Tian Zhu Ding – Zhangke Jia (2013)

“Günahını anlıyor musun? Günahını anlıyor musun?”

Modern Çin’de geçen dört farklı şiddet hikâyesi.

Çinli usta sinemacı Zhangke Jia’dan günümüz Çin’inde yaşanan dört bağımsız şiddet hikâyesi. Çin’in kendine özgü ekonomik ve sosyal düzeninin kıskacına aldığı karakterlerin uyguladığı “orantısız” şiddetin sert bir resmini çizen film Cannes’dan en iyi senaryo ödülünü almıştı. Jia’ya ait olan senaryo bu dört bağımsız hikâyeyi ufak noktalar dışında (bir hikâyedeki iki karakterin yer aldığı bir posterin bir başka hikâyede kahramanın önünden geçtiği bir duvarda asılı olması gibi) birbirine bağlama gereği duymadan anlatıyor bize ama anlatılanların arka plandaki ortak temalar çok fazla kuşkusuz. Zaman zaman stilize bir anlatım kazanan film hikâyelerin tümündeki karakterleri hemen hiç falso vermeden benzersiz bir biçimde derinleştirebilmesi ile Cannes’dan aldığı senaryo ödülünün de hakkını veriyor kesinlikle.

Zhangke Jia’nın bu filminin Çin’de gösterim izni alabilmesi oldukça şaşırtıcı olmuş ülkedeki sinema çevrelerinde çünkü sosyal konulara (ve çok daha sakin filmlerle) ağırlık vermesi ile bilinen yönetmenin yine bir sosyal konuyu, bu kez üstelik oldukça sert şiddet sahneleri ile anlattığı hikâye Çin’in “imajı” açısından değerlendirildiğinde çok parlak bir resim çizmiyor. Sansür kurulunun gösterimine izin verip medyaya filmle ilgili yazı, yorum vs. yayınlama yasağı koyması ile Çin’e özgü tuhaflıkların nesnesi olan film için öncelikle “şiddet” ve “sertliği” ile ilgili bir şeyler söylemek gerekiyor. İlk hikâyeden sonuncusuna kadar tümünde ana karakterler bir şiddetin ya uygulayıcısı ya da hem uygulayıcısı hem de kurbanı oluyorlar. Her şiddet eyleminin ardında bir gerekçe var ama gerekçe ile şiddet arasında modern dünyadan çok hukukun, adaletin ve toplumsal huzurun olmadığı ilkel bir dünyaya yakışabilecek bir ilişki var. İlk hikâyedeki eylemlerin sahibi olan adam zimmet ve rüşvetle zenginleşen yerel yöneticilere karşı adaletin kuralları içinde bir şey yapılamayacağını düşününce (fark edince de diyebiliriz), onlardan başlamak üzere bir şekilde “kötü” olan tüm karakterleri birer birer temizlemeye başlıyor. İkinci hikâyedeki şiddetin uygulayıcısı ise “amaçsız” görünen ve belki de, karısına söylediği “köyde yaşamak çok sıkıcı, ateş etmek sıkıcı değil” cümlesi ile özetlenebilecek bir yaşam biçimi olarak şiddeti benimseyen bir adam. Üçüncü hikâyenin kadın baş karakteri ise karşı karşıya kaldığı şiddete karşılık vererek, şiddetin ürettiği şiddet türünün bir örneğini veriyor seyirciye. Son hikâyedeki şiddet ise fiziksel olmaktan çok manevi bir şiddet ile örülü bir hayatı olan genç adamın bu kez şiddeti diğerleri gibi başkalarına karşı değil ama belki de çok daha sert bir biçimde kendisine uygulamasını anlatıyor bize. Tüm bu hikâyelerde modern Çin toplumundaki husursuz, mutsuz ve karamsar karakterlerin saptıkları yolları şiddet teması üzerinden anlatıyor jia ve gerçekten de etkilemeyi başarıyor seyredenleri. Ve yine tüm bu hikâyelerin ortak bir öğesi daha var ki Çin’in “sosyalist pazar ekonomisi” adı ile tanımlanan ekonomik sisteminin nihayetinde kapitalizmin pek çok temel unsurunu barındıran bir yapı olduğunu bize çok net anlatıyor; tüm hikâyelerde para önemli bir yer tutuyor olan bitenlerde.

