“Zamandan koptum. Yaşamımın farklı dönemleri arasında ileri geri sıçrıyorum ve kontrol bende değil”
Zamanda kontrolsüz bir şekilde seyahat ederek yaşamının farklı dönemleri arasında gidip gelen bir adamın hikâyesi.
Kurt Vonnegut Jr.’ın 1969 tarihli “Slaughterhouse-Five” (Mezbaha 5) adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Stephen Geller’ın yazdığı ve yönetmenliğini George Roy Hill’in yaptığı bir ABD filmi. Yarı-otobiyografik bir bilim kurgu romanı olan ve savaş karşıtı edebiyatın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitaptan yapılan uyarlama Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanıp, Vonnegut’un da takdirlerini almış ama gişede hayal kırıklığı yaratmıştı. Seyirciden beklenen ilgiyi görmemesi, herhalde ortalama bir Amerikan seyircisi için bir parça fazla sembolik ve karmaşık olması ile açıklanabilecek olan yapıt, açıkçası romanın edebî gücünün hak ettiği sinemasal karşılığını yaratamamış ve zamanlar arasında gidip gelmesinin hikâyeyi bir yerinden yakalamayı zorlaştırmasına tam anlamı ile engel olamamış ama da yine de kesinlikle ilginç bir çalışma. İlk sinema filminde başroldeki Michael Sacks’ın duygularını yansıtmaktan özellikle uzak duran ilginç oyunculuğu ile zenginleşen film, romandan beyazperdeye taşıdığı temaları ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Dresden’de neden olduğu yıkımlar ve sivil kayıplar yüzünden bugün hâlâ tartışılan hava saldırılarını ana konularından biri yapması ile önemli bir sinema eseri.
Yönetmen George Roy Hill 1969’da “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (Sonsuz Ölüm) ve 1973’te “The Sting” (Belalılar) ile hem eleştirmenlerin hem seyircilerin beğenisini toplamış ve bu filmlerin ilki 4, ikincisi ise aralarında En İyi Film’in de olduğu 7 dalda Oscar kazanmıştı. Hill’in bu iki popüler yapıt arasında çektiği “Slaughterhouse-Five” ise Oscar’da görmezden gelinse de Cannes’da ödül aldı. Usta görüntü yönetmeni Miroslav Ondříček’in başarılı görüntü çalışmasının sağladığı avantaja rağmen Hill burada bir başyapıt veya bir klasik ortaya koyamamış açıkçası; öyle ki romanın bir kült olmasını izah edemiyor bu görsel sonuç. Bu durum filmin ilgiyi hak etmediği ya da vasat olduğu anlamına gelmemeli ama.
Aslında tüm uyarlamalar gibi, bir başka sanat eserinden yola çıkan tüm filmlere kaynağından bağımsız da bakmak gerekiyor, hatta asıl bakış belki de bu yönde olmalı. George Roy Hill’in filmi bu bakışı (da) hak eden bir öneme sahip kesinlikle. Hikâyenin kahramanı Billy Pilgrim’in (Michael Sacks) savaş sırasında yaşadıkları Vonnegut’un kişisel tecrübeleri aslında; yazar 1943’te Amerikan Ordusu’na katılmış ve 1944 sonlarında Alman güçlerine esir düşmüş. Bu esaret sırasında tıpkı Billy gibi mezbahadan bozma bir yerde yaşamış ve savaşın en tartışmalı saldırılarından biri olan ve Dresden’de yaklaşık 25 Bin kişinin ölümü ile sonuçlanan bombardımanların neden olduğu katliama tanık olmuş. Bu bombardımanın gereksiz olduğu bugün savaşın taraflarının kimler olduğundan bağımsız bakabilen tarihçilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir görüş. Almanya’nın en güzel şehirlerinden biri olan ve Alman güçlerinin ciddi bir şekilde savunmadığı şehrin yoğun bombardımana tabi tutulması Vonnegut’un savaş karşıtı romanının bu tanımlamayı en tartışılmaz şekilde hak eden eserlerden biri olmasını sağlayan bir içeriğe yol açmış. Hill’in filmi bir şehrin acımasızca yok edilmesini (şehir merkezinin %90’ı yok olmuş) yalın ama güçlü sahnelerle karşımıza getiriyor, yaşananların insanî boyutunu öne çıkararak. Billy Pilgrim’in hayatının farklı dönemleri arasında gidip gelen hikâyesinin önemli bir kısmı da savaş sırasında geçiyor ve farklı karakterler üzerinden militarizmi, faşizmi (bu açıdan Nazilerden çok, komünizme karşı onları bir müttefik olarak gören ve özellikle bir karikatür gibi çizilmiş Amerikalı subay dikkat çekiyor) ve savaşın neden olduğu travmaları ince bir şekilde ele alıyor film. “… çünkü savaş gereksiz bir aşağılanmadan ibarettir” sözünü duyduğumuz hikâye bu aşağılanmaya karşı onurunu korumanın güçlüğünü gösteriyor bize.
Farklı zamanlar arasında ani bir şekilde ileri geri atlayan filmin sahnelerinin kurgusu da hayli başarılı; Hollywood’un pek çok klasiğinde imzası bulunan Dede Allen’ın çalışması filme önemli bir katkı sağlamış kesinlikle. Ünlü piyanist Bach’ın farklı konçertolarını yorumlayan Glenn Gould’un müzik çalışması da benzer bir önem sahip. Bach’ın klasiklerinin gücü hikâyeye özellikle savaşın ezelî ve galiba ebedî varlığını hissettiren bir kalıcılık sağlıyor ve seyir zevkini artırıyor. İşte bu etkileyici kurgu ve müziklerin desteklediği hikâye Vonnegut’un farklı romanlarında karşımıza çıkan Tralfamadore adındaki gezegendeki sahneler üzerinden felsefeye de uzanıyor. Tüm zamanlarda aynı anda var olabilen ve bu nedenle geleceğe de hâkim olan varlıkların yer aldığı gezegendeki anlayış (hayatın rastgele ve güzel bir şekilde sıralanmış anlardan oluşması; gelecek ve geçmiş diye bir şeyin olmadığı ve hayatın sadece anlardan ibaret olması; iyi anlara odaklanıp, kötü olanları görmezden gelmek gerektiği) Billy’in işleneceğini bildiği cinayeti umursamamasını sağlıyor. Komediye de göz kırpan hikâyeye hâkim olan duygunun kötümserlik olmasının bir nedeni de bu felsefe aslında; kader karşısında bir nevî pasifizme işaret eden felsefe gezegendeki bir sesin dile getirdiği gibi “özgür irade tüm evrende sadece dünyada adı geçen bir şey”dir düşüncesine de sahip. Özgür iradenin dünyayı getirdiği nokta ise filmde önemli bir yer tutan savaşın da gösterdiği gibi hiç de savunulabilir değildir. Burada hikâye özgür iradeye karşı bir tutum almıyor; aksine özgür iradenin önemini, insanların onu yanlış ve kötücül bir biçimde kullanmasının sonuçları üzerinden gösteriyor.
Billy’i Almanlara esir düştüğü andan itibaren hep yakası kürklü bir kadın paltosu ve bir süre sonra da gümüş renkli çizmeler içinde gösteren ve o ortamın erilliğine aykırı bir görüntü yaratan filmin ABD dışındaki çekimleri Prag’da gerçekleştirilmiş. Bu savaş sahneleri bir militarizm eleştirisinin aracı olurken, Billy’nin Amerika’da geçen savaş sonrası sahneleri Amerikan usulü yaşamla dalga geçiyor sık sık ve bir düzen eleştirisi içeriyor bir bakıma. Bu bölümler filmin kara komediye yaklaşan mizahının da en etkileyici anlarını oluşturuyor. Örneğin kocasının içinde olduğu uçağın düştüğünü öğrenen kadının arabası ile trafikte neden oldukları ve kendi akıbeti oldukça çekici anları seyircinin karşısına peş peşe çıkarıyor. Travmalar, elektroşok tedavi gibi unsurlar üzerinden ruhsal rahatsızlıkları da sık sık gündemine alan hikâyenin kahramanı Billy’i canlandıran Michael Sacks bu ilk oyunculuğunda kariyerinin tek başrolünü oynamış ve toplam yedi sinema film ve yedi televizyon yapımından sonra 1984’te oyunculuğu bırakarak üniversitede aldığı bilgi işlem eğitimi üzerine kurmuş kariyerini. Burada zor bir rolün altından, özellikle de karakterinin orta ve ileri yaşlarında daha da etkileyici olan bir performansla başarı ile kalkmış. Henry Bumstead’in set tasarımlarının da dikkat çektiği film kaynak romanın ruhunu tam anlamı ile beyazperdeye taşıyamasa da, ilginç bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor son bir söz söylemek gerekirse.