You’ll Like My Mother – Lamont Johnson (1972)

“O son iki haftada Matthew bana en az yüz kez şöyle demişti: “Annemi seveceksin”; ama şimdi fark ediyorum ki nedenini hiç söylemedi”

Kısa süre önce kaybettiği eşinin daha önce hiç tanışmadığı annesini ziyaret etmek için yola çıkan hamile bir kadının, gittiği evde yaşadığı tuhaf olayların hikâyesi.

Doğaüstü olaylar, gizem ve gerilim dolu eserleri ile tanınan ABD’li yazar Naomi Agans Hintze’nin 1969’da yayımlanan ve ilk romanı olan, aynı adlı kitabından uyarlanan bir ABD filmi. Senaryosunu Jo Heims’in yazdığı ve yönetmenliğini Lamont Johnson’ın yaptığı filmin gösterime girmesinden 5 yıl sonra iki kişinin öldürüldüğü, ABD’nin ünlü malikânelerinden biri olan ve Minnesota’nın Dulth şehrinde yer alan Gleensheen adlı malikânede çekilen film çok büyük bir kısmı tek bir mekânda geçen, kısıtlı sayıdaki karakteri sayesinde hikâyesine seyircinin odaklanmasını kolaylaştıran ve yönetmen Johnson’ın orijinallikten uzak ama işini gören çalışması ile kendisini seyrettirmeyi başaran bir çalışma. Senaryosunda, bazıları ciddi, inandırıcılık problemleri olan yapıt gerilim / korku meraklılarını kısmen tatmin edebilecek olsa da, oyuncularının performansı ile de değer kazanan, ilgi ile seyredilebilecek bir film.

Kısa bir flört döneminden sona evlendiği eşi Vietnam Savaşı’nda uçağı düşünce hayatını kaybeden ve hamileliğinin son dönemlerine giren genç bir kadın Francesca (Patty Duke). Eşinin hep övdüğü annesini ziyaret etmek için Los Angeles’tan Minnesota’ya kış vakti bir yolculuk yapar ama kendisine söylenenenin aksine hiç de sıcak karşılanmaz gittiği malikânede. Kayınvalidesi Katherine (Rosemary Murphy), Kathleen (Sian Barbara Allen) adındaki zihinsel özürlü genç kızı ile birlikte yaşadığı evinde karın yolu kapatması nedeni ile misafir etmek zorunda kalır Francesca’yı. Eşinin anlattıkları ile karşılaştığı manzaranın farklılığı genç kadını yavaş yavaş şüphelendirirken; bir yandan evden bir an önce çıkma, diğer yandan da bebeğini koruma çabası kadının zor bir oyunun parçası olmasına yol açacaktır.

Hamile bir kadının, üstelik de daha önce hiçbir temasının olmadığı, mektuplarını bile cevaplamayan birisi ile tanışmak için kış vakti bu kadar uzun bir yolculuğa çıkması senaryonun herhalde inandırıcılıktan en uzak yanı. Bu yolculuğun son kısmını kar altında yürüyerek yapması bu problemi daha da artırıyor elbette. Film hikâyenin başında seyirciye ve aslında kadına, gittiği evle ilgili tekinsiz bir şeyler olduğunu ima ediyor ve hamile kadın eve yaklaşırken, içeriden pencerenin dışını görüntüleyen kamera da bir gözetlenme havası yaratıyor. Birkaç kedi yavrusunun boğulmasından sıradan bir olaymış gibi bahsedilmesi ve özürlü genç kızın varlığı başta olmak üzere, peş peşe pek çok beklenmeyen durumla karşılaşılması hikâyenin gerilimini artırıyor yavaş yavaş; belki çok güçlü bir gerilim değil bu ama seyircinin ilgisini hikâye üzerinde tutmaya yetiyor çoğunlukla. “Anlaşılan Matthew’un sana bahsetmediği çok şey var” cümlesinin arkasındaki gerçeğe giden yol sıkı bir gerilim filminden beklenenin altında bir güce sahip olsa da, başta oyuncuların performansından aldığı destek sayesinde olmak üzere, film vasatın hep bir parça üzerinde kalmayı beceriyor.

Bir sokak kedisinden olan yavruları katledilen cins kedinin trajik bir şekilde sonlanan hamileliği ile kadının hamileliği arasında bir bağlantı kurmaya çalışmaması ilginç senaryonun; daha doğrusu, eğer böyle bir bağlantının peşine düşülmüşse bunu pek hissettiremiyor seyirciye. Francesca’nın evdeki bazı keşiflerinin bir parça zorlama olması ve malikânenin tüm o yüzleşmeler, gizemler, saklanmalar ve sırlar için atmosferi açısından uygun olsa da, yine de genç kadının mücadelesi için yeterince ikna edici olamaması gibi sıkıntıları da var filmin. Buna karşılık, inşaatı 1908’de tamamlanan ve 1977’de ev sahibesinin ve bakıcı olarak yanında olan hemşirenin cinayete kurban gittiği Gleensheen’in filme hafif gotik bir tat kattığını da söylemek gerekiyor. İlginç bir not olarak, filmdeki Katherine karakterinin eskiden hemşirelik yaptığını da ekleyelim.

Seyirciyi ters köşeye yatıracak bir “Kahraman prens son anda yetişir” sahnesi gibi artıları olan filmin iyi sonuç vermemiş tercihlerinden biri “iç ses kullanımı”; öykünün bazı kritik sahnelerinde başvurulan bu yol sanki görsel olarak çözüm bulunamayan durumların kurtarıcısı olarak düşünülmüş gibi ama sinema açısından çok da çekici bir sonuç çıkmamış ortaya. Farklı objektif kullanımı ise aslında oldukça ham bir üslûp gibi görünse de, filmin genel havasına uygun ve Johnson’ın zaman zaman monotonlaşan sinema dilini dengeliyor. Yapıtın belki de asıl kozları ise oyuncuların performansları; Patty Duke karakterinin hamileliğinin ve anneliğinin kırılganlığını ve doğal gücünü birleştirebilen performansı ile göz doldururken, Rosemary Murphy -zaman zaman uzaklaşsa da- olgun ve sade oyunculuğu ile karakterini kolaylıkla kayabileceği bir gotik karikatür olmaktan ustalıkla uzaklaştırıyor. Sian Barbara Allen ise belki de hikâyedeki en zor rolün altından hiç aksamadan kalkıyor ve yeni oyuncu dalında Altın Küre adaylığını hak ettiğini gösteriyor. Öyküye sonradan katılan ve gizemli kuzen Kenneth’i canlandıran Richard Thomas ise bu suçlar, yalanlar ve sırlar üzerine kurulu hikâyenin odağındaki karakterinde işini yapıyor çoğunlukla. Sırlarının önemli bir kısmını çabuk ele veren ve ikinci bir izlemeyi keyifli kılacak düzeye ulaşamayan film yine de klasik türden bir gerilim eseri izlemek isteyenler ve çok yüksek beklentileri olmayanları kendisine çekebilir rahatlıkla.

(Visited 100 times, 16 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir