“James, o kanala sakın yaklaşma. Duydun mu beni?”
1973’te Glasgow’un yoksul bir mahallesinde yaşayan 12 yaşındaki bir çocuğun trajik bir olayın daha da kararttığı yaşamının hikâyesi.
İskoç sinemacı Lynne Ramsay’in yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. Ramsay’in ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiş, yönetmenine oldukça iyi eleştiriler getirmiş ve BAFTA’da En İyi Yeni Sinemacı seçilmesini sağlamıştı. Hikâyenin kahramanı James’i canlandıran William Eadie başta olmak üzere tüm küçük oyunculardan ve onlara eşlik eden yetişkinlerden oldukça sağlam oyunculuklar alan Ramsay sosyal gerçekçilik türüne koyabileceğimiz bu yapıtla oldukça sert bir öyküyü sade ve güçlü bir dil ile anlatıyor. Gösterdiklerinin arkasına bakmaması veya nedenlerine eğilmemesi eleştirilebilecek olsa da, Ken Loach tarzı filmleri sevenlerin kesinlikle görmesi gereken dürüst ve yalın bir sinema örneği bu.
Açılış sahnesi filmin tüm hikâyesinin özeti ve mesele edindiklerinin sembolü olacak kadar doğru ve çekici: Çok ağır gösterimle karşımıza gelen bu sahnede bir pencere önündeki çocuğun perdeye sardığı başı ile kendi etrafında sürekli dönerek eğlendiğini görüyoruz. Perde gittikçe daha sıkı sarıyor başını ama çocuk dönmeye devam ediyor; onun bu eğlencesini bozan ise annesinin azarlaması ve oğlanın başına vurması oluyor. Müziğin olmadığı ve sadece pencerenin dışından, sokaktan gelen seslerin duyulduğu bu sahne çocukluğun masum oyunlarını ve yetişkinlerin sundukları (ya da sunmadıkları) ile bu masumiyeti nasıl yok ediverdiğini gösteriyor. Ardından tanık olduğumuz bir trajik olay bir çocuğun hayatına mal olurken, bir diğerinin de hep içinde tuttuğu ve kimse ile paylaşmadığı bir travmayı yaşamasına yol açıyor. Ramsay’in açılışta yer alan bu sahnelerdeki tarzı filmin sosyal gerçekçiliğine uygun ve onun, hikâyesini gösterdiği sert hayatın gerçeklerine ihanet etmeyen bir dürüstlük ve tarafsızlıkla anlatacağının da kanıtı. Trajik olayda kendi çocuğunun öldüğünü zanneden annenin “Onu sen sandım” diyerek oğluna sarıldığı sahnenin bir örneği olduğu, hayatın sertliklerinin sadelikle ve olduğu gibi gösterildiği, seyircinin duyguları ile oynanmadığı bir yönetmenliği ve hikâyeyi tercih ediyor Ramsay.
1970’lerin Glasgow’unda yoksul bir mahallede geçiyor film. İki kız kardeşi, annesi ve babası ile ve kendilerine küçük gelen, koşulları kötü bir evde yaşayan 12 yaşındaki James hikâyenin kahramanı. William Eadie’nin bu ilk oyunculuk denemesinde ve hemen her sahnesinde göründüğü filmde çarpıcı bir yalınlıkla canlandırdığı James “sessiz karanlığı” ile seyirciyi içine alan yapıtın en önemli kozlarından biri. Sonrasında sadece bir kısa filmde daha oynayan Eadie’nin; yoksulluk, kirlilik ve sertlik içinde bir çocuğun masumiyetinin nasıl ezilip gittiğini ama her fırsatını bulduğunda da çocuklara özgü bir kaygısızlığın tekrar ortaya çıkacağını gösteren karakterini çok iyi kullanıyor Ramsay. Grev nedeni ile çöplerin toplanmadığı, farelerin ve sıçanların çocukların oyuncağı olduğu, pis bir suyu olan kanalın en önemli oyun alanı işlevi gördüğü, ailelerin parçalanmış ya da işlevsiz olduğu bir dünya bu. James’in babası içkiye biraz fazlası ile düşkündür, aileyi ayakta tutan en önemli unsur olan anne ödeyemedikleri kiranın sıkıntısını yaşamaktadır; ailenin en büyük çocuğu olan ablası ise sık sık bir yerlere gitmektedir ve James gibi biz de bu yalnız ve mutsuz görünen genç kızın gittiği yer hakkında bir şey öğrenemeyiz hikâye bittiğinde. James’in yaşadığı hayatın zorlukları bunlarla sınırlı değildir; mahalledeki ergenlik çağındaki gençlerin zorbalıkları, çocukların tamamen kendi hallerine bırakılmış göründükleri uyanan cinsellikleri ve James’in kendisini bekleyen geleceğin karanlığı ile ilgili -bilinçsiz de olsa- gözlemleri de hayatını zorlaştırmaktadır oğlanın.
Ramsay’in 1970’lerdeki İskoçya resminin arkasında yatanla ilgili hiçbir şey söylememesi eleştiriye açık elbette; belki de tam da bu nedenle film bütünsel bağlamda bakınca tam bir başarıdan uzak düşmüş bir parça. James’in bakış açısından değil ama James’e bakarak anlatılan hikâye çok daha güçlü bir etki yaratabilirmiş seyirci üzerinde bu eksiklik giderilmiş olsaydı. Ayrıca Ramsay’in iki sahnedeki tercihleri de fillmin genel tarzı ile uyumsuz görünüyor. Kartopu adındaki farenin ay yolculuğu, hikâyenin kahramanı James değil, Kenny adındaki çocuk olsaydı çok daha anlamlı olurmuş açıkçası ve bu nedenle bir parça gereksiz duran bir fantezi olmuş görünüyor. Sert bir sahnede dökülen kanın dondurmanın üzerindeki kırmızı renkli sos ile örtüştürülmesi de filmin sosyal gerçekçiliği ile uyumlu olmayan bir sembolizmi getiriyor önümüze. Açıkçası tüm bu hususlar filmin genel başarı düzeyini pek de etkilemiyor ve bir iki -ve yine gereksiz görünen- çıplaklık sahnesi gibi filmin başarı düzeyi içinde unutuluverilebilirler kolaylıkla. James’in kırlık bir alanın ortasında inşa edilmekte olan evlerdeki iki sahnesi (bunların ikincisinde ilkinin aksine çocuğun eve giremiyor olması ve birincisindeki “çocukluklar”ını yapamaması oldukça önemli hikâye açısından ve her iki sahne filmin zirve anlarının örneklerinden) ve sondaki gülümsemenin etkileyiciliğini artırdığı finali ile çok başarılı bir film bu çünkü. Baba rolündeki Tommy Flanagan’ın ve anneyi oynayan Mandy Matthews’ın performansları ve Rachel Portman’ın sade ve hikâye ile çok uyumlu müziğinin de katkıları ile Ramsay’ın bu ilk uzun metrajlı filmi yönetmenin sinemaya sağlam ve kalıcı bir adım atabilmesini sağlıyor. Yönetmenin fotoğrafçı geçmişinin her bir karenin içinde yakalanan detaylarla kendisini gösterdiği ve görüntü yönetmeni Alwin H. Küchler’in hikâyenin sert hüznünü başarı ile yansıtan kamera çalışmasının dikkat çektiği film, dürüst bir belgeselin tavrına da sahip olan ve karanlığın içinden bir şiirin göz kırptığı çok önemli bir sinema yapıtı.
(“Sıçan Avcısı”)