Battal Gazi’nin Oğlu – Natuk Baytan (1974)

“Nedense, çocukluğumdan beri acayip bir his var içimde. Bu elbiseler, bu saray, hatta şövalyelik rütbesi bile rahatsız ediyor beni”

Hristiyan Bizanslı komutan tarafından öldürülen babası Battal Gazi’nin intikamını alan oğlunun hikâyesi.

8. yüzyılda yaşamış gerçek bir kişiliğin Türk sinemasında aldığı halini, bu sinemanın Türk-İslam örneklerinden biri olarak karşımıza getiren bir film. Yeşilçam’ın epey sevdiği bir karakter Battal Gazi ve 1955 (“Battal Gazi Geliyor” – Sami Ayanoğlu/Sami Ayanoğlu) ve 1966 (“Battal Gazi – Muharrem Gürses/Atilla Gürses) yıllarında iki bağımsız film olarak çekildikten sonra, 1970’li yıllarda tümünde Cüneyt Arkın’ın oynadığı ve ilkini Atıf Yılmaz’ın, diğerlerini Natuk Baytan’ın yönettiği dört filmle gelmiş karşımıza (“Battal Gazi Destanı”, “Battal Gazi’nin İntikamı”, “Savulun Battal Gazi Geliyor” ve “Battal Gazi’nin Oğlu”). Kökeni Arap olan bu lider hakkında yazılan destanlar, halk hikâyeleri ve romanlar ile dolu Türk edebiyatı ve Yeşilçam da bu değerli kaynağı bol bol sömürmüş. Bugün Yeşilçam’ın çoğunda Cüneyt Arkın’ın oynadığı tarih filmleri epey bir konuşma malzemesi olurken, bu filmler de sık sık gündeme gelir. Alaycılık hâkimdir bu konuşmalara çoğunlukla ama bugün Türk toplumunun ve yöneticilerinin genlerine yerleşmiş görünen pek çok zihniyetin ipuçlarını bu eserlerde görmek mümkün ve bugün sarkastik yaklaşımlar bir yana, belki de tek önemli yanları bu olsa gerek.

Cüneyt Arkın’ın atlayıp zıpladığı ve kendisine bu becerilerinde başkalarının da eşlik ettiği film Battal Gazi’nin kahramanca ölümü ve henüz kundakta olan oğlunun zalim Hristiyan askerlerinin elinden kurtarılması ile başlıyor. Bundan sonra olan bitenler ise en koyusundan bir Türk ve İslâm vurgusunun inandırıcılığın yanına şöyle bir uğrama zahmetine bile katlanmayan bir hikâye ile karşımıza getirilmesi. Bu inandırıcılık problemi (veya eğlencesi de diyebiliriz) ile başlayalım: Savaşabilecek durumdaki tüm erkeklerin kahramanca çarpışmasına rağmen “çöldeki kumdan bile çok olan” ve “öldürmekle bitmeyen” düşman askerleri tarafından öldürüldüğü, kadın ve çocukların Battal Gazi tarafından canlarını kurtarmaları için zorla kaçmaya teşvik edildiği bir kaleyi tek başına savunma gereği duyuyor örneğin Battal Gazi ve bunu yaparken de düşmanı daha rahat engelleyebilmek için kendisini kalenin kapısına bağlamalarını istiyor! Sinemamıza “Bitmeyen Yol” gibi başarılı bir toplumsal gerçekçi filmi yönetmen ve senarist olarak armağan etmiş Duygu Sağıroğlu’na ait olan senaryo peş peşe aklımıza gelebilecek tüm klişeleri seyirciye sunarken ve hatta bazı klişeleri de yaratırken, tek bir şeyi amaçlıyor: Türk ırkının kahramanlığını ve soyluluğunu vurgulamak. Bunu yaparken de Türk olmayan her şeyi gidebileceği en uç noktaya kadar giderek aşağılıyor, lanetliyor. Onca okla vurulan Battal Gazi’nin bir sonraki sahnede dimdik ayakta durması, “ormanda koca kadını nasıl kaybedersin” gibi mantığın çerçevesine sığmayacak diyalogların varlığı, çocuğun boynundaki ve hikaye için önemli olan yarayı kimsenin yıllarca fark etmemesi, zincirlerini koparacak kadar güçlü ama kaçmayı aklına getirmeyecek kadar saf olan bir kahraman, yıllarca kardeşi olarak bildiği bir kadına kardeşi olmadığını öğrenir öğrenmez aşık olan bir kahraman vs… İnandırıcılık derdinin ne yaratıcılarında ne de seyircisinde olduğu bir film için yeterli örnekler olsa gerek tüm bunlar.

