“İşte plan bu, Emile. En küçük detayına kadar düşünüldü. Başarısız olamaz. Kesinlikle kusursuz”
Dünyanın en zengin adamının sahip olduğu bir tarihi eseri çalmak için ince bir plan yapan bir İngiliz adamın ve onun bu planda para karşılığında kullandığı dansçı bir kızın hikâyesi.
Sidney Carroll’ın orijinal hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Alvin Sargent ve Jack Davies’in yazdığı, yönetmenliğini Ronald Neame’in yaptığı bir ABD filmi. Başrollerinde Michael Caine, Shirley Maclaine ve Herbert Lom’un yer aldığı film daha önce Bryan Forbes’un senaryosu ile bir Cary Grant filmi olarak planlanmış ama yarım kalan bu projeden altı yıl sonra ve kadın karakterin rolünün ağırlığı artırılarak hayata geçirilmiş. 1960’larda hayli gözde olan ve mizahla suç unsurlarını bir araya getiren çalışmaların eğlenceli örneklerinden biri olan çalışma, ilk senaryoda yapılan değişikliklerin de bir kanıtı olduğu gibi neredeyse feminist tanımlamasını hak eden, üç başrol oyuncusunun keyifli performansları ile renklenen, iddiasız bir hava içinde klasik sinemanın tadını hatırlatan ve baştaki sürprizi ile ayrıca dikkat çeken bir yapıt.
Orijinalinden 46 yıl sonra, Joel ve Ethan Coen’in senaryosu ile ve Michael Hoffman’ın yönetmenliğinde tekrar çekilmiş hikâye ama ilkinin düzeyine ulaşamamış bu çalışma. Ronald Neame’in filmini çekici kılan ne varsa bu ikincisinde yok görünüyor ki bunların başında da oyuncuların rollerine uygunluğu geliyor. Burada Caine ne kadar rahat ve ideal görünüyorsa, ikincisinde Colin Firth o kadar uyumsuz olmuş rolü ile ve ilkinde kadın karakter ne kadar kritik bir öneme sahipse ikincisinde Cameron Diaz’ın rolü senaryonun o kadar ihmaline uğramış görünüyor. Evet, kadın karakterin her yönü ile hayli önemli olduğu bir yapıt bu. Öyle ki başlarda yer alan “hayal edilen gelişmeler” bölümünde kadının hiç konuşmayan ve yüzünde en ufak bir mimik olmayan hâlinin “gerçek gelişmeler”de tam zıt bir yönde değişmesi neredeyse feminist denebilecek bir söyleme taşımış hikâyeyi. Erkeğin gözü ile hayal edilen kadına yüklenen rolün pasifliğinden, o kadının gerçekte olan bitenlerdeki aktifliğine ve radikal olarak tanımlanabilecek değişim hayli eğlenceli ve çekici bir hava katmış yapıta. Zeki bir adam görünümündeki Harry’in (Caine) planının hemen her aşamasında bir terslik çıkarken, ortaya çıkan hemen tüm problemlere çözüm üreten de Nicole (MacLaine) adındaki bu kadın karakter oluyor.
Hong Kong’da başlayan hikâye, adı söylenmeyen bir Arap ülkesinde devam ediyor ve başladığı yerde sona eriyor. Açılışta iki adamın yarı Avrupalı yarı Uzak Doğulu bir dansçı kızı kendi soygun planlarına para karşılığında katma çabasını izliyoruz. Harry ve Nicole evli bir çift rolü oynayarak, dünyanın en zengin adamı olan Shahbandar’ın (Herbert Lom) mülkiyetindeki benzersiz bir tarihi eseri çalacaklardır ve Harry’nin arkadaşı olan Fransız sanatçı Emile de (John Abbott) bu planın bir parçasıdır. Satrançseverlerin çok iyi bildiği bir terim olan “Gambit”, oyunda avantajlı bir pozisyon elde etmek için bir taşın feda edilmesini içeren açılış türü anlamına geliyor ve kendisine sunulan bu taş rakip tarafından ya kabul ya da ret ediliyor oyunda. Filmimizde feda edilen taş Nicole karakteri olacak, Shahbandar da bu fedayı kabul edecek ve karşılıklı bir zekâ ve taktik oyunu başlayacaktır böylece. Nicole zengin adamın sadece 1 yıllık evlilikten sonra kaybettiği ve hâlâ âşık olduğu eşine ikizi kadar benzediği için çok değerli bir taştır bu satranç oyununda.
Bir Arap karakteri Çek asıllı bir Britanyalı olan Herbert Lom’a oynatmak bugün yadırganan ve eleştirilen bir “beyaz bakış”ın sonucu ama yakın dönemlere kadar sinemanın sıklıkla başvurduğu bir seçimdi bu. Neyse ki Lom sade ve ustalık taşıyan bir oyunla bu seçimin rahatsız edici olmasını unutturuyor ve filme önemli bir güç katıyor. Caine ve MacLaine ise adeta bu roller için yaratılmış kadar rahat, hayli keyifli ve dinamik performanslarla klasik sinemanın ustalık dolu oyunculuklarından örnek veriyorlar hikâyenin başından sonuna. Kadronun başarısı suç ile hafif komedinin uyum düzeyini yükseltmiş ve akıllıca kurgulanan senaryonun da yardımı ile film “sinemasal bir gerçeklik”i hep korumuş. Aynı senaryonun -yukarıda kadının konumu konusundaki doğru tutumu yanında- Batı ile Doğu arasında kendisini konumlandırdığı yer de günümüzün anlayışına yakın aynı dönemdeki filmlerle kıyaslandığında. Yan karakterlerde birtakım klişelerden (Yasak olduğu için bahşiş kabul etmeyen ama rüşveti cebine atan havaalanı çalışanı gibi) kaçınılamamış ama Shahbandar’ın da Harry kadar sağlam bir satranç oyuncusu olarak çizilmesi filmin değerini yükseltiyor.
Alacakaranlıktaki bir helikopter gezisinde kullanılan görüntülerin İstanbul’a ait olduğu filmde diyaloglar da başarılı ve “Dünyanın en zengin adamı diye bir şey yoktur. Bu, en yüksekteki yıldız demek gibi bir şey” örneğinde olduğu gibi eğlenceli yanları ile de dikkat çekiyorlar. Harry’nin soğuk profesyonel görünümünün (daha sonra öğreneceğimiz üzere aslında ilk soygunu olsa da bu) karşısına Nicole’un sıcak doğallığını yerleştiren filmin senaryosu bu tür “Batılı kahramanın Doğu’da geçen hikâyeleri”ndeki klişeleri ters yüz ediyor; örneğin fesli hayal edilen zengin adam Batılı kıyafetler içinde çıkıyor hikâyenin kahramanlarının karşısına. Buna seyirciye başta ve sonra sunulan irili ufaklı sürprizleri de ekleyince senaryonun sınıfını geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Benzer şekilde Neame’ın yönetmenliği de hiç aksamıyor ve sade mizansen anlayışı senaryonun kurgusunun hak ettiği doğru kamera açıları ve sahneleme ile üzerine düşeni yapıyor.
Romantizmi dozunda ve gerçekçi olan film sinemanın en güzel “aşk ilanı” sahnelerinden birine de sahip. Buradaki dozundalık çok önemli çünkü Hollywood’un “seyirci beklentisi” doğrultusunda hikâyenin eğlencesini de bozabilen zorlamalarından uzak durulması finali tam da bu sayede gerçekçi ve doğal kılıyor. En temel eğlence kaynaklarından biri, planlanan ile gerçekleşen arasındaki farklar olan yapıtın afişinde yer alan şu ifade de sürprizli içeriğinin habercisi bir bakıma: “Çekinmeyin, sonunu anlatın ama lütfen başlangıcını kimseye söylemeyin”. 1966’da sanat yönetimi, kostüm ve ses dallarında Oscar’a aday gösterilen filmin ilk yaklaşık 25 dakikası seyirciyi yanıltmamalı çünkü bu sıradan görünüm, takip eden 85 dakikanın eğlencesine hazırlıyor bizi ve oradaki eğlencenin de ana kaynaklarından birini oluşturuyor. Maurice Jarre’ın keyifli müziğini de anmamız gereken, komedi ile gerilimi iyi kaynaştıran ve tüm iddiasızlığı içinde hoş vakit geçirten bir çalışma.
(“Harika Hırsız”)