“Her şey seninle ilgili değil!”
Biri yazmakta olduğu kitabını tamamlamak, diğeri güzel sanatlar okumak için yapacağı başvuruda kullanacağı portfolyoyu hazırlamak için çalışmak üzere denize yakın ve orman içinde bir yazlık eve gelen iki arkadaşın hikâyesi.
Christian Petzold’un yazdığı ve yönettiği bir Almanya yapımı. Pek çok diğer ödülün yanında Berlin’de Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, Alman eleştirmenlerden de yılın en iyi Alman filmi ve senaryo ödülünü alan yapıt iki arkadaşın yalnız kalmak ve çalışmak için gittikleri evde karşılaştıkları bir kadın, onun erkek arkadaşı ve yazarın yayıncısı ile geçen birkaç gününü anlatan, yakınlarda devam eden orman yangınının varlığının kendisini hep hissettirdiği ve sonda tartışmaya açık dramatik gelişmeleri olan ilginç bir çalışma. Hemen tamamı, biri hikâyeye ortalarında katılan, beş karakter arasında geçen film başlardaki çok çekici hafifliğine ters bir yönde ilerlemesi ile yanlış görünen bir seçim yapsa da, karakterlerinin her birine onları anlayan ve seven bir tavırla bakması ve başta Thomas Schubert olmak üzere tüm oyuncularının sıcak, rahat ve doğal perfomansları ile başarılı bir çalışma kesinlikle.
Hem açılış hem kapanış jeneriğinde aynı şarkıyı kullanmış Petzold: Avusturyalı dört kardeşten oluşan ve indie pop türünde müzik yapan Wallners grubunun “In My Mind” şarkısı alçak gönüllü sözleri ve kırılgan sözcüğünü hak eden melodileri ile öyküye çok yakışıyor ve filmin genel sinema dili hakkında da iyi bir fikir veriyor seyirciye. Petzold’un, son üçte birlik bölümde pek de gerekli görünmeyen bir şekilde terk ettiği hafif, esprili ve sıcak havasının arkasında dozunda tutulan bir dramatik atmosfer var ve şarkının seçimi bu nedenle çok da doğru görünüyor.
Öykünün başında Leon (Thomas Schubert) ve Felix (Langston Uibel) ile tanışıyoruz; Leon pek de yolunda gitmeyen ikinci kitabını yazma sürecini daha verimli kılmak, arkadaşı ise güzel sanatlar akademisine yapacağı başvuruda kullanacağı fotoğraflardan oluşacak portfolyosunu hazırlamak için birlikte Almanya’nın Baltık Denizi kıyısına çok yakın ve orman içindeki bir yazlık eve gitmektedirler. Arabalarının bozulup 2 – 3 km. lik bir yolu valizleri ile yürümek zorunda kalmaları yetmezmiş gibi, Felix’in ailesine ait olan evde bir sürprizle de karşılaşırlar: annesi oğluna söylemeyi unutmuştur ama evde annesinin bir arkadaşının yeğeni de kalmaktadır. Nadja (Petzold’un favori oyuncularından Paula Beer) adındaki kadının, ilk gece çok da tercih etmeyecekleri bir şekilde öğrenecekleri bir erkek arkadaşı da (Devid rolünde Enno Trebs var) sık sık orada olmaktadır. Kitabı yüzünden gerilimli ve endişeli bir ruh hâli içinde olan Leon için hiç de çekici değildir bu ortam ve yayıncısı Helmut’un (Matthias Brandt) yakında gerçekleşecek ziyareti daha da zorlaştırmaktadır bu durumu. Varlığını hep hissettiren ve yavaş yavaş yaklaşan yangın ve sonraki diğer gelişmeler, aslında Leon’un endişesi ve fazlası ile kendine odaklı olmasından kaynaklanan huysuzluğu dışında pek de sorunlu olmayan bu resmi süratle değiştirecektir.
Petzold’un senaryosu Leon’u ve diğer dört karakteri çok farklı konumlandırıyor birbirlerinden; Leon tamamen kendi çalışmasına, endişesine odaklı ve özellikle Nadja ve Devid’e tepeden bakan bir tavır sergilerken, Felix kendisi gibi rahat ve önyargısız olan bu iki kişiyle çok çabuk kaynaşır. Öyküye sonradan katılan Helmut da benzer bir karakter özelliği sergileyecek ve hemen kaynaşacaktır onlarla ve Leon’un kendisini daha da gergin ve hatta öfkeli hissetmesine neden olacaktır. Hikâyenin bu bölümleri Leon’un diğerlerini dışlayan tavrının sadece kitabı ile boğuşmasından değil, aynı zamanda onun bir tür “sanatçı egoistliği”nden ve etrafında olan biten -olumlu ya da olumsuz- her şeyin kendisi ile ilgisi olduğunu (ya da olması gerektiğini) düşünmesinden kaynaklandığını küçük ve kimi eğlenceli örneklerle doğal ve yalın bir şekilde anlatması ile hayli önemli bir çekicilik yakalıyor. Örneğin Leon ve Felix’in henüz yüzünü görmedikleri Nadja’yı, odasından gelen “ses”lerle ilk kez tanıdıkları sahnede iki genç adamın verdikleri tepkilerin farklılığı ya da yine bu iki genç adamın kadına bu konuyu açarken takındıkları tavır ve kadının rahatlığı, Leon’un diğerlerinden farklı bir yerde duracağını ve bu farklılığın kendisinin diğerlerini dışlamasının sonucu olacağını gösteriyor bize. Burada Petzold’un sanatçı kibrini ve bunu içeren, “her şeyin kendi etrafında dönüyor olduğu” inancını eleştiri ve hatta mizah konusu yaptığını söyleyebiliriz. Deniz kıyısına gittikleri ilk sahnede Felix denizin tadını çıkarırken, Leon’un üzerindeki ev kıyafetleri ile kuma uzanıp kitap okuması gibi hafif komedi anlarından, Leon’un Najda hakkında hiçbir bilgisi olmadan (ve onu hiç tanımaya çalışmadan) önyargılı ve sonradan kendisini hayli mahçup edecek tepkisine farklı örnekleri var bu eleştirinin. Öykünün ilk üçte ikilik bölümünde çok daha güçlü ve çekici olan bu eleştirinin en iyi örneklerinden biri de Devid’in diğer üçüne yemek sırasında anlattığı, sonu sürprizli hikâyeyi dinlediğimiz sahne; Leon’un öyküyü dinlerken de, sürprizli sona tanık olduğunda da yüzünde hep bir küçümseme ve sıkılma ifadesi görüyoruz.
