“Beceremeyeceğim tek şey varsa, o da bir kadına kur yapmaktır. Ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok, gerçi onunla konuşmak için sebebim de yok ya. Ondan isteyeceğim hiçbir şey yok, teklif edeceğim bir şey de yok… ama evliliğin beni çevrelediğini, kolumu kanadımı kırdığını hissediyorum ve bundan kurtulmak istiyorum. Belirsiz bir şekilde önümde uzanan, huzur dolu bir mutluluk beklentisi canımı sıkıyor. Kendimi çok da uzun olmayan ve beklentilerin acısını hissettiğim o zamanları özlerken buluyorum. Sadece ilk ve uzun soluklu aşkların olduğu bir dünyanın hayalini kuruyorum”
Evli ve çocuklu bir adamın başka kadınlara karşı duyduğu ama eyleme dök(e)mediği ilgisinin, eskiden tanıştığı bir kadının hayatına tekrar girmesi ile yeni bir aşamaya taşınmasının hikâyesi.
Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Sinemacının “Contes Moraux” (Ahlak Hikâyeleri) başlığı altında topladığı 6 filmin sonuncusu olan yapıt; bir hayal sahnesinde serinin önceki beş filmine de selam gönderen, “basit ve sıradan” görünümlü bir hikâyeyi Rohmer’in yine benzersiz bir çekiciliğe kavuşturduğu, çok başarılı diyalogların yönetmenin ustası olduğu orijinal karakterlerle daha da güçlendiği ve ahlakî bir meselenin günlük hayatın içine özenle yerleştirildiği bir çalışma. Rohmer’i sevenlerin hemen ve rahatlıkla âşık olacağı türden olan bu film yapay gerilimlerden tamamen uzak durarak ve yine güçlü bir karakter galerisi ile her sinemaseveri büyüleyecek bir eser.
Arié Dzierlatka’nın sadece açılış jeneriğine eşlik eden elektronik/fütüristik havalı kısa “müziği” dışında herhangi bir müzik/şarkı yok filmde ve Rohmer yine hemen sadece karakterlerine/hikâyeye/ahlakî meseleye dayanan ve tüm gücünü onlardan alan bir yapıtla seyirciyi eseri ile baş başa bırakıyor. Sinemacının aynı anda hem gerçekçi hem kendine has bir şiirselliği olan diğer yapıtları gibi bu film de seyircisini kendisine hemen bağlamayı başarıyor. Amatör ve profesyonel oyuncuların ustalıklı bir şekilde bir araya getirildiği ve “oynamadan oynadıkları” filmde Rohmer yine kendine has o küçük mucizeyi yaratıyor ve seyrettiğinizin gerçek olduğuna ikna ediyor sizi. Evet, tüm o Fransızlığına karşın bu hikâye her birimizin olacak kadar evrensel.
Rohmer’in “Ahlak Hikâyeleri” serisinin ilham kaynağı, F.W. Murnau’nun 1927’de çektiği “Sunrise: A Song of Two Humans” adlı film. Evli ya da bir kadınla birlikteliği olan bir erkeğin başka bir kadının cazibesine kapılmasını ama sonunda “ev”ine dönmesini anlatır Rohmer’in ahlak hikâyeleri. Burada da işte böyle bir öykü var: Evli ve bir çocuklu Frédéric (Bernard Verley) hamile olan eşi Hélène (Bernard Verley’in gerçek hayatta da eşi olan Françoise Verley) ile mutlu bir hayatı olan bir iş adamıdır; ama başka kadınlarla ilgili hiçbir zaman eyleme dönüşmeyen canlı ilgisi eskiden tanıdığı bir kadın olan Chloé’nin (Zouzou) uzun bir aradan sonra kendisini araması ile boyut değiştirecektir. Frédéric karakterinin, zaman zaman anlatıcı olarak sesini duyduğumuz ve gelişmeleri açıkladığı (pek de gerekli görülmeyen) birkaç kısa cümle dışında, asıl olarak kendi duygularını açıkladığı film Rohmer’in kaleminden çıkan gerçekçi ama alçak gönüllü bir felsefesi ve lirizmi de olan diyaloglar aracılığı ile bizi de hikâyesine ortak ediyor. Hiçbir zaman öyküsünün boyutunu bireysel olandan daha genel bir düzeye çıkardığını vurgulamıyor ya da bu yönde bir zorlama içine girmiyor Rohmer; ama seyrettiğiniz hikâyeyi kendinizi de katarak ve farklı felsefik meselelerle ilişkili olarak düşünmenizi sağlıyor kendi varlığını hiç hissettirmeden. Rohmer’in bir yönetmen olarak en önemli başarısı da belki de bu: Karakterlerini ve yaşamlarını, tüm o küçük ve onlara has görünen meseleler karşısındaki acizlikleri ile birlikte sahici kılabilmesi.
Toplumsal konumu ve maddî durumu açısından çok daha güçlü bir konumda olan Frédéric’in, bu alanlarda ondan çok daha geride olan Chloé ile karşılaştırıldığında, yaşamı ve kararları konusunda çok daha az inisiyatif kullanabilmesi erkek karakterlerle kadın karakterlerin farkları açısından tipik bir Rohmer durumu. Hikâye boyunca adam hep tereddütler, düşünceler, korkular ve sorgulamalar içinde gösterilirken, kadın sonuçları ne olursa olsun kararlar alıp bunları uygulayan ve kendi hayatı/bedeni hakkında çok daha söz sahibi birisi olarak gösteriliyor. Bu resmi, sadece erkeğin cinsiyeti üzerinden değil, onun burjuvazinin bir üyesi olmasının sonucu olarak da görmek gerekiyor. Kadının, erkeğin ait olduğu sınıfa sık sık imalarla saldırması (“Madem burjuvasın, burjuva gibi davransana. Evli kal, bir yandan da aldat. Bir nevi emniyet subabı”) ve adamın tipik burjuva ikiyüzlülükleri ile bunalması da Rohmer’in bu sınıfa yönelttiği eleştirinin uzantısı olarak görülebilir. Kabaca bir sınıflama ile; kadının cesur, erkeğin korkak olarak tanımlanabileceği filmde bu karakterleri canlandıran oyuncuların Rohmer filmlerinin tipik özelliklerinden biri olarak sade performansları da bu eleştiriyi gerçek ve elle tutulur kılıyor.
Rohmer’in senaryoları bir edebî metin olarak da yorumlanabilecek bir biçim ve içeriğe sahiptirler genel olarak. Burada da benzer bir durumla karşılaşıyoruz; özellikle erkeğin bir anlatıcı rolü ile kendisini açıkladığı cümleler, hikâye için çok da önemli değilmiş ve gevezelikmiş gibi görünebilir ama elbette öyle değil. Tıpkı bazı küçük detaylar gibi, Frédéric’in anlattıkları da karakteri ve hikâyeyi daha iyi anlamamızı sağlıyorlar. Örneğin başlarda, kendisini “zaman ve mekânlardan uzaklaştıran kitaplar”dan hoşlandığını söylüyor trende kitap okurken gördüğümüz adam; elindeki kitap ise Fransız kâşif ve denizci Louis-Antoine de Bougainville’in 1771 tarihli ve Arjantin, Patagonya, Tahiti ve Endonezya’ya yaptığı gezileri anlattığı “Voyage Autour du Monde” adlı eseri. Artık karısı ile dışarı bile pek çıkmadıklarını söyleyen adamın hareketsizliğinin karşıt yönünde duran ve bir kaçma özleminin uzantısı olan kitap, Chloé karakterinin hareketliliğini de getiriyor akla. Kolayca gözden kaçabilecek bir görsel detay bu örneğin ve tıpkı sözcükler gibi karakter hakkında değerli bilgiler veriyor bize. Anlatıcıyı dinlediğimiz sahnelerin bir kısmında, filmin geneli için de söylenebilecek şekilde bir belgesel havasının yakalanması da gerçek görüntüler üzerine okunan bir edebî metin havası veriyor duyduklarımıza.
Adamın, boynuna asılı bir büyülü kolye sayesinde tüm kadınları etkisi altına aldığını hayal ettiği sahnede “Ahlak Hikâyeleri” serisinin önceki filmlerine hoş bir göndermede bulunmuş Rohmer ve o filmlerdeki kadın karakterleri canlandıran oyuncuların bazılarına kısa birer rol vermiş Frédéric’in kadın avının kurbanları olarak: Françoise Fabian (“Ma Nuit Chez Maud” – Maud’daki Gecem), Marie-Christine Barrault (“Ma Nuit Chez Maud”), Haydée Politoff (“La Collectionneuse” – Koleksiyoncu Kadın), Aurora Cornu (“Le Genou de Claire” – Claire’in Dizi), Béatrice Romand (“Le Genou de Claire”) ve Laurence de Monaghan (“Le Genou de Claire”). Seriyi kapatmak için hoş bir gönderme olmuş bu kuşkusuz.
Üç bölümde anlatıyor öyküsünü film: Frédéric’i tanıdığımız Giriş Bölümü, Chloé’nin öyküye girdiği ve adamla aralarındaki “ilişki”nin başladığı Birinci Bölüm ve adamın kadının etkisi altına girdiğini keşfetmesinden (“Her an ortaya çıkabileceği korkusu da yerini, kullanılıp bir kenara atıldığıma dair kötü bir hisse bırakmıştı”) sonra yaşananları anlatan İkinci Bölüm. İşte bu üç bölümde evlilik, sadakat, çok eşlilik, arzularımızı yönet(eme)memiz ve toplumsal yaşamın (özellikle de burjuva değerlerinin) neden olduğu kısıtlamaların üzerine düşünüyor ve bizi de peşinden sürüklüyor Rohmer. Final ilk bakışta muhafazakâr görünebilir ama serinin genel temasına uygunluğunun yanında, tam da erkek karakterin vereceği türden bir karar olarak gerçekçi ve doğru bir seçim olmuş. Bernard Verley’nin sevimli yüz ifadesinin de etkileyiciliğine katkı sağladığı birkaç sahnede ufak oyunlara da başvurarak (Adamın espri yapıldığını düşünerek gülümsemesinden gittikçe ciddileşen ve endişeye kapılan bir yüz ifadesine geçişini yavaş bir zumla gösteren kamera, sonda uzun bir tek çekimle gösterilen karı-koca konuşması, adamın iki farklı sahnede duştan çıkan kadınları öpme/öpmeme durumu ve kadınların farklı tepkileri vs.) hikâyesine bir eğlence de katmış yönetmen.
Adını erkekle kadının öğleden sonra buluşmalarından alan ve bir öğleden sonraki muhtemel bir sevişme ile sona eren hikâye 2007’de Chris Rock tarafından, kendisinin başrolü de oynadığı “I Think I Love My Wife” adı ile de taşınmış beyazperdeye ama neredeyse vasat bir sitcom komedisi olan bu uyarlama Rohmer’e ve filmine bir ihanet olmuş açıkçası. Bir öykünün ruhunu, meselelerini ve orijinalliğini yok ettiğinizde ne olacağını görmek isteyenler için “iyi” bir örnek yaratmış Rock.
Serinin önceki filmlerini seyrettiğiniz için finali tahmin etseniz bile yine de sizi hoş bir merak duygusu ile saran yapıt, Nestor Almendros’un özellikle bazı sahnelere hoş bir hafiflik ve belirsizlik katan yumuşak ışıklandırmalarından epey yararlanmış görünüyor. Özetle söylemek gerekirse, Rohmer yalın ve sahici bir hikâyeden bir kez daha “küçük bir başyapıt” yaratmayı bilmiş ve usta sinemacılığının parlak bir başka örneğini yaratmış. Sinemada insanlara insanları anlatan hikâye görmek isteyen tüm sinemaseverler için!
(“Love in the Afternoon” – “Chloe in the Afternoon” – “Öğleden Sonra Aşk”)