İlk hikâyede köye ait madenin satılması ile kazanılan paradan köyün payını vermemekle suçlanan yöneticilere duyulan öfke ile işlenen cinayetler, ikincisinde yerini adeta ateş etmeyi ve öldürmeyi sıradan ve belki de keyif verici görüp tam bir soğukkanlılıkla para için sıradan insanları öldüren bir adamın faili olduklarına ve üçüncüde zenginliğin verdiği güçle diğerlerini kendi kölesi olarak gören mafyavari insanların öldürülmesine bırakırken, son hikâyede kendi yoksulluğu ile zenginlerin diğerlerini her anlamda sömürmesine tanıklığı arasında kalan gencin uyguladığı başka türden bir “cinayet” çıkıyor karşımıza. Giong Lim’in modern havalı orijinal müziği ile geleneksel müziklerden oluşan soundtrack’in başarısı ve Nelson Yu Lik-Wai’nin gerçekten etkileyici kamera çalışması ile de hayli keyif veren filmde yönetmenin şiddetin gösterim dozu ile ilgili tercihleri sert kaçabilir pek çok seyirci için. Herkesin kendi gücünün yettiğine şiddet uyguladığı bu sahnelerde bol bol kan akıyor ve örneğin üçüncü hikâyede Jia hayli stilize görüntülerle ve kadını adeta bir Uzak Doğu aksiyon filmi figürü gibi göstererek şiddetin altını çiziyor. Bir otobüs yolculuğunda seyredilen film veya bir kahvede sıradan bir şakalaşmanın dönüştüğü kavga gibi öğeler şiddetin günlük hayatın içinde nasıl “doğal” bir biçimde yaşadığını söylüyor seyirciye sık sık. Oldukça “düz” ilerleyerek ama tam da bu nedenle daha da etkileyici olan ilk hikâye, haber verdiği ama yine de şaşırtıcı kılmayı başardığı şiddeti ile ikinci hikâye, temposu bir parça ağır olan ama finali ile görselliğin üst boyuta çıktığı üçüncü hikâye ve şaşırtıcı ve “ani” bir şiddet ile sonlanan hikâyesi ile senaryonun hayli öne çıktığı bir film bu ve Jia her hikâyeyi uygun bir görsel tavır ile anlatarak senaristliğindeki başarıyı yönetmenliğinde de gösteriyor. Buradan bol bol seyrettiği Hong Kong aksiyon filmlerinin havasını ve biçimciliğini günümüz sinemasına taşıyan ama anlattığı dünyanın dertleri ile aslında pek de ilgilenmeyen Tarantino’ya da selam gönderip, Jia’nın şiddeti sömürmeden ve karakterlerin içine atıldığı ve yaşamak zorunda bırakıldığı dünyanın gerçeği olarak gösteren tercihini de ayrıca takdir edelim. İki yönetmenin farkını belki şu şekilde de anlatabiliriz ki derdimizi çok daha iyi ifade etmiş oluruz. Tarantino ergenlik çağındakiler için yazılmış çizgi romanları görselleştirirken, Jia burada yetişkinler için yazılmış ve nerede ise roman hacmindeki hikâyeleri sosyal meseleler üzerine dertleri olan bir sanatçı olarak getiriyor karşımıza. Hayli kötümser ve en az kötümserliği kadar etkileyici bir film, özet olarak.

(“A Touch of Sin” – “Günahkâr Dokunuş”)

Blue Ruin – Jeremy Saulnier (2013)

“Korkunç olan ne, biliyor musunuz? Sadece babam annenizi sevdi diye… hepimizin sonu ölüm olacak”

Ebeveynlerini öldüren katilin temyiz ile tahliye olduğunu öğrenen bir adamın intikam hikâyesi.

ABD’li Jeremy Saulnier’in 2013 Cannes Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü kazanan filmi. Saulnier filmini çekmek için gerekli parayı “Kickstarter” adlı bir “Kitle Fonlama” platformu üzerinden 438 destekçinin verdiği 37.828 Amerikan Doları ile sağlamış. Bir intikam, hatta kan davasına dönüşen bir intikam hikâyesi anlatan film intikam temalı western filmlerini hatırlatan, şiddet ve kan göstermekten kaçınmayan, sert ve aynı zamanda düşündürücü olabilen bir çalışma. Saulnier’e ait olan senaryodaki bazı açık noktaların veya gösterdiği şiddetin rahatsız edici olabileceği film minimal bir giriş yapıp sonra çok farklı sulara açılması ile de dikkat çekiyor. Sonuçta bir intikam filmi karşımızdaki ama içinde yaşadığımız şiddet dolu dünyanın ve özellikle ABD’deki bireysel silahlanmanın boyutları üzerine düşündürdükleri ile de önemli bir çalışma.

Elden düşme ve hurda görünümlü bir arabada yaşayan, banyo yapmak için başkalarının evine giren ve polislerin tanıdığı ve dokunmadığı evsiz bir adamın görüntüleri ile başlıyor filmimiz. Ve kendisine anne ve babasını öldüren adamın cezaevinden tahliye olduğunu söyleyen kadın polisle olan sahneden başlayarak filmin senaryosu B sınıfı bir western havasında ilerlemeye başlıyor. Tıpkı bu filmlerdeki gibi karakterlerinin pek çoğunu derinleştirmeye ihtiyaç duymadan, seyircinin ilgisini ve temposunu hep ayakta tutarak ve başta şiddet ve kan olmak üzere pek çok şeyi de doğrudan göstermekten çekinmeyen bir biçim ve içeriği var eserin. Filmin senaryosunun ve yönetmenliğinin yanısıra görüntü yönetmenliğini de üstlenen Saulnier bütçe için fon bulmaya çalışırken çekmeyi düşündüğü filmi “Hal Ashby filmlerindeki karakterlerin kendilerini “No Country For Old Men – İhtiyarlara Yer Yok” benzeri filmlerindeki gibi olayların içinde bulacağı bir çalışma” olarak anlatmış. Naif bir karakterin intikam peşine düştüğü ve belki de bir şiddet sarmalına neden olduğu filmde şiddet sahneleri ve parçalanan suratlar, fışkıran kanlar gibi kimileri için hayli sert görünebilecek kareleri şiddeti sömürmek ve onun üzerinden prim yapmak için kullanmadığı açık yönetmenin ama kendi ifadesi ile bu tür sahnelerin bir sanatsal çekiciliği olduğunu da kabul ediyor filmin tanıtımı için yazdığı yazıda. Evet, anlatılan şiddet dolu bir dünya ve silahın kolayca bulunabildiği, kimi evlerin bir silah deposuna dönüşmüş göründüğü bir toplumda bu tür sahneler çok da yadırgatıcı olmamalı ama ölçünün bir parça kaçtığı söylenebilir rahatça. Gerçi kamera bu sert anları bir artistik hevesin nesnesi yapmıyor kesinlikle ama tanık olduklarımızın zaman zaman fazlası ile direkt olduğunu da söylemek gerekiyor.

Film hem sıkı bir intikam hikâyesi seyretmek isteyen sinema seyircisini hem de sinemanın sanat yanına düşkünleri hedeflemiş görünüyor ve bunu kısmen ve özellikle de ilk grubun daha fazla lehine olacak şekilde başarmış görünüyor. Düşmeyen tempo, sert sahneler ve hikâyenin çekiciliği bu gruba seslenirken, dünyamızın hem bu hikâye özelinde hem de anlattığının çok da marijinal olmadığını hatırtlatması ile toplumun genelinde bir şiddet yuvası haline geldiğini söylemesi ile de daha derin fikirlerin peşinde olanlara hitap ediyor filmimiz. Bunları yaparken başvurduğu kimi grotesk tercihler ise her zaman doğru işlemiş görünmüyor. Örneğin kan davası için hikâyenin ana karakterinin peşine düşen ailedeki kadının telesekretere bırakılan bir mesajı dinlerken sergilediği vücut dili ve adeta ikinci sınıf bir korku filminden fırlamışa benzeyen yüz ifadesi, filmi yüzeysel bulacaklara koz verecek bir yanlış tercih kesinlikle. Saulnier hikâyedeki kimi noktaların gerçekçi görünmeyebileceğinden pek de endişe etmemiş sanki ve adamın neden kaçmaya çalışmadığı gibi bir temel soruyu cevaplama gereğini pek de duymamış. Bu tercihi şiddetin egemen olduğu bir dünyada aslında bir kaçış yerinin olmadığı iddiasına bağlamak mümkün belki ama gerek bu soru gerekse adamın tüm o “savaşçı” becerilerini ve gücünü nasıl elde ettiği konusu cevapsız kalıyor.