İnandırıcılık ile iç içe geçen ama bu “teknik” sorundan çok daha önemli olan “politik” sorunun ne olduğuna gelince: Hikâye kendi içinde tutarlılık problemleri yaşasa da Türk ve Müslüman olmayan (hemen) her bir bireyi aşağılamak. “Türkler ileride Anadolu’nun tek ve değişmez hâkimi olacak” sözleri ile bugünleri bize “müjdeleyen” film Türklüğü (müslümanlık ile birlikte) yüceltirken, “gâvurlar”ı lanetliyor sürekli olarak ve bunu yaparken de tutarlılık gibi bir derde düşmüyor. “Battal Gazi’nin Oğlu” adını taşıyan ve Battal Gazi’nin çocuğunun erkek olmasını bir övünç kaynağı olarak sürekli hissettiren film, Hristiyan liderin karısını doğurduğu ikizlerden birinin erkek olmaması durumunda kendisini elleri ile boğacağını söyleyerek tehdit etmesini korkunç bir şey olarak sunuyor bize. Oysa film baştan aşağıya erkeklik vurgusu ile dolu. Öyle ki kahramanımızla evlenen kadın kendisine “cariyeniz, kulunuz, köleniz olmaya Tanrı’nın huzurunda yemin ettim” diyebiliyor (neyse ki kahramanımız erkek ve kadın eşitliğine ondan daha çok inanıyor da “hayır, hayat yoldaşımsın” diyor. Bu sahneden kadının kendisini erkeğine adaması durumunda erkeğinden de düzgün bir muamele göreceği mesajını alıyoruz elbette.

Hikâye ırkçı öğelerle sürüp giderken ilginç bir şekilde kandan çok sütün önemini vurguluyor bize. Örneğin Hristiyanlar arasında yetişen ve Battal Gazi’nin oğlu olduğunu bilmeyen kahramanımız iyi bir insan oluyor yine de çünkü kendisini emziren saraya gelen bir Türk ve Müslüman kadın (evet, ta kendisi, gerçek annesi). Buna karşılık Türkler arasında yetişen ama Hristiyan kanı taşıyan bir başka adam ise yine de cesur ve iyi yürekli, çünkü onu da bir Türk ve Müslüman kadın emzirmiş. Kahramanımız kendisini emzirmesi için getirilen hiçbir Hristiyan kadının sütünü kabul etmemesi vb. öğelerle bu doğru süt emmiş olmanın öneminin altı çizilip duruluyor film boyunca. İşte bu süt o kadar önemli ki daha kahramanımız küçük bir çocukken bile “papazın suratını görmek istemiyorum, büyüyünce tüm papazların kafasını keseceğim” gibi bir cümleyi kurabiliyor. Hikâyedeki papaz karakterinin kaba bir karikatür düzeyinde çizildiğini tahmin etmek için filmi seyretmeye bile gerek yok elbette. Gerçek kimliğini bilmeden bile Türk kanı (pardon, sütü) taşıdığı için Türk esirlere adil ve fedakâr davranabilen kahramanımız üzerinden senaryonun Türklük ve müslimanlık kavramına bakışını bir karakterin ağzından duyduğumuz şu cümle ile özetleyelim: “Kılıcına baksan, bir Türk kadar usta ve çabuk, yüreğine baksan bir müslümanınki kadar temiz ama gel gör ki görünüşte tam bir Bizanslı”. Hayli büyük bir çelişki, değil mi?

Finalde kale burçlarında sallanan kırmızı (Türk) ve yeşil (İslâm) bayrakları ile Türk-İslâm ideolojisine son bir selam yollayan film hiç çekinmeden sağdan soldan aşırdığı malzemelerle doldurmuş hikâyesini. Battal Gazi’nin taşa saplanan ve kimsenin yerinden çıkaramadığı kılıcı, Kral Arthur’un Excalibur adındaki ve ancak gerçek kralın yerinden çıkarabileceği kılıcı çıkararak krallığını kanıtlamasından aynen aktarılmış hikâyemize. Battal’ın oğlunun canının kurtarılması için küçük bir tekne içinde nehire salınması ve kralın karısı tarafından bulunması, Musa’nın hikâyesine ne kadar da benziyor, değil mi? Yine bir yerlerden apartılmış olan senfonik müziğin filmin diyalog olmayan her karesini ve hatta olanlarını bile yüksek sesle doldurduğu film, özetle bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu “kendini yüceltici ve kendinden olmayanı aşağılayıcı” zihniyetin köklerinin bir kısmının Yeşilçam tarihinin sayfalarında yer aldığını gösteriyor bize. Eğer tüm bunlara dayanıklıyım diyorsanız, Cüneyt Arkın’ın etkileyici fiziksel performansı, sonlardaki hayli başarılı çekilmiş işkence sahnesi ve “eğlendiriciliği” sayesinde “keyifli” bir zaman geçirebilirsiniz filmi seyrederken yine de.

