Sosyalizm Asıl Şimdi – Attilâ İlhan

Attilâ İlhan’ın 1976’dan 1994 sonlarına kadar sosyalizm ve Türkiye’deki yansımaları üzerine yazdığı yazıların bir araya getirildiği bir kitap. Yazıların orijinal yayınlanma tarihini veren ama hangi dergi veya gazetede yayınlandığı konusunu ilginç bir şekilde es geçen kitap biçimsel açından bakıldığında öncelikle yazıların akıllıca bir şekilde ilgili bölümlere ayrılması ile dikkat çekiyor. Kuşkusuz farklı bölümlerdeki yazılar arasında ortak noktalar ve çakışmalar var ama doğal olan bu durum kitabın içindeki farklı tarihlerde yazılmış yazıların oldukça sağlıklı bir şekilde bir araya getirilmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

İlhan’ın kitaptaki yazıları temel olarak birkaç farklı tema etrafında dönüyor: “Özgürlükçü Sol” ile “Bürokratik Sol”un (Jakoben, baskıcı, merkezci, bolşevik vs. gibi isimleri de kullanıyor sık sık İlhan) ve “Avrupa Komünizmi” ile “Bolşevik Komünizmi”nin karşılaştırması, sosyalizmin ulusal uygulamalarının farklılaşması gerektiği, Türkiye’de solun bölünmüşlüğü, sosyalistlerin (devrimi hedefleyenlerin) halktan kopukluğu ve SSCB ve diğer doğu bloku ülkelerindeki rejimlerin çöküşünden sonra ortaya çıkan kaos ve sosyalizmin zamanının asıl şimdi gelmiş olduğu vs.

Gorbaçof’un Rusya ve aslında tüm dünya için “gerçek, özgürlükçü ve demokrat sosyalizm” için kaçırılmış bir fırsat olduğunu ve yerine geçen Yeltsin’in liberal ve kapitalist politikaları radikal ve hızlı politikalarla devreye sokmasının Gorbaçof’un özgürlükçü bir sosyalizm kurma düşününün gerçekleşmemesine neden olduğunu söylüyor. Başarısızlığa uğrayanın sosyalizm değil, onun tek merkezci, tek tipçi ve bürokratik baskıcı uygulamaları olduğunu yazan İlhan, kitaptaki yazıların büyük kısmında bu konuya değinmiş ve hem Türkiye’de sol içindeki fikir ayrılıklarını (temel olarak Mehmet Ali Aybar’ın durduğu tarafta yer almış yazar bu yazılarda) hem de Avrupa’daki komünist/sosyalist partilerin yirminci yüzyıl boyunca (ve özellikle 1945’ten sonra) geçirdiği değişimleri de bu konuyu referans alarak incelemiş. İlhan’ın ısrarla vurguladığı iki tezi var burada: 1-Sanayileşmesini tamamlayamamış toplumlarda işçilerin iktidarı fikri etrafında kurulan sosyalizm idealinin gerçekleştirelemeyecek olması 2-Sosyalizmin bir ülkenin ekonomik, sosyolojik ve kültürel değerleri gözetilerek o ülkeye uyarlanması gerektiği. Bu ikinci konu çok sık üzerinde durduğu bir tez ve solun Avrupa’da iktidarı ele geçirdiği veya en yakın olduğu zamanların ilgili partilerin kendi ülkelerinin sadece ABD’den değil, SSCB’den de (veya Çin) bağımsızlığını gözeten politikalara sahip olduğu zamanlar olduğunu iddia ediyor. İlhan’ın Batı’nın dayattığı liberal politikaların sonucunun eski Doğu Bloku ülkelerinde “faşizan bir diktatörlüğe” neden olacağı iddiası da belki tam bu kelime ile ifade etmek doğru olmayacak olsa da örneğin Rusya ve Macaristan’daki mevcut iktidarların varlık nedenlerinden biri olarak kullanılabilir aslında.

Kimi yazılarını “Nasıl gaddar bir soğuktu! Hangi kapıdan çıksanız, yüzünüzle sanki rakı mavisi bir buz duvarına çarpardınız…” gibi cümlelerle veya “kirli, soğuk ve gri bir Paris havasıydı” gibi betimlemelerle başlatarak şairliğini de hatırlatan İlhan’ın bu kitaptaki yazıları Türkiye’de hiç bitmeyen sol içindeki tartışmaları hatırlamak ve gerçekten sosyalizmin zamanının gelmiş olup olmadığı üzerine düşünmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirilebilir. İlhan 1990’lı yılların ortasında söylemiş gerçek sosyalizmin zamanının geldiğini ama bu iddianın üzerinden geçen yirmi yıldan sonra geçerliliğinin ne olduğunu düşünmek okura kalmış. Yunanistan’da sol koalisyon Syriza’nın bu yıl yapılan yerel ve Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki başarısı ve örneğin İspanya’da sol koalisyonun gittikçe artan popülerliği bir ip ucu olabilir mi bilmiyorum ama umudu canlı tutmakta yarar var elbette bu konuda.

The Falcon and the Snowman – John Schlesinger (1985)

“Hiçbir fark olmazdı. Bu absürt dünyaya cevabımı kendi irademle seçtim. Fırsat verilseydi, daha fazlasını yapardım”

ABS casusluk uydukları ile ilgili gizli bilgileri 1970’li yıllarda Sovyetler’e satan iki Amerikalı gencin hikâyesi.

Robert Lindsey’in gerçek bir olayı anlatan kitabından, ilerleyen yıllarda “Schindler’s List – Schindler’in Listesi” ile Oscar kazanacak olan Steven Zaillian tarafından uyarlanan (ki kendisinin ilk senaryo çalışması olmuş aynı zamanda) ve o tarihte Oscar’ını “Midnight Cowboy – Geceyarısı Kovboyu” ile çoktan kazanmış olan John Schlesinger tarafından yönetilen bir film. Orta-üst sınıftan iki gencin kendi istekleri ile bir “vatan haini”ne dönüşmelerini anlatan hikâye gerçekte yaşananlara sadık kalmakla birlikte başta iki gencin yakalanma sahneleri olmak üzere pek çok değişiklik de yapmış yaşananlarda sinemasal çekicilik uğruna. Gençleri canlandıran Timothy Hutton’ın işini yaptığı ama özellikle Sean Penn’in oyunu ile her zamanki gibi öne çıktığı film yeterince ve hedeflediği kadar gerilimli olamasa da (üstelik hikâyenin gerçekliğinden kaynaklanan ilave bir potansiyeli olsa da bu konuda) kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor genel olarak.

Biri FBI emeklisi ve şimdi önemli bir şirkette güvenlik sorumlusu olan bir babanın oğlu, diğeri ise bir doktorun evlat edindiği bir genç olan iki adamın ABD’nin sırlarını Sovyetler’e satması ve sonra bu tehlikeli süreci yönetemez hale gelmelerini anlatıyor hikâyemiz temel olarak. Çocukluk arkadaşı olan ve birlikte papaz yardımcılığı yapmış olan iki gençten Penn’in canlandırdığı Andrew Daulton uyuşturucu satıcılığına bulaşmış, Hutton’ın canlandırdığı Christopher Boyce ise üniversite yerine kilisede kariyer yapmaya başlayan ama hikâyemizin başında kiliseyi terk ederken gördüğümüz iki karakter. Her ne kadar olaylar gerçek olsa da Boyce karakterinin ülkenin sırlarını Sovyetler’e satmaya nasıl bu kadar çabuk karar verdiğini ikna edici olarak anlatamıyor bize film. Çalıştığı yere yanlışlıkla gelen CIA mesajlarının ülkesinin Avustralya’da İşçi Partili başbakanı devirmek ve aynı ülkede ABD çıkarlarına aykırı düşecek bir grevi engellemek için neler yaptığını öğrenmesi gerçek hayatta aynen yaşanmış olsa da Boyce’un Daulton’u aracı yaparak Sovyetlerle temas kurması sinemasal olarak ikna edici durmuyor perdede. Herhangi bir özel politik kimliği olmayan Boyce’un bu sırları satarken beklentisi belki temel olarak ABD’nin kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi ama bir siyasi yakınlık duymadığı Sovyetler’in üzerinden bunu yapmayı düşünmesi hikâyede resmedildiği akıllı haline uymuyor açıkçası. Şahinine İngiliz Parlamentosu’nu havaya uçarmaya hedeflenen Guy Fawkes’dan esinlenerek Fawkes adını vermiş olması bir ipucu olabilrmiş belki ama hikâye özellikle kaçınmış gibi bundan. Buna karşılık, uyuşturucu işine çoktan girmiş olan ve zenginlik hırsı ile dolu Daulton’un işe bulaşması çok daha inandırıcı duruyor. Burada elbette senaryonun kendisine daha fazla şans tanıması (süre olarak değil ama içerik olarak) ve Penn’in daha güçlü görünen oyunculuğunun da payı var. Boyce’un babası ile arasındaki ve bir sahnede özellikle vurgulanan ama öncesi ve sonrasında hemen hiç üzerinde durulmayan çatışmasının hikâyede bu bağlamdaki yeri de anlaşılmıyor açıkçası.

Boyce’un çalıştığı ve ülkenin casusluk uydularından gelen bilgilerin raporlaması işini yapan özel şirketteki “eğlenceli” çalışanlar (kağıt kırpma makinasını kullanarak margarita yapmaları vs.), Meksika’nın Hollywood’un geleneksel algısına uygun bir şekilde tehlikeli ve vahşi gösterilmesi (uyuşturucu, işkenceci polisler vs.) ve Sovyet elçilik çalışanlarının (neyse ki fazla abartılmayan) soğuk tavırları gibi klişelere başvurmuş filmimiz elbette. Öte yandan Ronald Reagan’ın başkan olduğu dönemde çekilen bir film olduğunu düşünürsek, milliyetçi bir görünümden çok fazla nasibini almamış olmasını ve çok kaba bir iyi ve kötü ayrımına gitmemesini takdir etmek gerekiyor. Gerçi bir sahnede Boyce’un babası oğlunun casusluk yaptığının ortaya çıkmasından sonra diğer çocuklarının okulda “komünistlik” ile suçlanmasını dehşet içindeki bir yüz ifadesi ile anlatıyor ama yönetmen Schlesinger buradaki dehşeti bizim de hissetmemizi bekliyor mu sorusunun cevabını özellikle ve belki de akıllıca belirsiz bırakmış görünüyor.

Açılış jeneriğinde Amerikan tarihinden kimi video görüntülerini ve ülkenin “sembolü” ponpon kızları gösteren, kapanışta ise David Bowie’nin sesinden “This is not America” şarkısını dinleten filmin ABD’yi ne kadar anlattığı tartışmalı olsa da, CIA’nin Avustralya’da yaptıklarını açıkça dile getiren ve medyanın takınacağı tavıra güvenmediği için (gerçekte medyanın ABD’nin Şili’deki darbeyi örgütlemesinin üzerine düşmemesi Boyce’u bu fikre götürmüş olsa da, filmde bu örnekten bahsedilmiyor hiç) öğrendiklerini gazetelere götürmektense, Sovyetler’e satmayı tercih eden bir karaktere yer vermesi yine de gerçek ABD ile ilgili bir fikir verebilir seyredene. Biri beslediği şahini nedeni ile “Falcon”, diğeri daha lisede bulaştığı “beyaz” ticareti nedeni ile “Kardan Adam” rumuzunu kullanan iki gencin yakalanması ile biten ve sonda sadece aldıkları cezaları belirten filmin atladığı en önemli konu ise aslında Boyce’un hapisten kaçması ve daha sonra yaşananlar. Ne var ki senaryo buralara hiç girmiyor ve özellikle Boyce’un yakalanma şeklini şahinli bir sahne uğruna gerçekte yaşananlara göre tamamen değiştiriyor. Bunlar bir Hollywood filmi ile karşı karşıya olduğumuz düşünülürse, anlaşılabilir belki ama Schlesinger’ın filme hak ettiği kadar gerilim sağlayamaması ve özellikle Sean Penn’in karakterinin bocalamaları ile başlayan çözülme sürecini daha vurucu kılamamış olması affedilir bir problem değil. Oysa iki amatör casusun hikâyesi, gereksiz yapaylıklara başvurmadan üstelik, daha etkileyici olabilme potansiyeline sahipmiş kesinlikle. Boyce karakterinin aşk hikâyesi de eğreti durmuş hikâyede ve bu nedenle sonlarda sinema gişesindeki sahne de filmin ruhuna aykırı düşmüş bir parça.

“This is not America” adlı şarkının yanısıra başka sıkı parçaları da olan film Amerikan tarihinin en garip casusluk olaylarından birini ele alması ile ilginç bir çalışma ve eksikliklerine rağmen kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Muhafazakâr bir babanın, ülkesinin başka ülkelerde yaptıklarına şahit olan ve herhangi bir şeye “inancı” yok gibi görünen (senaryodan bu özeti doğrudan çıkarmak zor olsa da) Boyce karakteri de kesinlikle ilgi çekici, senaryo onu hakkı ile işleyememiş olsa da. Kahramanlarımızın (özellikle Boyce karakteri) dürtülerinin yeterince açıklanmamış olması, buna karşılık bu iki amatörün bunca zaman bu işi nasıl götürebildiklerinin üzerine gidilmemesi de filmin lehine olmamış ama Rus elçilik görevlisi rolündeki İngiliz oyuncu David Suchet’in göründüğü hemen her sahnede rol çaldığı ve klasik bir dil ile anlatılmış olan film bu kusurlarına rağmen, beklentilerin çok yüksek tutulmaması şartı ile kesinlikle keyifle izlenebilir.

(“Şahin ve Kardan Adam”)

Alceste à Bicyclette – Philippe Le Guay (2013)

“Yazı tura atalım; yazı gelirse ben Alceste olacağım, tura gelirse sen”

Moliére’in “Le Misanthrope – Adamcıl” adlı eserini sahneye koymak isteyen ünlü bir oyuncunun oyunda yer almaya ikna etmek için eski bir oyuncu arkadaşını ziyaretinin hikâyesi.

Yönetmen Philippe Le Guay ve oyuncu Fabrice Luchini’in birlikte çalıştıkları bir önceki filmleri “Les Femmes du 6e étage – 6. Kattaki Kadınlar” sırasındaki sohbetlerinden ilk fikri ortaya çıkan ve Guay’in Emmanuel Carrére’in katkıları ile senaryosunu yazdığı film öncelikle ve özellikle Moliére’in ve onun “Le Misanthrope – Adamcıl” adlı oyununun hayranları için cazip olabilir gibi görünse de, geri kalanlar için de çekici yanları olabilecek hoş ve zarif bir film. Lambert Wilson ve Fabrice Luchini’nin canlandırdığı iki oyuncunun oyunun iki önemli karakteri olan Alceste ve Philinte rollerini prova ettikleri, oyun üzerine tartıştıkları ve oyundaki kimi öğelere ve elbette prova ettikleri iki karaktere göndermelerle dolu birkaç gününü anlatan film belki yeterince güçlü görünmüyor ve Moliére’in gerçek bir klasik olan oyununun çekiciliğinden yeterince esinlenebilmiş değil sanki ama yine de sanat ve hayat, eski ve yeni karşılaştırmaları ile ilgili çağrışımları ve egoların çatışmasından doğan keyifli anları ile ilgiyi hak ediyor.

Moliére’in ilk kez 1666’da sahnelenen oyunu bugün Fransız sanatının tartışılmaz klasiklerinden biri olarak kabul edilen bir çalışma. Aristokrasinin ikiyüzlülüğü ve insanların doğalarındaki zayıflıklara odaklanan bu oyun filmimizin kaynağını oluşturuyor. Oynadığı ve çok ilgi gören televizyon dizisinin üzerinde bıraktığı imajdan kurtulmak isteyen bir yıldız oyuncu (Lambert Wilson), yıllar önce oyunculuğu bırakmış arkadaşını (Fabrice Luchini) oyunda rol almaya ikna etmek için onun yaşadığı adaya gelir. İkili arasındaki ilk çatışma oyunun asıl kahramanı olan Alceste karakterini kimin oynayacağı üzerinden başlar ve her ikisinin de egoları yüksek olan bu iki oyuncu hikâyemiz boyunca çatışıp dururlar. Guay’in senaryosu bu asıl hikâyeye filme sıcaklık da katan bir küçük aşk hikâyesi, porno film oyuncusu bir genç kadın ve taksi şöförü gibi karakterler katarak filmine dinamizm ve çekicilik katmış ve bu öğeleri çoğunlukla hikâyenin kimi temalarının parçası yapmayı da başarmış görünüyor. Fransa’nın Île de Ré adlı adasında çekilen ve bölgenin sakin ve sessiz güzelliğini zarif biçimde kullanan film temel olarak iki oyuncunun karşılıklı performansları üzerinden ilerliyor. Wilson canlandırdığı soap opera oyuncusuna uygun bir üslupla üzerine düşeni yapıyor ve karakterine zariflik katıyor ama filmin asıl yıldızı Luchini oluyor. Kendisine önerilen rolü başta kesinlikle ret eden, sonra yavaş yavaş yükselen egosu ile role asılmaya başlayan eski oyuncu karakterini küçük bir komedi de katarak keyifle oynuyor ve seyredene de keyif veriyor.

Jorge Arriagada’nın filmin özellikle dış sahnelerdeki uçarı mizahına renk katan müziği ve Jean Claude Larrieu’nun yine özellikle dış mekanlardaki yalın ve zarif çekimleri ile ayrıca bir çekiciliği olan filmde İtalyan Jimmy Fontana’nın hoş bir sahneye eşlik eden 1965 tarihli “Il Mondo” ve Fransız Yves Montand’ın kapanışa doğru dinlediğimiz 1968 tarihli “La Bicyclette” şarkıları da hem yaşattıkları nostalji ile hem de hikâyenin atmosferine uygunlukları ile dikkat çekiyor. Filmin bu çekici yanlarının dışında kimi yetersizlikleri de var ki bunların içinde en önemli olanı eleştirilerinin yeterince güçlü olmaması. Eski ile yeninin karşılaştırılması örneğin, kullanılan araçlar da dahil olmak üzere çok fazla ikna edici değil maalesef. Oyunun ve oyunculuğun odak noktalarından biri olduğu filmde iki oyuncunun oyunu yaratırken harcadıkları çaba ile porno filmlerde oynayan genç kadının kıyaslanması fazlası ile kolaya kaçan bir şekilde yapılıyor. Buna bağlı olarak aynı kadının ikilinin prova yaptığı eve geldiği sahne de hikâyeye bir şey katmadığı gibi biraz üstünkörü yazılmış gibi duruyor. Ayrıca komedisinin her zaman güçlü olmaması ve filmden alınacak keyifin Moliére’in oyununu bilmekle doğru oranda artacak olması da filmin lehine noktalar değil.

Ülkesi Fransa’da Victor Hugo ve Charles Baudelaire gibi ünlü isimlerin eserlerini sahnelerde canlı seslendirmesi ile de sevilen bir isim olan Luchini ile Lambert Wilson arasındaki ikili sahneleri ile, özellikle oyundan bölümlerin provasını yaptıkları sahneleri ile edebiyat severleri, elbette öncelikle bu Fransız klasiğine aşina olanları, ayrıca mutlu edebilecek olan film oyun ile filmimiz arasındaki göndermeleri ile de önemli bir çalışma aslında. Yönetmen Philippe Le Guay’in kendisini bir parça geri planda tutarak oyuncuların performanslarını öne çıkaran mizansen anlayışının da renklendirdiği film ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.

(“Bicycling with Molière” – “Alceste’le Bisiklete Binmek”)

Süpermenler – Italo Martinenghi (1979)

“Bu başarılı oyunun için sana Nobel Ödülü verilmeli”

Zaman makinesi, uyuşturucu mafyası, süpermen(ler) ve karatenin karıştığı bir hikâye.

1970’li yıllarda Yeşilçam’ın İtalyan sinemacılarla ortaklaşa çektiği (ve bu kez İspanyolların da katıldığı) “avantür” filmlerden biri. Her ne kadar adında Süpermen ifadesi geçse de buradakiler daha çok uçan değil, atlayan zıplayan türden ve taklit ettikleri kıyafetleri dışında onunla hiçbir ortak yanları yok. Dökülen bir senaryo, ardı arkası kesilmeyen mantık ve devamlılık hataları, kötü oyunculuklar, sululuk kelimesinin az geleceği bir tarz ve esinlenilen (yağmalanan demek daha doğru olur aslında) Hollywood filmlerinin kötü taklitleri… Tüm bunlara rağmen “eğlenmek” için bir göz atılabilir yine de. “Dünyayı Kurtaran Adam” gibi bir kült ol(a)mamasının temel nedeni ise, o filmin tüm “ciddiyet”i ile bir hikâye anlatmaya soyunması ve tam da bu nedenle absürt bir eğlence kaynağı olabilmesi, bu filmin ise rahatsız edici bir komiklik çabası içinde dönüp durması olsa gerek.

Biri filmde rolü de olan üç İtalyan ile sinemamızın aralıksız üreten isimlerinden Erdoğan Tünaş ve Fuat Özlüer’e ait olan senaryo tam bir kolaj niteliği taşıyor; “Supermen” ve “The Godfather – Baba” filmlerinin o dönemdeki popülaritesinden sonuna kadar yararlanma niyetini taşıyan hikâye bunu da oldukça kaba bir biçimde yapmış. Cüneyt Arkın ile İtalyan oyuncular Aldo Canti ve Salvatore Borghese’nin canlandırdığı üç süpermenimiz var hikâyede ama bu süpermenlerin iyi dövüşme ve Arkın’ın pek çok filminde tekrarladığı havada uçarak tekme atma ve yükseklerden atlama dışında süper bir becerileri yok. Canti ve Borghese’nin canlandırdığı karakterlerin bir de “komedi” becerileri var ama bu konuya hiç değinmemek çok daha hayırlı olur! Orijinalinden farklı renklerde olsa da onun pelerinli ve taytlı kıyafetini giyen karakterlerimizin bunun dışında Süperman ile hiçbir ortak yanı yok. İtalyan yönetmen Italo Martinenghi bu filmden önce ve sonra yapımcı ve/veya yönetmen olarak yine üç süper adamlı filmler çekmiş ve anlaşılan kimileri bizde de gösterilen bu filmlerin “gördüğü ilgi” onu Yeşilçam’a kadar getirmiş. Türk sinemasının özellikle televizyon nedeni ile krizde olduğu yıllarda sinemamıza girmiş olan erotizmi de burada İtalyan usulü olarak ve kaba hali ile görme fırsatını bulduğumuz filmin elbette ciddiye alınacak bir yanı yok ama yine de kimi öğelerine değinmek ilginç olabilir.

Yukarıda senaryonun bir kolaj havasını taşıdığını belirtmiştik; öyle ki bazen peş peşe olan sahnelerin bile birbiri ile ilgisi olması için herhangi bir çaba sarfedilmemiş. Adeta farklı filmlerin sahneleri nerede ise rastgele bir sıra içinde karşımıza çıkarılıyor gibi hissediyorsunuz filmi seyrederken. Bununla tutarlı olarak aynı film içine süpermen, zaman makinesi ve mafyanın yerleştirilmesi de bu kolaj havasını destekliyor. Burada da “ilişkisizlik” o derece ileri gidiyor ki, örneğin film bittiğinde kendinizi zaman makinesi ne arıyordu bu hikâyede diye sorarken bulabilirsiniz. Senaryo o sırada gündemde olan ne varsa hepsinden bir parça katmış hikâyesine özet olarak.

Hikâyedeki mantıksızlıkların örnekleri ise saymakla bitecek gibi değil. Zaman makinesini bulan Alman profesörün (elbette Alman kendisi, klişelere uygun olarak) neden makinenin ilk denemesini Türkiye’de yaptığından tutun koskoca bir zaman makinesinin neden peşine onca insanın düştüğüne bir parça mantık taşıyan bir gerekçe bulma zahmetine katlanılmamasına (geçmişe giderek uyuşturucuyu kimin çaldığını bulmak isteyen bir mafya lideri veya Türkler İstanbul’u fethederken can havli ile hazinelerini gömen Bizans asillerini gözetleyebilmek anlamlı bir gerekçe olmasa gerek) kadar onlarca örnek sıralanabilir bu konuda. Diyaloglara da yansıyan bu tuhaflıkların bu alandaki en “çarpıcı” örneklerinden birisi ise hikâyeye erotizm kontenjanından katılan İtalyan Andrea Guzon’un seksi hemşiresi ile doktor arasında geçen konuşmalar. Bu diyaloglarda beş dakika içinde önce doktor tedaviyi hemşireye bırakıyor, sonra hemşire doktora teşhis koydunuz mu diyor, ardından doktor tedavi yöntemi öneriyor ve aralarda da doktor birilerine teşhisi ve tedaviyi anlatıp duruyor sürekli olarak. Sanki bir sahne farklı versiyonlarda çekilmiş ama sonra hepsi birden kullanılmış adeta.

Guzon’a göre daha “edepli” bir erotizm malzemesi olarak filmde yer alan Güngör Bayrak ile sevgilisinin yer aldığı bir sahnede adamın “neden ayağa kaktın” sorusunu Bayrak’tan önce seyircinin cevaplayacağını ve “bikinili görünmek” için diyerek doğru cevabı vereceği filmin erotizmi kaba bir komiklikle bezenmiş ve filmin genel sululuğuna uyum göstermiş açıkçası. Hikâyenin fiziksel komedisi ne kadar kaba ise, sözlü komedisi de o derece sıradan. Alçılığı bacağına basıldığı için “bacağım gitti” diye bağıran bir adama cevap olarak “gittiyse, koş arkasından getir” cevabının verildiği bir komedinin düzeyinden söz ediyoruz demek yeterli olur sanırım bu sıradanlığı açıklamak için. Karşısındakine doktor rolü yapan Cüneyt Arkın’a, hemşirenin rolünü ne kadar başarı ile canlandırdığını vurgulamak için bu oyunu ile Nobel’i (Oscar değil, Nobel!) hak ettiğini söylemesi ise filmin herhalde amaçlanmamış olsa da en komik olmayı başaran anı olsa gerek.

Sondaki bitmek bilmeyen ve bir noktadan sonra çok yoran kaçıp kovalamaca sahnesi, “The Godfather – Baba” dahil olmak üzere farklı filmlerden aşırılan müzikleri, hikâyede ne aradığı bilinmeyen karakterleri, zaman makinesinin zamanın içinde değil aynı zamanın içindeki farklı mekanlar arasında gezinmesi, profesörün zaman makinesinin içindekilere “motorlar durmadan kapıyı açmayın” uyarısını yapması vb. saçmalıkları ile film ilgi çekebilir belki ama bunun da ön şartı filmi “şu saçmalıkları seyrederek eğleneyim biraz” kararlılığı ile seyretmek. Buna ilave olarak, Michael Jackson’ı hatırlayacağınız bir “ay yürüyüşü (moonwalk) sahnesi, o dönem Türk sineması için alışıldık olmayan bir şekilde ve kısa bir sahne için de olsa polislerle dalga geçilmesi ve atlayıp zıplayan Cüneyt Arkın ve onun iki komik versiyonu da çekim kaynağı olabilir kimileri için.

(“3 Supermen Against Godfather” – “3 Supermen Contro Il Padrino” – “Los Tres Supermanes Contra el Padrino”)