Senaryo baştaki sevecen tavırlı kadın polis, bir park yerindeki boş polis arabası ve bir güvenlik bandı dışında devletin polis gücünü hiç göstermiyor seyirciye ve sürekli görüntüye gelen farklı silahlar ve bu silahları rahatça kullanan, evinde bulunduran, satan ve alan insanlarla toplumun kendi işini kendisinin gördüğünü söylüyor bize. Kan bir kez akmaya başladı mı artık durmaz diye özetleyebileceğimiz hikâye Little Willie John’dan dinlediğimiz “No Regrets” adlı “pişman değilim” şarkısı ile kapanırken kahramanımız neden olduğu onca dökülen kanı düşünüyor mudur bilmiyoruz ama filmin kişisel intikamının peşinde koşan bu karakter üzerinden seyircisine heyecanlı anlar yarattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Macon Blair baştaki “evsiz” havasından sonra dış görünüşünden hiç beklenmeyecek bir intikam savaşçısına dönüşen karakterini nerede ise melankoli katarak canlandırıyor ve filme de epey bir katkı sağlıyor. Kız kardeşi ile bir kafede konuştuğu ve birisini öldürdüğünü söylediği sahne hem filmin en etkileyici anlarından biri hem de Blair’in içinde fırtınalar patlayan küçük adamı ustalıkla oynaması ile öne çıkıyor. Senaryonun bir yandan empati göstermemizi ister gibi davranması ama öte yandan kahramanımızın empati göstermeyi zorlaştıracak davranışlarını ve tercihlerini göstermekten çekinmemesi de filmin lehine olmuş görünüyor (kahramanla özdeşleşmek isteyen genel seyirci için belki çok doğru olmasa da). Aynı şekilde senaryonun kahramanımızın derdinin ne olduğunu veya neyin peşinde olduğunu sözlerden çok gösterdikleri ile dile getirmesini de Saulnier’in başarıları arasına eklemek gerekiyor. Özetlendiğinde yeni bir şey seyredeceğiniz hissini vermeyecek bir hikâyeyi, oyunlara girişmeden düz ve sert bir biçimde anlatarak bir yenilik duygusunu yaratmayı başaran film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Filmin adının muhtemelen hikâye boyunca kahramanımızın epeyce kullandığı mavi Pontiac arabadan esinlendiğini ama hüznün rengi olan mavinin “yaşadığı travma nedeni ile bir harabeye” dönmüş baş karaktere yakıştığını da söyleyelim ve soğuk yenen bir yemek olan intikamı hayli “sıcak” sahnelerle anlattığını söyleyelim filmin son olarak.

(“İntikam”)

Güzelliğin On Par’etmez… – Hüseyin Tabak (2012)

“Benim babam falan yok. Dağdan gelmiş adam bana hayatı mı anlatacak?”

Babanın siyasi geçmişi nedeni le Avusturya’ya sığınan Türkiyeli bir ailenin hikâyesi.

Maraş doğumlu ve Avrupa’da yaşayan Kürt yönetmen Hüseyin Tabak’ın Antalya’da en iyi film dahil olmak üzere beş dalda ödül alan ve ortak yapımcı ülke olan Avusturya’da yılın filmi seçilen çalışması. Antalya’da ödül alırken filmin Türkiye yapımı olmadığı iddiaları nerede ise filmin önüne geçen eser, Kürt babanın terörist/gerilla geçmişi nedeni ile Avusturya’ya sığınmış, annenin Türk olduğu ve tüm ailenin Avusturya’ya uyum göstermeye çalışırken ciddi problemler yaşadığı bir hikâye anlatıyor bize. Seyirci ilgisini çekmenin yollarından biri olan hikâyeyi sevimli bir çocuğun gözünden anlatmak yönteminin -ama kesinlikle rahatsız edici olmadan- benimsendiği film bu çocuğu canlandıran Abdülkadir Tuncer’in başarılı oyunu, bir arada yaşamaya devam edebilmek için kendilerine yeni bir ülkede yeni bir ev kurmaya çalışan bireylerin karşılaştıkları koşullar nedeni ile belki de birbirlerinden daha da uzaklaşmaya doğru gittiği hikâyeyi abartılmamış bir duygusallığı da içererek etkileyici biçimde anlatmayı başarması ve zaman zaman hikâyenin odağının dağılmasına neden olsa da ele aldığı fazlaca konu ile güncel kimi sorunları gündeme getirmesi ile önemli bir film. İlk yarısında arada vasata kaysa da ikinci yarıda kendisini toparlayan filmin, Avusturyalı kimi karakterleri bir parça yüzeysel çizmek ve anlattığı farklı öğeler arasında arada konsantrasyonunu yitirmek gibi kusurları da var.