Liebestraum – Mike Figgis (1991)

“Çok seksi bir kadın. Kocasının yerinde olsam, onu kilit altında tutardım”

Farklı iki nesilin birleşen ihanet ve tutku hikâyeleri.

İngiliz yönetmen Mike Figgis’in senaryosunu da yazdığı ve ABD yapımı olarak çektiği bu filmi farklı olmaya çalışan ve bunu bir ölçüde de başaran ama özellikle senaryosundan kaynaklanan problemler nedeni ile bir türlü tam anlamı ile tatmin edici olamayan bir çalışma. Film adını Franz Liszt’nin Liebestraum (“Aşk Rüyası”) isimli eserinden alıyor ama hafif erotizme göz kırpan içeriği ile aşktan çok bir tutkuyu karşımıza getiriyor gibi ve o tutku da pek çekici biçimde sergilenmiyor ne yazık ki. Liszt’in eserlerinin orijinal ve caz yorumlarının ağırlıklı olduğu filmin soundtrack çalışmasındaki orijinal müzik ise filmlerinin çoğunda olduğu gibi Figgis’e ait. İddia ettiği gerilime de yeterince sahip olamayan film, yine de sıradan olmayı ret eden tavrı ve daha da önemlisi görselliği ile ilgi görmeyi hak ediyor.

Liszt’in iki Alman şairin, Uhland ve Freiligrath’ın şiirlerinden bestelediği Liebestraum adlı klasik piyano besteleri (piyano için üç ayrı solo eser) sinemadan caza, bilgisayar oyunlarından reklamlara pek çok alanda kullanılmış ünlü bir eser. Liszt’in bu çalışmasının popülerliğini vurgulamak için Elvis Presley’in bile “Viva Las Vegas” filmi için eseri, “Today, Tomorrow and Forever” adı ile uyarlamış olduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Peki, bu eseri ilham kaynağı alan ve hatta filmine de isim yapan Mike Figgis’in filmi neden bu popülerliğin uzağına düşmüş? Kastettiğim farklı bir sinemacı olan Figgis’in peşine zaten düşmeyeceği geniş kitlelerin ilgisi değil elbette. Ne var ki Figgis’in filmi “tam olmamış” hali ile sinefillerin de hararetle anacağı bir esere dönüşememiş. Bu olmamışlığın da temel nedeni senaryonun yeterince olgunlaştırmadan karakterleri ve olayları önümüze sürmesi. Örneğin Kevin Anderson’un canlandırdığı ve filmdeki dozunda tutulmuş görünen erotizmin erkek tarafını temsil eden Nick karakterinin gizemli ve “cool” havaları bir türlü hikâye ve diyaloglar ile örtüşmüyor ve boşta kalıyor. Onunla Pamela Gidley’in oynadığı Jane karakteri arasındaki tutku ise önceden tahmin edilebilirliği ve buna rağmen içinin doldurulamamış olması nedeni ile bir cazibe kaynağı olamıyor. Bill Pullman’ın aldatılan koca karakteri Paul ise senaryonun ihmal ettiği bir karakter ve Pullman’a da pek oynayacak bir alan bırakmamış.

Figgis’in filminin seyreden üzerinde bıraktığı bir olumsuz izlenim de “aldatılmışlık hissi”. Gizemli sahneler, sessiz bakışlar ve bir sırrı barındırıyor gibi görünen karakterler vb. öğelerin tümü karşılığını bulmuyor hikâye bittiğinde ve senaryodaki “inşaat alanında son anda ölümden dönülen kaza sahnesi” gibi tüm olan bitenle ilgisiz kalıyor bir şekilde. Partideki sarhoş ve tacizci polis veya doktorun fettan karısı karakterleri ise vaatkâr bir şekilde görünüp, sonra kaybolmaları ile senaryonun unuttukları arasına giriyorlar. Adeta korku filmi atmoferinde çekilmiş birkaç sahnenin filmde ne işi vardı diye de sormak gerekiyor bunlara ilave olarak. Figgins’in yıldız oyuncu Kim Novak’ı sinemadaki son rolündeki kullanım biçimi de hayal kırıklığı yaratabilir. Oyuncu hayli kilit bir rolü üstlenmiş ama senaryo onu sürekli yatakta, ölmekte olan ve hırıltılar ve çığlıklarla son günlerini yaşayan bir kadın gibi göstererek, özetle oynayacağı bir alan vermeyerek sinemaya şık ve sağlam bir vedada bulunmasına engel olmuş.

