi yok senaryonun ve bu açıdan filmin önemli bir riski göze aldığı açık ama hedefini oldukça mütevazı tutan filmin bunun yerine, yaptığı tercihle 1980’ler Türkiye’sinin oldukça doğru bir profilini çizebilmesi bu olaysızlığı unutturuyor çoğunlukla.

Filmin tüm karakterleri, Yoksul’un kendisi dahil olmak üzere, ahlâki açıdan sorunlu ve anlaşılan Bugay’ın senaryosu Türkiye’de darbe ve onun tüm topluma egemen olmasını sağladığı liberalleşmenin ülkenin ahlâki temellerinin sarstığının sembolü olarak kullanmış bu karakterleri. Yoksul’un “Elbet bizim de fikrimizin sorulacağı gün gelecek”cümlesi ise karşılığını buluyor ama acı bir şekilde; onun şikâyetçi olduğu düzenin parçası olarak bu hesabı sorabilecek hâle gelmesi şeklinde gerçekleşiyor bu. Özetle, bir Sunal filminden bekleneceğinin hayli ötesinde karanlık bir tablo bu çizilen; bu tabloya katılan mizah ise o kadar güçlü değil. Örneğin “Şimdi konuşamaz, ölüyor; sonra arayın” sahnesi eski Sunal filmlerinde göreceğiniz türden ucuz bir mizah örneği. Buna benzer başka anlar ve sözlü espriler de var filmde ve ne eski Sunal’ı arayanlar ne de daha farklı bir mizah bekleyenleri tatmin edebilir bu bölümler.

Filmin alçak gönüllülüğünün bir parça ileri gittiğini de söylemek gerekiyor. Ökten bir başka dönem eleştirisi hikâyesi olan ve Özal’lı yılların gerçek resimlerinden birini ortaya koyan “Faize Hücum”da (1982) çok daha çekici ve dolu bir öykü anlatmıştı bize. Burada ise belki ekonomik koşulların da etkisi ile daha mütevazı bir tavır tercih edilmiş ve bu seçim de filmin lehine olmamış her zaman. Açıldığı gibi bir gürültü (başta hanın dışındaki hayattan gelen gürültü burada yerini hanın içinden gelene bırakıyor) ve o gürültünün içinden gelen şarkılar ile kapanan film o kaotik yozlaşmaya bir bakış atan ve bunu iddiasız bir şekilde yapan bir çalışma. Bugay’ın senaryosunun onlara sağladığı olanakları çok iyi değerlendiren tüm oyuncuların tam bir takım performansı sergilediği film için Zeki Ökten, 2006’da Ali Karadoğan ile yaptığı görüşmede “Yoksul diye bir film çektim, insanlar anlamadı ama. İnsanları yoksul, yoksul diye bağırttım.” demiş. Günümüzde yaşanan ekonomik ve sosyal sorunların asıl kaynaklarından birinin 1980’lerin politikaları olduğunu düşününce, Ökten’in bu alçak gönüllü yapıtının önemini koruduğunu ve ilgiyi hak ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

(Visited 461 times, 9 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir