Tower of London – Roger Corman (1962)

“Celladının bıçağından kaçtı ama vicdanının hayaletlerinden hiçbir zaman kaçamayacak”

İngiltere kralı olabilmek için krallığın kendinden önceki adaylarını birer birer ortadan kaldırmaya kalkışan 3. Richard’ın hikâyesi.

1939 tarihli ve Rowland V. Lee’nin yönettiği aynı isimli filmin yirmi yüç yıl sonra Roger Corman tarafından çekilen versiyonu. Önceki filmde Richard’ın kardeşi Clarence rolünde oynayan Vincent Price’ın bu kez Richard’ı canlandırarak başrole soyunduğu film tarihsel bir hikâye anlatmaktan çok geçmişteki bir olayı korku ve gerilim atmosferi için kullanmayı tercih eden bir havaya sahip. Shakespeare’in ünlü oyunu da dahil olmak üzere 3. Richard’ın hayatının sinema ve tiyatroya tarihsel gerçeklere pek de uygun aktarılmadığı ve kralın olduğundan çok daha kötü gösterildiği söylenir hep. Senaryosu Shakespeare’in 3. Richard ve Macbeth oyunlarından ve 1939 tarihli filmden alınan öğelerle oluşturulan filmimiz ağırlıklı olarak Richard’ın iktidar için işlediği cinayetlerden sonra kendisini rahat bırakmayan hayaletlerle boğuşmasını anlatıyor. Price’ın sürüklediği film, Corman’ın Poe uyarlamalarındaki havasını taşıyan ve onun alamet-i farikası olan ucuz efektleri ile dikkat çekiyor. Bir korku veya gerilim klasiği değil kesinlikle ve yönetmenin Poe uyarlamalarının gölgesinde kalıyor ama eğlendirdiği ve meraklılarının ilgisini çekeceği kesin.

Zaten düşük olan bütçesinin yapımcı şirket tarafından daha da kısıtlanması nedeni ile yönetmen Roger Corman ve yapımcı kardeşi Gene Corman’ın sık sık yarıda bırakmaya kalkıştığı film, Cormanlar’a verilen sözün aksine renkli değil siyah beyaz olarak çekilmek zorunda kalınmış. Başta maket olduğu çok net anlaşılır olan kale görüntüsü olmak üzere filmin ucuz efektleri dikkat çekiyor doğal olarak. Çoğunlukla iç mekanlarda geçen hikâyenin finaldeki dış mekan savaş sahneleri ise çoğunlukla 1939 tarihli yapımdan kalan sahnelerle kotarılmış ve Corman hem bunu örtmek hem de sahneleri olduğundan daha büyük gösterebilmek için savaşın görüntülerini çoğunlukla yaşandığı bölgeyi gösteren bir haritanın görüntüsü ile üst üste bindirerek kullanmış. Tipik Corman filmleri gibi karanlık ve sis ile başlayan hikâye kısa süresinden dolayı (afişinde 83 dakika olarak belirtilse de aslında 79 dakika sürmesini de ilginç bir not olarak düşelim) olayları üzerinde hemen hiç durmadan peş peşe sıralıyor karşımızda. Price’ın her zamanki gibi bir karakter katmayı başararak oynadığı 3. Richard karakterinin hem tüm kötülükleri ile hem de hayaletlerin tutsağı olmuş ve nerede ise melankolik bir birey olarak gösterilmesi filme çekicilik katmış görünüyor. Buna karşılık, suçluluğun verdiği vicdan azabının hikâyenin nerede ise hemen başında ortaya çıkması kesinlikle doğru bir seçim olmamış ve adım adım yükselen bir gerilim/korku havasının yerini hemen hep aynı düzeyde seyreden bir hava almış ve bu da filmin zaman zaman monotonlaşmasına yol açmış görünüyor.

Michael Andersen’in tipik “gürültülü korku filmi müziği” havalı çalışmasının hemen hiç susmadığı film Corman’ın korku filmlerindeki pek çok öğeyi de tekrarladığı bir çalışma. Tüm o işkence aletlerinden ve sahnelerinden (fareli bir sahne bile var ve hatta büyücü/doktor karakteri kolunda taşıdığı bir karga ile geziniyor sık sık) kapalı mekanda doğaüstü unsurlarla yaşanan mücadeleye ve elbette Price’ın klasik oyununa kadar her şey yerli yerinde ve filmin tarihsel bir dramdan çok bir korku filmi havasında ilerlemesine yol açıyor. Corman da bu tür havası olan filmlerin “ucuz” ustası olduğundan film kendisini seyrettirmeyi başarıyor ve Archie R. Dalzzell’ın zaman zaman dikkat çekici kontrastları olan görüntülerinin de katkısı ile Price’ın bir korku performansını daha seyretmek keyif veriyor meraklısına.

(“Londra Kulesi”)

Film Ekimi 2014 – 2

Timbuktu – Abderrahmane Sissako : Moritanyalı sinemacı Sissako’dan 2012’de radikal İslamcılar’ın Mali’nin kuzeyini ele geçirmeleri ile yaşananları anlattığı bir hikâye. Açılışta bir ceylanı öldürmek için değil korku içinde koşturmak için ateş eden teröristlerin görüntüsü ile başlayıp benzer bir görüntü ile sona eren film bu iki sahnenin arasını zaman zaman lirik ve dokunaklı bir dil ile ama yeterince de etkileyici olamadan dolduruyor ne yazık ki. Yasaklar nedeni ile top olmadan oynanan bir futbol maçı veya radikalizmin yok ettiği ve kelimenin her anlamı ile doğal güzelliklerin sembolü olan sahnelerin de bir örneği olduğu lirik görüntüler kesinlikle filmi zenginleştirmiş. Ne var ki yönetmenin Kessen Tall ile yazdığı senaryo fanatik islamcıların yok etmeye çalıştığı hayat ile yerine dikte ettikleri hayatın zıtlıklarını zaman zaman yeni bir şey söylemeden ve medyada son zamanlarda sıkça görüp duyduklarımızı tekrarlayarak anlatıyor. Belki olan bitenin gerçek görüntülerinden sonra bu kurgu görüntülerin o kadar etkileyici olmamasının doğal olduğu düşünülebilir ama senaryo duyduğumuz her şeye ayrı bir sahne tahsis etmeyi uygun görmüş sanki ve hikâye zaman zaman birbirinden bağımsız küçük olayların kurgusu halini almış. Oysa örneğin, sadece yasaklanan müzik etrafında dönen hikâye bile kendi başına çok daha başarılı bir filmin konusu olabilirmiş. Filmin bu teröristlerin nereden çıkıp geldiği veya bu radikalizmin nasıl olup da hızla kök saldığı konusunda en ufak bir tarihsel değinmesinin olmaması da eleştirilebilir bir tercih. Yine de kusurlarına rağmen her türlü radikal düşüncenin insani olanı, doğal olanı ve güzel olanı nasıl acımasızca yok ettiğini hatırlatan film ilgiyi hak ediyor.

Yuvaya Dönüş (Gui Lai) – Zhang Yimou : Çinli usta sinemacı Yimou’dan ülkesinin Kültür Devrimi sırasında yaşananları bireylerin hayatlarını nasıl savurduğu üzerine kendisinden beklenecek ustalıkta olmayan bir film. Hikâyenin politik boyutunu çıkarırsanız, karşınızda kalacak olan zaman zaman sıradanlaşan ve çok da uzun olmayan süresine rağmen sarkmış görünen bir hafıza kaybı filmi oluyor temel olarak. Usta oyuncular Gong Li ve Daoming Chen’e eşlik eden genç oyuncu Zhang Huiwen başarılı performansları ile filmi götürmeyi başarıyorlar yine de. Bağlılık, affetmek ve unutmak/hatırlamak üzerine düşündürdükleri ile ilgi çekebilecek ama bunu yeterince güçlü ve taze bir dil ile anlattığı söylenemeyecek bir film bu. Yimou’nun kimi küçük mizah anlarının hikâyeye kazandırdıklarının yanında götürdüklerinin daha ağır bastığını da söylemek gerek. Yönetmenin görsel ustalığının öne çıktığı filmlerinin aksine daha kişisel ve küçük bir dram bu ve Yimou’dan beklentilerinizi bir kenara koyarsanız, dramı ile geniş kitlelerin ilgisini çekebilir.
(“Coming Home”)

The Bounty – Roger Donaldson (1984)

“Bir aptal bile dümeni kullanabilir efendim, önemli olan nereye gideceğinizi bilmek”

1789 yılında İngiliz Kraliyet Donanması’na ait bir gemide çıkan isyanın hikâyesi.

Yaşanan gerçek bir isyanı anlatan ve Richard Hough’un kitabından Robert Bolt’un uyarladığı, Roger Donaldson’un yönettiği bir film. Daha önce de sinemanın ilgi alanına giren bu isyanı Anthony Hopkins, Mel Gibson, Daniel Day Lewis, Liam Neeson, Laurence Olivier ve Edward Fox gibi isimlerin yer aldığı sağlam bir kadro ile anlatan film kimi kusurlarına rağmen macera ve biraz da tarih meraklılarının ilgisini çekebilecek bir çalışma. Başlangıçta iki ayrı filmden oluşan bir epik macera olarak düşünülen filmin bu hali epik kelimesini çok fazla hak etmiş görünmüyor ve sık sık da durgun ve klişe bir havaya kapılıyor ama yine de kendini seyrettirmeyi başardığı açık.

Bounty adlı gemide yaşanan isyan sinemaya oldukça cazip bir konu olarak görünmüş olmalı ki daha önce de dört kez filme çekilmiş. 1916’da Raymond Longford’un çektiği Avustralya yapımı sessiz filmi (“The Mutiny of the Bounty” – George Cross ve Wilton Power) bunların ilki. Ardından 1933 yılında Charles Chauvel’in yine Avustralya yapımı (“In the Wake of the Bounty” – Mayne Lynton ve Errol Flynn), 1935’de Frank Lloyd’un ABD yapımı (“Mutiny on the Bounty” – Charles Laughton ve Clark Gable) ve 1962 yılında da bir öncekinin yeniden çekimi olan Lewis Milestone’un ABD yapımı filmi (“Mutiny on the Bounty” – Trevor Howard ve Marlon Brando) gelmiş beyaz perdeye. Roger Donaldson’un filmi tarihsel gerçekliklere en yakını olarak kabul ediliyor bugün ama sinema değeri açısından genellikle en başarılı kabul edileni 1935 yapımı olan film. Roger Donaldson’un filmini ele aldığı konu açısından öncekilerden en çok ayıran unsur diğer filmlerin aksine kaptanı tamamen kötü, isyanın lideri olan subayı ise tamamen iyi bir karakter olarak gösterme kolaycılığına kapılmaması. Bugün isyanın iki temel nedeni olarak aylardır gemide olan denizcilerin Tahiti adasında tanık oldukları “cennet” gibi hayatın çekiciliğine kapılmaları ve kaptanın mürettebata aşırı sert davranışı olarak gösteriliyor. Filmimiz ise her iki nedeni de almış kapsamına ama olayların yaşandığı yılın on sekizinci yüzyıl olduğunu düşünürsek, isyanın kaptanın sertliğinden ve mürettebata kötü davranmasından çok, zaten yılgın ve bitkin olan personelin kaptanın “kötü kriz yönetimi” ile çileden çıkması ve cennetin çekiciliğine kapılmasının sonucu olduğunu söylemek daha doğru görünüyor.

Tahiti’den alacakları ekmek ağacı fidelerini Jamaika’ya götürmek üzere sefere çıkan bir gemide yaşanıyor isyan. Film üstü kapalı geçse de Karayipler’deki kölelere ucuz ve yüksek enerjili bir besin kaynağı sağlamak üzere çıkılan bir sefer bu ve Batı dünyasının bu ağaç ile ilk karşılaşması da isyanın yaşandığı geminin kaptanı Bligh’ın seferleri ile olmuş. Kaptan ile subay olan arkadaşının seferin ortasında bir isyanın karşı tarafları haline gelme süreci, gemidekilerin Tahiti’de karşılaştıkları dünyanın neden olduğu kültürel şok ve isyan ve sonrası hikâyenin üç temel bölümü olarak gösterilebilir. Filmimiz bunların ilkini genel olarak çekici ve ilgiyi hemen hiç kaybetmeden anlatmayı başarıyor ama aksadığı iki yer var. Ümit Burnu’nun etrafında dolanırken yakalanılan fırtına ki kaptanın inadının yarattığı ilk hoşnutsuzluk anları da bu sırada yaşanıyor, teknik açıdan pek de iyi çekilmemiş ne yazık ki. Orada fırtına ile yaşanan korkunç mücadele çok daha iyi anlatılabilirmiş, 1984’ün imkânları ile bile. Mel Gibson’ı kaptanın arkadaşlığından isyanın liderliğine götüren süreç de Gibson’ın yeterince parlak olmayan oyununun da etkisi ile çok da sürükleyici değil. Subayın temel olarak adada aşık olduğu (gerçi hikâyemizin aktarabildiği ile sanki aşktan çok erotizm ağır basıyor) yerli kızdan dolayı sürüklendiği isyanın hemen öncesindeki yüz ifadeleri ve adeta şok geçirmiş gibi sabit bakışları Gibson’ın bu sahnelerdeki yetersiz oyunculuğuna verilmeli elbette ama filme de zarar veriyor açıkçası. Filmin burada romantizmi başarılı bir biçimde öne çıkaramaması ve gereksiz bir şekilde ve adeta bir reklam filmi havasında karakterleri iki kez deniz içinde erotik pozlarda göstermesi belki filme ticari bir çekicilik katmış ama bugün hayli sakil duruyor doğrusu.

Denizcilerin adada karşılaştıları “cennet”te geçen sahnelerde film -kaçınılmaz olarak- egzotik bir erotizme başvuruyor ve mürettebatın döndüklerinde karşılaşacakları hayatlar ile buradaki hayatı karşılaştırmaları sonucu yaşadıkları şoku yeterince güçlü biçimde aktaramıyor. Yine de filmin bu bölümlerde kimi etkileyici anları yakalamayı başardığını da söylemek gerek ama adada geçen tüm bu bölümler filmin genel bir probleminin de en çok ortaya çıktığı yerler. Film bir türlü tam anlamı ile temposunu bulamıyor ve üstesinden gelinememiş bir durgunluktan kurtulamıyor bu anlarda. İsyan ve sonrası ise hem hikayenin nasıl bağlanacağını bilmeyenler için yaratmayı başardığı merak duygusu ile hem de ve özellikle biri evine dönmeye çalışan diğeri ise yeni bir ev bulmaya çalışan iki ayrı grubun macerasını paralel biçimde anlatarak keyif vermeyi başarıyor.

Gibson’ın vasat oyunculuğuna sinemadaki ilk rollerinden birinde olan Daniel Day-Lewis de eşlik etmiş görünüyor ve senaryodan kaynaklanan nedenlerle olsa gerek, tıpkı canlandırdğı kibirli karakteri gibi soğuk bir oyunculuk sergiliyor film boyunca. Buna karşılık yardımcı rollerden birinde olan ve isyanı ilk tetikleyenlerden birini canlandıran Liam Neeson ve kaptan rolündeki Anthony Hopkins oyunculuk açısından filmin öne çıkan isimleri. Hopkins başta yüzünün kıpkırmızı kesildiği öfke sahnesi olmak üzere, gerçekçi davranmaya çalışan kaptanın her anını çok iyi yorumluyor ve onun yönetemediği krizin sonuçları ile karşı karşıya kaldığındaki hislerini de seyirciye çok iyi geçiriyor.

