“İnsanları umursamıyorsun, Hud. Onlara ne olduğu hiç umrunda değil. Gençlerin sana özenmesini sağlayan bir çekiciliğin var ya, işte o yüzden hiçbir şeye değer vermiyorsun. Hiçbir şeye saygın yok. Heveslerini dizginlemiyorsun. Sadece kendin için yaşıyorsun. Bu yüzden de birlikte yaşamaya uygun birisi değilsin.”
Prensip sahibi bir çiftlik sahibi, kibirli ve bencil oğlu, çiftlik sahibinin diğer oğlundan olan ve dedesi ile amcası arasındaki çekişmenin ortasında kalan torunu ve çiftlik evinde onlarla birlikte yaşayarak ev işlerini çekip çeviren bir kadının hikâyesi.
Amerikalı yazar Larry Jeff McMurtry’nin “Thalia: A Texas Trilogy” adındaki üçlemesinin bir parçası olan “Horseman, Pass By” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Yazarın henüz yirmi beş yazındayken yazdığı bu ilk romanından yola çıkan senaryoyu Irving Ravetch ve Harriet Frank Jr. yazarken, yönetmenliği Martin Ritt üstlenmiş. Tüm başrol oyuncularının çok sağlam performanslar gösterdikleri ve özellikle Paul Newman’ın tüm çekiciliğini de kattığı oyunculuğu ile parladığı filmin James Wong Howe imzalı siyah-beyaz görüntüleri de başarı düzeyi ile filmi tek başına bile görmeye değer kılıyor. Newman’ın bir yıldız oyuncu olarak kariyerinin en parlak günlerinde bir olumsuz karakteri canlandırma cesaretini göstererek ayrıca takdiri hak ettiği film, Tennessee Williams’ın güçlü oyunlarını hatırlatan karakterleri ve temaları ile zenginleşen, belki zaman zaman yeterince güçlü görünmese de kesinlikle görülmeyi hak eden ilginç bir çalışma.
Paul Newman’ı, karakterini gençlerin onun posterini duvarlarına asacak kadar beğenmeleri hayli şaşırtmış zamanında. Bu hayranlığın iki temel nedeni olmuş olsa gerek: Hud karakterinin başına buyrukluğu ve her zaman kendi arzularını ön planda tutan yaklaşımı ile bir özgürlüğün simgesi olması ve Newman’ın neden bir idol olduğunu bir kez daha anlamamızı sağlayan karizması. Babasının kendisini eleştirdiği gibi gerçekten kendisi dışında hiç kimseyi umursamayan bir genç adam Hud; babasının çiftliği yönetme şeklinden rahatsız, hayvanları etkisi altına alan şap hastalığı ile ilgili düşünceleri babasınınkinden çok farklı, başta evli kadınlar olmak üzere gördüğü her kadına asılıyor, babasının katı prensipleri olan dürüstlüğüne karşı etik olmayan davranışları normal buluyor ve kendi arzularını tatmin etmeyi tek amaç olarak görüyor. Gerçekten de hayli ilginç bir karakter Hud ve Paul Newman’ın fiziksel çekiciliği ve çarpıcı performansı ile seyirciyi ikilemde bırakıyor. Öyle ki Hud’ın davranışlarının arkasındaki nedeni anlamaya ve olumsuz eylemlerinin gerekçelerini keşfetmeye çalışıyorsunuz ister istemez. Hikâyenin bu konuda finale kadar bize sunduklarının doyuruculuğunda herhangi bir sıkıntı yok ve kolaycı bir çözüme gidilmemesi de çok olumlu.
Cinselliğin, ölümün ve arayışların egemen olduğu bir hikâyeyi yalın bir sinema dili ile ve James Wong Howe’un etkileyici kamera çalışması ile anlatıyor Martin Ritt. Hud’ın cinselliği odağına alan karakteri, evdeki delikanlının yavaş yavaş uyanan cinselliği ve bu iki karakterin kendilerine özgü tavırları ile bu konuda yürüttükleri arayışlarıını sürekli olarak hikâyenin gündeminde tutuyor. Evdeki kadının bu konuları konuşmaktaki rahatlığı da destekliyor bu durumu. Kadın genç oğlanın uyanışının farkında ve kendisini Hud’a karşı koruyor, için için ona karşı bir takım fiziksel duygular beslese de. Sürekli olarak havada asılı kalan bu cinsel atmosfer doğrudan hiçbir erotik ögeye başvurmasa da Ritt’in karakterlerinin psikolojisini görselleştirmekteki başarısı ile kendisini hep hissettiriyor. Paul Newman’ın ilk sahnedeki görüntüleri (bir evin bahçesindeki kadın ayakkabısı teki ve elbette Newman’ın görüntüyü cinsel bir havaya boğan görüntüsü) ile kuruluyor bu atmosfer ve hep muhafaza ediliyor. Oğlanın ölen ebeveynleri ve yaşlı çiftlik sahibinin sağlık durumu üzerinden ölümü de hep cinselliğin yanında tutuyor Ritt. Travması tüm karakterlerin hayatını kökünden etkileyen bir ölüm ve yakında gerçekleşeceği bilinen ve herkesin hayatını değiştirecek bir diğer ölüm hikâyeyi seyirci için ilginç kıldığı gibi, doğası gereği cinselliğin karşıtı olarak tanımlayabileceğimiz ölüm teması ile film seyirci için zıtlıktan kaynaklanan bir gerilim unsuruna da kavuşmuş oluyor. Çiftlikteki hayvanlara musallat olan hastalık ve karakterlerin hayatlarının bu hastalığın sonucuna yakından bağlı olmasını hikâyenin ölümle bir diğer ilişkisi ve ölen bir ineğin yanındaki ağaca tüneyen akbabaların görüntüsünü de tüm bu ölüm havasının sembolü olarak görmek mümkün.