Kaynağı tartışmalı olsa da, genel olarak Antik Yunan dönemine ait olduğu düşünülen bir inanış dünyanın dört temel elementten oluştuğunu kabul ederdi: Toprak, su, hava ve ateş. Christian Petzold 2020 Ekim ayında yaptığı açıklamada bu dört elementten ilhamını alacağı filmler çekeceğini söylemişti. 2020 tarihli “Undine” için bu element su olmuştu; “Roter Himmel”de ise ateşten esinlenmiş Petzold (Felix’in portfolyo çalışması denizi, dolayısı ile suyu da bu filmin elementlerinden biri yapıyor aslında). Öykünün başında sadece konuşmalarını dinlediğimiz, yavaş yavaş karakterlerin kaldığı eve yaklaşan ateş, finalde ise belirleyici ve sert bir rol üstleniyor. Her ne kadar bir anlamda esin kaynağı olsa da, bu element üzerinden öykünün saptığı yol ise filmin zayıf noktasını oluşturuyor. Bu sürpriz sertlikle yetinmiyor ve yayıncı Helmut karakteri üzerinden yenilerini de ekliyor senaryo ve filmin en önemli cazibe kaynağı olan “hafifliği”ni ciddi ölçüde zedeliyor. Örneğin Leon’un yan odadan farklı çift kombinasyonlarından gelen sesler yüzünden yatağında bir türlü uyuyamaması ve bu nedenle gün içinde farklı yerlerde uyuyakalması hem bir esprinin kaynağı oluyor hem de bu genç adamın kendine odaklılığının etkilerinden birini yaratıyor.
Sonlarda sapmayı seçtiği yol bir yana, film oldukça doğal ve yalın bir öyküye sahip ve oyuncuların tümü etkileyici bir takım performansı ile bu sadeliğe çok uygun düşen oyunculuklar veriyorlar. Yönetmenin favori oyuncusu Paula Beer ve özellikle de Thomas Schubert öne çıkan isimler olmuş öykünün onlara sağladığı olanaklar sayesinde. Beer’in rahat ve doğal karakterine çok yakışan performansının da önüne geçen, öykünün ana kahramanı Leon’u oynayan Schubert’in oyunculuğu kuşkusuz. O denli sade ve adeta “hiç oynamadan oynamış” dedirtecek kadar gerçekçi bir performans sunuyor ki Schubert, karakterini çelişkileri, zayıflıkları ve arzularını da içerecek şekilde tüm boyutları ile anlamanızı sağlıyor.
Kapanış sahnesinde anlatan/okuyan bir sesten duyduğumuz metne bağlanarak belki şaşırtmayan ama kesinlikle sağlam bir etkileyicilik yakalayan filmde Nadja karakterinin okuduğu şiirden bahsetmekte de yarar var. Pek çok şiiri Schubert, Liszt, Strauss, Çaykovski, Wagner ve Schumann gibi klaisik müziğin devleri tarafından bestelenen Alman yazar, şair ve eleştirmen Heinrich Heine’nin 1845 tarihli olduğu tahmin edilen “Azra” adlı çalışması bu; insanları, “sevdiklerinde yok olan” bir kabileden gelen bir köle ile bir prenses arasındaki diyalogu anlatan şiir bu teması ile öykü için çok doğru bir seçim. Şiiri dinlediğimiz sahne bu yüzden, sadece Leon’un kibri ve önyargısına şok edici bir darbe vurulması ile değil, Leon’un burada özellikle kendisine ve sanatına yönelik olan ve bu nedenle diğer insanları “yok eden” sevgisini çağrıştırması ile de kesinlikle çok etkileyici. Petzold’un tüm sinema filmlerinde birlikte çalıştığı Hans Fromm’un görüntü çalışması da yazın parlak ışıklarını öykünün doğal bir parçası yaparak Leon dışındakilerin rahat ve keyifli karakterlerinin yanında durması ve Leon’un bu resim içindeki ayrıksılığının daha da net bir şekilde ortaya çıkmasını sağlaması ile hayli başarılı. Öyküsü ve sineması ile Fransız yönetmen Éric Rohmer’in çalışmalarını hatırlatan ve Petzold’un öykü ile ilgili ilk fikirleri Covid’den kaynaklanan ateş nedeni ile yatağında hasta yatarken not aldığı film, kesinlikle ilgiyi hak eden bir alçak gönüllü yapıt, özetlemek gerekirse.
(“Afire” – “Kızıl Gökyüzü”)