Filmin 2012 yılında Antalya’da Ali Aydın’ın “Küf” ve Erdem Tepegöz’ün “Zerre” adlı çalışmalarını geride bırakarak Altın Portakal ödülünü alması oldukça tartışmalı bir sonuç yaratmıştı aslında. Karşımızdaki sinemasal açıdan bir yenilik içeren veya sinema dili açısından taze bir bakış içeren bir yapım değil çünkü. Judit Varga’nın sıcak ve dokunaklı piyano eserleri eşliğinde anlatılan hikâyede, yönetmen Hüseyin Tabak samimi ve temiz bir dil ile çok önemli konuları sıcaklığı, duygusallığı, dürüstlüğü ve hatta küçük bir mizahı da ihmal etmeden anlatıyor bize. Bunu yaparken de çocuk oyuncu Abdülkadir Tuncer’in oyunundan sağlam bir destek alıyor. Tuncer’in filme sıcaklığının büyük kısmını veren sevimliliğini çok dürüst ve asla sömürmeden kullanmış Tabak. Tuncer’in aydınlık yüzünü filmin odağı değil, odağı (daha doğrusu odakları) olan konunun/konuların saydam bir aracı olarak kullanmış. Tüm büyüklerin bir acısının olduğu bu hikâyede, bu yetişkin karakterler çocuğu nerede ise kendi acılarını sağaltıcı bir insan olarak görüp onunla yetişkinmiş gibi konuşurlarken, çocuk bir yandan kendi ilk aşkı, büyüme sancıları ve dilini konuşamadığı bir ülkede yaşamanın zorlukları ile baş etmeye çalışıyor. Tabak’a ait olan senaryo çok doğru ve filme de ciddi katkı sağlayan bir seçimle çocuk karakteri gözyaşı sahnelerinin değil, mücadelenin, sevginin, anlamaya çalışmanın ve hatta mizahın nesnesi yapıyor ve hikâyenin doğal görünümünün de yaratıcılarından biri oluyor.

Tabak kendi hayatındaki kimi gözlemleri de hikâyeye başarı ile yedirmiş görünüyor. Almanca bir metni Türkçeye çevirmeleri için tek tek dolaşılan komşuların her biri -evet, çok da yeni bir gözlem içermiyor ama- örneğin, gerçek hayatın içinden çekilip alınmış karakterler gibi duruyor kesinlikle. Bu gerçeklik duygusu ailenin tüm bireylerinden de yansıyor seyirciye. Siyasi geçmişi nedeni ile hapiste yatmış ve serbest kaldıktan sonra derin devletin rahat bırakmadığı Kürt baba, ailesini bir arada tutmaya çalışan ama yılgınlığa kapılmış görünen Türk anne (senaryonun en çok ihmal ettiği baş karakter diyebiliriz onun için, diğerlerinin arasında onu derinleştirmeyi unutmuş görünüyor senaryo), babasını bir yandan ezik ve cahil diğer yandan siyasi geçmişi ile terörist olarak gören ve bunu hem yüzüne karşı söylemekten hem de yaptırdığı ay-yıldız dövmesi ile karşısına çıkmaktan çekinmeyen ama öte yandan uyuşturucu çetelerine de bulaşmış bir abi ve tüm bunların ortasında, yabancı bir ülkede şaşkın, durgun ama sevgi dolu gözlerle ayakta kalmaya çalışan bir çocuk. Senaryo ailedeki Aleviliği de (doğrudan adını koymasa da anne tarafına ait olan bir unsur gibi duruyor bu daha çok) duvarda asıl duran Ali portresi ile vurgularken, bu her an dağılmaya mahkum görünen ailenin geleceği konusunda seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Evet, bunu yaparken gösterdikleri ve anlattıkları çok da yeni şeyler değil belki ama gerçekçilik ve dürüstlük senaryoya sinmiş olduğu için, yine de ilgi çekiyor kesinlikle.