Peki, film bu pek de önemsiz olmayan kusurlarına rağmen neden yine de ilgi çekebilir? Her şeyden önce, Figgins’in filmi görsel becerisi ile ilgiyi hak ediyor. Yıllarca terk edilmiş duran ve içindeki katlı mağaza ile birlike yeni bir AVM inşaatı için yıkılacak olan binanın dış ve iç mekan çekimleri gerçekten başarılı (filmde sonradan boşa düşen bazı beklentilerin sorumlusu olan da temel olarak bu iç mekan çekimleri). Yılların biriken tozu, içeride işlenen cinayetten sonra donmuş gibi duran hayatın hüzünlü görüntüsü gerçekten etkileyici. Figgins’in içerik olarak karşılığı yeterince üretilmemiş olsa da gölgeler, radikal kamera açıları ve akıllıca kullandığı sessizlik anları filmi biçimsel bağlamda üst bir düzeye çıkarıyor. Bu görsel başarının mimarlarından görüntü yönetmeni Juan Ruiz Anchía’yı da anmış olalım bu arada.

(“Hesaplaşma Günü”)

TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2014 – 2

Loin des Hommes (İnsanlıktan Uzakta) – David Oelhoffen : Fransız sinemacı David Oelhoffen’in Albert Camus’nun “L’Hôte” adlı hikâyesinden uyarladığı ve yönettiği bir film. İlk kez 1957’de basılan hikâye Cezayirli isyancılar ile Fransız kuvvetlerinin arasındaki bağımsızlık savaşının sürdüğü yıllarda “tarafsız” kalmayı seçmeye çalışan bir adamı anlatıyor. Camus’un hikâyesini uzun metrajlı bir filme yayabilmek için yeni karakterler ve olaylar eklemiş Oelhoffen filmine ve ortaya ilgiyi hak eden ve sorgulayan/sorgulatan bir sonuç koymuş. Dağ köylerinde yaşayan Cezayirli çocuklara öğretmenlik yapan İspanyol asıllı bir Fransız vatandaşı ile, polise götürmesi için kendisine emanet edilen ve siyasi olmayan bir cinayet işleyen bir Cezayirli bu filmin iki temel karakteri. Bölgenin coğrafyasından akıllıca yararlanan, gerek görselliği gerekse hikâyesinin kurgusu nedeni ile bir western havasını da karşımıza getiren film savaşa bulaşmayıp, işini yapmaya çalışan bir öğretmenin taraf tutmama çabasını ve bu çabanın doğal olarak neden olduğu “iki tarafın da düşmanı olma” durumunu anlatırken, “zorunlu bir ortak yolculuğa” çıkan iki karakter arasındaki ilişkiyi de didaktizm tuzağından çoğunlukla sıyrılmayı başararak sergiliyor seyircisine. Mutlak tarafsızlığın mümkün olup olmadığını da düşündürten film Nick Cave ve Warren Ellis imzalı müzikleri ile de dikkat çekmeye aday. Viggo Mortensen Fransızca, Arapça ve İspanyolca konuştuğu filmde kendisine eşlik eden Reda Kateb ile birlikte filmi sürüklüyor ve Guillaume Deffontaines’in özellikle dış mekanlarda çok başarılı olan görüntüleri ile birlikte filmin çekicilik kaynaklarından birini oluşturuyor. Eski usul sinemanın o hoş ve bir parça nostaljik havasını da taşıyan film, görülmeye kesinlikle değer bir çalışma özetle.
(“Far From Men”)