Arayışların da damgasını vurduğu bir sinema yapıtı bu. Evin en genç bireyi büyükbabası ile amcasının taban tabana zıt hayat anlayışları arasında kendi yolunu bulmaya çalışmaktadır ve babasının yerine koymaya çalıştığı amcasının bu rolü ret etmesi ve davranışları ile kendisini hayal kırıklığına uğratması yüzünden bocalama içindedir. Büyükbaba ise bir oğlunu kaybetmiş olması, hayatta olan Hud’a ise hiç güvenmemesi yüzünden kendisi ile birlikte bir devrin de kapanacağını bilmekte ve çiftlik ile torununun geleceği için endişe etmektedir. Evdeki hizmetçi kadın ise kendi sorunlu geçmişinden sonra bir kalıcı hayat arayışı ile gelmiştir bu çiftliğe ve evdeki gerilimli atmosferi dengelemeye çalışmaktadır. Hud belki de doğrudan bir arayışı olmayan tek karakteri gibi görünüyor hikâyenin ama yaptıkları ve yapmadıkları ile diğer karakterlerin arayışlarının sonuçlarının doğrudan belirleyicisi de oluyor.
Filmin başarısını oluşturan en önemli faktörden biri oyuncuları: Hud rolünde Paul Newman bir yandan sert bir cazibe yaratırken, bir yandan da bir oyuncunun “kötü” bir karakteri seyirciye nasıl benimsetebileceğinin ve kendisini anlamaya yöneltebileceğinin dersini veriyor hikâye boyunca. Hiçbir şeye inanmayan ve bu dünyada temiz kalmanın mümkün olmadığını iddia eden (“Bu dünya o kadar pislik içinde ki dikkat etsen de etmesen de er geç içine batarsın o pisliğin”) ve babasının canlı tutmaya çalıştığı dünyanın yıkıldığına (ya da zaten hiç var olmadığına) inanan (“Tüm ülkeyi salgınlar yönetiyor zaten. Sen ne sanıyorsun? Büyük şirketlerin fiyat sabitlemesi, ahlâksız TV şovları, gelir vergisi sahtekârlıkları, şişirilmiş gider hesapları… Kaç tane dürüst adam tanıyorsun? Günahkârlarla azizler ayrılsa, Lincoln’un bile hangi sınıfa gireceği belli olmaz”) karakterini abartı içermeyen bir yoğunlukla yaratıyor perdede Newman. Onun “Erkek Oyuncu” dalında aday olduğu Oscar’ı “Yardımcı Erkek Oyuncu“ dalında kazanan Melvyn Douglas ise büyükbabayı klasik Hollywood sinemasının izlerini taşıyan sağlam bir oyunculukla getiriyor karşımıza ve kaybetmeye başladığını bilen yorgun karakterinin inadını, hüznünü ve trajedisini elle tutulur kılıyor. Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanan Patricia Neal’in karakterinin kırılgan sertliğini ve diğer üç ana karakter için “anne ve sevgili” rolünü üstlenmesini çok iyi yansıtan performansı sanatçının göründüğü her sahnede o derece üst düzeyde ki adeta çok güçlü bir tiyatro oyuncusunu canlı olarak izlemenin keyfini hissediyorsunuz. Henüz otuz yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeden Brandon De Wilde ise bu üç usta oyuncunun yanında hiç ezilmiyor ve genç karakterinin kafa karışıklığını ve arayışını ustaca sergiliyor, ve henüz on bir yaşındayken “Shane – Vadiler Aslanı” filmi ile Oscar’a aday gösterilmesinin de kanıtladığı gibi yetenekli bir oyuncu ve erken ölümünün sinema için bir kayıp olduğunu gösteriyor.
Texas’ın geniş arazilerini, karakterlerin o araziler karşısında küçük kaldıklarını vurgulayarak önümüze getiren James Wong Howe imzalı ve Oscar kazanan görüntüler filmin en önemli kozları arasında. Howe’un da kariyerinin en iyi örneği olarak nitelendirdiği çalışmasında her bir kare özenle yaratılmış, geniş ve yakın planların her biri doğru anlarda kullanılmış ve sinemanın bir görsel sanat olduğunu göstermiş bize sanatçı. Sürünün yok edilmesi -Hud’ın davranışları nedeni ile çiftlikteki eski dünyanın yıkılmasının da sembolü bu- ve Hud ile babasının yüzleşmesi sahnelerinde doruğa çıkan sinema tadı belki tüm bir hikâyeye yayılamıyor ama yine de kesinlikle önemli bir film bu ve 1960’lı yılların sonradan öne çıkacak kimi yanlarının (özgürlük arayışı, otoriteye başkaldırma, cinsellik vs.) habercisi olması ve Elmer Bernstein’ın dokunaklı ve yalın müziği ile de kesinlikle görülmesi gereken bir sinema eseri.
(“Çılgınların Günahı”)