Annesi ile abisinin arasını bulmaktan içinde bulunduğu tüm zorlu koşullara karşın okulda başarılı olarak ailenin Avusturya’da mülteci olarak kalabilmesini sağlamaya kadar zorlu savaşların içindeki çocuğun başrolünde olduğu hikâyeyi yönetmen Tabak, Charlie Chaplin ve Yılmaz Güney’e ithaf etmiş kapanış jeneriğindeki yazılara göre. Babanın türkü okuduğu sahne başta olmak üzere Yılmaz Güney’in kimi etkileri açık filmde; Chaplin ile bu anlamda bir bağlantı kurmak zor belki ama bu büyük ustanın komedilerinde aslında hemen hep güçlü bir dramı anlattığını düşünürsek belki filmin onunla bağlantısını kumak mümkün olabilir. Tabak bu iki sinemacının kendisine özgüven kazandırdığını ve başarabileceğini hissettirdiğini söylemiş bir röportajda ve anlaşılan ithafın asıl nedeni de bu.

Usta halk ozanı Aşık Veysel’in aynı adlı türküsünden adını alan ve onun bu türküsünü hikâyedeki pek çok öğenin de ortak noktası yapan filmde Tabak’ın çocuğun hayal sahnelerini dozunda bırakılmış tatlı bir masal havası ile anlatması ve bu masal havasını yaşadığı gerçeklerin sertliği ile akıllıca karşı karşıya koyabilmesini de filmin artıları arasına eklemek gerek. Maço görünümlü Türk komşu ile çocuk arasındaki dostluk da doğallığı ile filmin ne olursa olsun umudu koruyan havasına ciddi bir katkı sağlıyor. Tuncer’in yanısıra, abisi rolündeki Yüsa Durak ve komşu rolündeki Orhan Yıldırım’ın oyunları ile baba ve anne rolündeki Nazmi Kırık ve Lale Yavaş’ın önüne geçmiş göründüğü filmde abi ile kardeşin cezaevindeki konuşmaları, babanın kabuğuna çekilmiş mutsuz havasını ilk kez geride bırakıp çocuk ile konuştuğu sahne ve tüm çocuksu mutlu havası ile çocuk ve kız arkadaşının tramvaydaki sahneleri abartmadan veya seyircinin yüzüne çarpmadan duygusallığın nasıl kendiliğinden oluşabileceğini göstermesi ile önemli anlar filmde. Tabak’ın senaryosunun başta öğretmen karakteri olmak üzere yabancı karakterleri yüzeysel bırakması ve daha da önemlisi birbirinden önemli pek çok konuya (mülteci olmaktan Kürt sorununa, ilk aşktan büyüme sancılarına, Batı’nın kuralcılığından yabancı ülkelerde uyum sorunu yaşarken kaybolan nesillere kadar ve bunlar gibi her biri ayrı bir hikayenin konusu olabilecek pek çok farklı konudan söz ediyorum) tek bir hikâyede değinmeye çalışması ise filmin göz ardı edilemeyecek kusurları.

(“Deine Schönheit ist Nichts Wert” – “Your Beauty Is Worth Nothing”)

Scream and Scream Again – Gordon Hessler (1970)

“Hiçbir şey hissetmezseniz, örneğin acı gibi, vücudunuz ve ruhunuz sınırsız bir güce kavuşur”

Kurbanlarının kanını emen bir seri katil, bir Demir Perde ülkesinden zalim bir subay, çılgın bir doktor ve cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan polisin ve bir doktorun hikâyesi.