Matterhorn – Diederik Ebbinge : Hollandalı oyuncu Diederik Ebbinge’nin yönettiği ilk uzun metrajlı film. Bach’ın kendisinin üstün yeteneklerini övenlere söylediği “O kadar da zor değil. Tek yapmanız gereken, doğru zamanda doğru notalara basmak” sözü ile açılan film Bach’ın eserlerini de kullandığı hikâyesini tıpkı bestecinin söylediği gibi “basit ve doğru zamanda doğru öğelerin karşımıza” geldiği bir biçim ve içerik ile anlatıyor. Zaman zaman absürt diye nitelenebilecek bir kara mizahı da olan film, her ne kadar finalinde bir “gay pride” kolaycılığına kapılmış gibi görünse de, bunu affettirecek bir sıcaklık ve sevimliliğe sahip ve birbirinden çok farklı iki erkeğin dostluğunu, unutma, affetme ve barışma kavramları ile birlikte samimiyet ile anlatıyor bize. Seyircisini zaman zaman güldüren film temel olarak bunu değil, samimiyet duygusunu uyandırmayı hedefliyor ve başarıyor da bunu. René van ‘t Hof ve özellikle Ton Kas’ın ekonomik oyunlarının da zenginleştirdiği filmin yönetmene ait olan senaryosundaki yan karakterler bir parça klişe görünebilir ama sanırım özellikle bu şekilde çizilmiş bu karakterler; Ebbinge tam da bu alıştığımız karakterler üzerinden, herhangi bir tekrara da düşmeden anlatarak hikâyesini tanışıklığın sağladığı hazır samimiyeti ustaca kullanıyor. Filmin set tasarımı ve “ıssız” görüntüleri de takdiri hak ederken, belki hikâyenin biraz fazlası ile doğru notalara bastığını ama bunun kesinlikle önemli bir problem olmadığını da söyleyelim.

Joe – David Gordon Green (2013)

“Yapabileceğini biliyorum, yapabileceğini biliyorum. Buna eminim. Ama bunu yapmak zorunda değilsin. Tamam mı, evlat?”

Gündüzlerini çalışmak, akşamlarını da yalnız başına içmekle geçiren bir adamın karşısına çıkan 15 yaşındaki bir genç ile dostluğunun hikâyesi.

ABD’li yazar Larry Brown’un aynı adlı romanından, Gary Hawkins’in uyarladığı ve David Gordon Green’in yönettiği bir film. Kendisi de bir sinemacı olan Hawkins, Larry Brown üzerine ödüllü bir belgesel de çekmiş. William Faulkner ve Cormac McCarthy gibi ABD’nin güney bölgelerinden olan ve eserleri onlarınki ile kıyaslanan Brown’un bu eseri ve sinema uyarlaması bölgenin havasını epeyce taşıyor. Venedik’te Altın Aslan için yarışan film, şiddet üzerinde dönüp duran hikâyesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Şiddetin ve öfkenin hem gösterildiği hem de hikâyesinin yönlendiricisi olduğu film bir yandan da dostluk, arınma ve dayanışma üzerine de bir şeyler söylüyor ve oyuncularının sıcak ve doğal performansları ile göz dolduruyor kesinlikle.

ABD bağımsız sinemasının bir örneği olan çalışmada, filme adını veren Joe karakterini Nicolas Cage, dost olduğu genci Tye Sheridan ve gencin babasını Gary Poulter canlandırıyor. Poulter’ın üzerinde bir parça durmak gerekiyor. Gerçek bir evsiz olan Poulter sinemadaki bu ilk ve son rolünde çok doğal ve başarılı bir oyun veriyor ve itirazlara rağmen başrolü ona vererek ciddi bir riski üstlenen yönetmen Green’i haklı çıkarıyor. Filmin gösterime girmesinden kısa bir süre önce sokakta ölü bulunan Poulter sertliğin ve kötücüllüğün hâkim olduğu bir dünyada ayakta kalmaya çalışan karakterlerin trajedisinin perdede bu kadar doğal görünmesinin en büyük nedenlerinden biri oluyor performansı ile. Genç oyuncu Sheridan ise zamanından önce büyümek zorunda kalmış, yaşının ve birikimin çok üzerinde bir yükü taşımak zorunda kalan genci yine benzer bir doğallıkla ve sadelikle oynuyor. Kariyerinde hayli parlak işlerin yanında zaman zaman neden oynadığını anlamanın güç olduğu roller de olan Nicolas Cage de son dönemdeki en içi dolu rollerinden birini başarı ile canlandırıyor ve geçmişi, öfkesi ve tanığı olduğu kötülüklerin arasında sıkışıp kalmış karakterini filmin en çekici unsurlarından biri yapmayı başarıyor. Öyle ki filmin yumuşaklık ile sertlik arasında gidip gelen havasını sadece onun oyununun karakteri üzerinden bile takip edilebilir hale getirmiş görünüyor.