Filmin müzikleri ünlü Vangelis grubuna emanet edilmiş ve açılış bölümünde hayli etkileyici de görünüyor bu müzikler. Ne var ki 1980’li yıllarda olmanın kaçınılmaz kıldığı bir şekilde synthesizer ağırlıklı olan müzikler kısa bir süre sonra ve maalesef hikâye boyunca sürecek şekilde gösterilenden çok farklı bir dünyayı seyirciye aktarıyor. Hemen hiçbir sahnede gördüğümüz ile işittiğimiz uyuşmuyor denebilir rahatlıkla. Böyle olunca da bu uyumsuzluk, Vangelis’in aslında filmden bağımsız olarak bakıldığında başarılı olan müziğinin filme nerede ise zarar vermesini neden oluyor. Görüntüler ise kesinlikle göz alıcı ve kaçınılmaz gün batımı/doğumu kareleri bile yapay durmuyor Arthur Ibbetson’un takdişri hak eden çalışmasında.

1984 Cannes Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmasını ancak festival yöneticilerinin sonraki yıllarda da sıklıkla yaptığı gibi büyük bütçeli ABD filmlerini festivale ilgi toplamak için yarışmaya almış olması ile açıklamak gerekiyor herhalde çünkü filmin Cannes’a yakışan bir “sanatsal” yanı yok açıkçası. Sonuçta kusurlarına rağmen kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başaran bir film karşımızdaki. Daha önceki dört versiyon gibi bu film de isyancıların bir kısmının yerleştiği Pitcairn adasında ne olduğunu hiç anlatmıyor ama aslında hayli ilgi çekici bir film konusu olabilirmiş oradaki hayat. 2013 yılındaki nüfus sayımına göre nüfusu 56 olan adada yaşayanların ikisi hariç tümü bu isyana katılan gemicilerin ve onların yanındaki Tahitili kadınların soyundan geliyor ve oldukça ilginç bir konumları var. Savunma ve dış politika açısından Birleşik Krallık’a bağlı olan bu mikro ülkenin vatandaşları bu ilginç geçmişleri ile hayli ilgi konusu gerçekten de, bugün bile.

(“Gemide İsyan”)

Film Ekimi 2014 – 1

Mucizeler (Le Meraviglie) – Alice Rohrwacher : Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan film İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Büyük laflar etmeden ve dramatik olayların peşine düşmeden kaybolmakta olan bir hayata, burada İtalyan köy hayatına adanan bir ağıt olarak nitelenebilir bu çalışma. Dört kızı ve karısı ile bu hayata sığınmış görünen ve değişmeye veya değiştirmeye sonuna kadar direnen bir adamın, değişen (daha doğrusu ekonomik ve politik sistemler tarafından değiştirilen) bir dünyaya nereye kadar direnebileceğini seyircisine de düşündürten film, bunu genç kızların en büyükleri üzerinden anlatılan bir büyüme hikâyesi ile de birleştirmeyi başarıyor. Babanın otoriter (ama pek de sözünü dinletemeyen bir otoriterlik bu!) havasının doğallığı ile televizyon yarışmasındaki demokrasinin(!) yapaylığını da akıllıca yan yana getiren film reality şovları ile ustaca dalgasını geçiyor. Özellikle Etrüsk tarihi (daha doğrusu onun sahte kelimesini sonuna kadar hak eden taklidi) üzerinden yaratılan ve yarışmacıların bir adada toplandıkları yarışma programı, içine atıldığımız sahte mücadeleleri ve hikâyeleri dibine kadar sömürülüp sonra hemen unutuluveren bireyleri bize hatırlatırken, film özellikle çocuk oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Rohrwacher’in bu ilginç filminin kimi anları ile İtalyan Yeni Gerçekçi akımının filmlerini hatırlattığını da belirtmek gerek. Yok olan bir “doğal” hayat ve yerine koyduğumuz sahtelikler üzerine görülmesi gerekli bir film olan bu çalışma, küçük mizahı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerini seyirciye yeterince tanıtamamak gibi bir sıkıntısı olsa da filmin bütünü içinde çok da rahatsız edici değil bu durum.
(“The Wonders”)

Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard) – Gregg Araki : 2010 tarihli ve eşcinsel sinemanın en kötü örneklerinden biri olan “Kaboom – Gümmm” adlı filminden dört yıl sonra Araki gerilimi de olan bir dram yapmayı seçmiş Laura Kasischke’nin romanını kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayarak. Romanı bilmiyorum ama film hemen tüm tanıtımlarının ortak cümlesi olan “annesi kaybolan bir genç kızın” dramını (veya travmasını) anlatmaya soyunmuş olsa da bunu pek başarabilmiş görünmüyor. “Kaboom” ile kıyaslandığında -neyse ki- daha dozunda tutulmuş bir oyunbazlığı var filmin ama yine de “renkli” bir havadan kaçın(a)mamış görünüyor yönetmen. Kaçınamayınca da yaratmak istediği gerilim veya dram da daha çok bir sıradan bir gençlik filminde görebileceğinizden farklı olmamış ne yazık ki. Araki’yi tanıyanların tahmin edebileceği ama diğerleri için belki çarpıcı olabilecek finaldeki sürpriz eğlendirebilir bazılarını mutlaka ama sadece bu, filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor. 1980’lerden güzel şarkılar, Araki ve görüntü yönetmeni Sandra Valde-Hansen’in yaratttığı estetik dünya ve cinsel keşif peşindeki karakteri ile kimileri için çekici olabilir yine de.

İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron) – Roy Andersson : İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar” üçlemesinin bu sonuncu filmi Venedik’te Altın Aslan ödülünü almıştı bu yıl. Her bir sahnesi kesintisiz ve sabit kamera ile çekilmiş tek plandan oluşan film bu tercihinden kaynaklanan statikliği, absürt mizahı ve gerçeküstücü öğelerini anlamanın (daha doğrusu yorumlamanın) çaba gerektirmesi nedeni ile herkese göre değil kuşkusuz. Bazı bölümlerinin (özellikle iki satıcı ile ilgili bölümler) bir parça sarkmış göründüğü çalışma, bu kusuru bir yana bırakılırsa görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryoyu da yazan Andersson çok çarpıcı bölümler yaratmış hikâyesinde. Örneğin 17. Yüzyılda Rusya ile savaşmaya giden ve bir başka bölümde de geri dönen İsveç ordusunun ve kralları 12. Karl’ın sahneleri kesinlikle çok başarılı. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında paraları olmadığı için içkilerini birer öpücükle ödeyen askerler veya hemen açılıştaki flamenko dans dersi bölümleri çok eğlenceli. Andersson filmlerinde sıklıkla yaptığı gibi İsveçliler’in hayat tarzları ile de sıkı bir şekilde geçiyor dalgasını (siparişi verdikten sonra ölen adamın siparişinin ne olacağı konusu veya apartmanın kuralları nedeni ile kendi evine giremeyen adam gibi). Filmdeki tüm telefon konuşmalarının değişmez cümlesi olan “iyi olduğunu duyduğuma sevindim” cümlesi insan ilişkilerindeki sıcaklıktan uzak “profesyonel samimiyeti hatırlatırken”, film bir ağaç dalına konup insanlığın halini seyreden bir güvercin gibi gözlüyor insanoğlunu ve gördüklerini de bize aktarıyor küçük hikâyeler halinde. Geçmişteki monarşizmden günümüzdeki kapitalizme insanın hep sömürüldüğünü de hatırlatıyor bize Andersson görsel gücü hayli yüksek olan bu filminde. Her bir statik sahne ayrıntılara önem veren seyircisini de görselliği ile ödüllendiriyor ve vampir maskelerinden zombiler gibi yürüyen karakterlerine ve pek çoğunun yüzü ölümün beyazlığını taşıyan karakterleri ile ölümün kendisini de doğrudan veya dolaylı olarak sürekli hatırlatıyor bize.
(“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence”)