Düşük bütçeli korku, gerilim ve bilim kurgu filmleri ile tanınan American International Pictures şirketinin bu tür “ucuz” filmler ile tanınan yönetmen Gordon Hessler tarafından yönetilen bir eseri. Peter Saxon’ın adını kullananan yazarlardan biri (“pulp fiction” türünde romanlar yazan birden fazla yazarın ortak olarak kullandığı bir isim bu) olan Stephen D. Frances’in “The Disoriented Man” adlı romanından uyarlanan film hayli dağınık, tutarsız ve kelimenin her anlamı ile ucuz bir çalışma. Romanı sıkı sıkıya takip eden ama romandaki “uzaylı” kısmına senaryosunda yer vermeyip bunun yerine “komünistleri” koyan film ilgiyi en çok bu ucuz tuhaflığı ile hak ediyor; bir de elbette bu tür filmlerin gedikli oyuncuları Vincent Price, Christopher Lee ve Peter Cushing’in varlıkları ile.

Baş oyuncularından Vincent Price’ın yıllar sonra verdiği bir röportajda senaryosunu kendisinin de hiç anlamadığını söylediği bir film karşımızdaki. Saxon’ın romanından senaryoyu yazan Christopher Wicking’in çalışması nerede ise filmin ilk üçte ikilik bölümünde birbirinden bağımsız ayrı filmleri paralel olarak seyrediyorsunuz havasını yaratıyor. Bu farklı filmler daha sonra pek de ikna edici biçimde olmasa da birbirine bağlanıyor elbette son bölümlerde ama yine de o duygu içinizden çıkmıyor açıkçası. Doğrudan gösterilmeyen ama ima edilen işkence sahneleri, David Whitaker’ın varlığını hep belli eden müziği (bu arada 1960’ların Galli rock grubu Amen Corner’ın bir gece kulübü sahnesinde film ile aynı adı taşıyan güzel şarkılarını seslendirdiklerini de belirtelim) ve onca farklı karakter ve birbirinden bağımsız görünen hikâyeleri ile tuhaf ve aynı zamanda kafa karıştırıcı bir film bu. Yönetmen Gordon Hessler’in zumlardan aşırı yakın planlara kadar kimi oyunları da filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor ama öte yandan tüm genel tuhaflığın da uyumlu bir parçası oluyor.

Jeneriklerde ismi gösterilen ilk oyuncu olan ve doğal olarak başrolde olan Vincent Price’ın ilk yarıda nerede ise hiç görünmediği film bir ana karakter(ler)e de sahip değilmiş gibi duruyor ve seyirciye ne anlatmak/göstermek istediğini de uzun süre ifade edemiyor. Kimi sahneleri epey hızlı geçen, buna karşılık filmin en çekici bölümlerini oluşturan ve Hessler’ın da yönetmen olarak varlığını nihayet hissettirdiği takip bölümünü oldukça uzan tutan ve buna benzer tutarsızlıklarla dolu bir film bu. Senaryo hikâyeleri ve karakterleri toparlamakta o denli zorlanıyor ki bu uzun takip sahnesi sırasında diğer tüm hikâyeleri ve karakterleri unutmanız bile mümkün. Tüm rakiplerini omuzlarının hemen altındaki bir damara basarak (en azından öyle yaptığı hissi veriliyor) öldüren komünist subay (filmde bu Doğu Bloku ülkesinin adı hiç verilmiyor), takip sahnesinin sonunda birden bire ortaya çıkan çılgın doktor ve çok değerli bir “eli” çalmaya gelen bir hemşirenin hırsızlığını yapmaya -herhalde kendisinin kim olduğunu hatırlayalım diye- üzerindeki üniforması ile gitmesi gibi tuhaf karakterler ve olaylarla dolu bir film karşımızdaki. Bilim kurgudan casusluğa, polisiyeden korkuya, gerilimden hatta erotizme (arabanın vites kolu üzerinden hissettirilen fallik sembol vs.) kadar uzanan film en çok ucuz tuhaflıklardan hoşlanan seyircinin ilgisini çekmeye aday bir yapım ve konusunu birden fazla “X-Files” bölümünün -ama tutarsız ve egzantrik bölümlerinin- bir karması olarak nitelemek mümkün. Özetle sinemasal kalitesi için değil ama çılgın tuhaflıkları için ilgi gösterilebilecek bir film bu. Kaldı ki Price, Cushing ve Lee gibi bu tür filmlerin üç büyük isminin çok az ortak sahneleri olsa da birlikte oynadıkları bu tek film meraklılarının zaten dikkatinden kaçmayacaktır.

(“Çığlık Çığlığa”)