Biri pek çok sıkıntıdan geçmiş görünen, yalnızlık, bıkkınlık ve öfke ile dolu bir hayat süren bir adam, diğeri çok problemli bir ailede büyümek zorunda kalmış ve yaşından büyük davranışları benimsemek zorunda kalmış bir genç. Bu iki acılı erkeğin arasındaki ilişki -birinin diğerinin elinden tutarak onu etrafındaki kötülüklere karşı korumaya çalışması ve diğerinin ise karşısındakini tekrar hayata katacak bir masumiyeti geri getirmesi ile gelişen bir dostluk bu- filmi pek çok diğer temanın yanında her şeyden önce sağlam bir dostluk filmi yapıyor. Sinemanın son zamanlarda bu konuda üretebildiği en sıkı dostluk filmlerinden biri karşımızdaki ve bir yandan da “aile” kavramını sorgulatıyor seyircisine alçak gönüllü bir şekilde. Gencin kaybetmişlik, kötücüllük ve yozlaşmanın somut haline dönüşmüş babası ile paylaştığı aile hayatı ile şimdi hayatına girmiş olan bir büyük abi (belki de bir baba) olan adamla kurduğu “aile”nin karşılaştırılması bu kavramı sorgulatan seyirciye. Bize sormadan verilen ile kendi kurduğumuz ailelerin karşılaştırması bir başka deyiş ile. Hikâye tüm bunları umut veren finali ile sonlandırarak anlatırken, aslında hayli sert bir dünya getiriyor karşımıza ABD’nin güneyinden. Yoksulluk, taciz, şiddet dolu bir dünya bu ve Joe bu dünyada verdiği ve kendisini bitirmiş görünen mücadeleyi, sevgi ile bağlandığı bir çocuk adına yeniden canlandırırken eğer bir şeyler dünyayı -iyi yönde- değiştirebilecekse, bunun sevgi ve dayanışma ile kurulmuş bir mücadele olduğunu söylüyor bize.

Yönetmen Green hikâyesini anlatırken pek çok etkileyici sahneye sadelik ile yaratılmış, gerçekçi ve çarpıcı bir zenginlik katmış. Örneğin babanın işlediği cinayet, sahnelenişi, yalınlığı, diyalogları ve oyunculukları ile tüyler ürpertici güzellikte. Joe’nun genç arkadaşı ile kaybolan köpeğini aradığı anlar da bir dostluğun (ve belki de bir baba oğul ilişkisinin) doğuşunu ve iki insanın bu ilişkiyi üzerinde emek harcayarak yaratışlarını benzer bir güzellikte anlatıyor bize. Jeff McIlwain ve David Wingo’nun imzalarını taşıyan ve içerdiği hüznün yanısıra bir trajedinin de haberini verir gibi görünen müziklerin katkısına da dikkat edilmeli bu sahnelerde ve aslında filmin tümünde. Kapanış jeneriğine eşlik eden Ryan Bingham’ın şarkısı da hem melodisi hem sözleri ile filmin orijinal müziğini destekliyor bu açıdan ve filme şık bir kapanış sağlıyor. Tim Orr’un görüntüleri ise gerek dış gerekse iç çekimlerdeki sıcak renkleri ile dikkat çekiyor ve hem ABD’nin bu bölgesinin havasının hem de hikâyenin “sıcak sertliğini” hatırlatıyor bize.

İçindeki kötücülüğü tüm şiddeti ile dışarı çıkaran bir baba ve “beni hayatta tutan şey kendimi tutabilmem, hayatım yapmak isteyip yapmamam gerekenlerle dolu” diyen bir arkadaş. Bu iki rol modeli arasında hayatını kurmaya çalışan genç bir delikanlının hikâyesinde, film bu birbirinden çok farklı görünen ama bir yandan da birbirine çok benzeyen iki adamın aslında yaşadıkları Amerikan toplumunun ürünü olduğunu söylüyor bize. Yoksulluğun, sertliğin egemen olduğu bir toplum bu ve Joe’nun istenmeyen ağaçları “öldürerek yok etmek” olan işinin vurguladığı (belki de sembolü olduğu) gibi hasta ve çürümeye yüz tutmuş sanki. David Gordon Green’in gerçekçi ama bir yandan da dozunda tutulmuş bir sembolizm barındıran filmi -zaman zaman sahneler arasındaki ilişkiyi yeterince belirgin kılamamak ve bütünsellikte bir eksiklik barındırmak gibi kusurları olsa da- kesinlikle görülmeyi hak ediyor.