“Ona asla onu sevdiğimi söylemedim, durumu kurtarmak için bir şey söylemem gereken zamanlar hariç”
Bir kadından diğerine koşan çapkın bir adamın maceralarının ve yaşadığı hayatı sorgulamasının hikâyesi.
Bugün bir parça eskimiş görünen bir sinema klasiği. Bill Naughton’un kendi tiyatro oyunundan uyarladığı, Lewis Gilbert’ın yönettiği ve bugün belki de en çok başroldeki Michael Caine ile hatırlanan bir film. On yıl sonra “Alfie Darling” adında ve pek de başarılı olmayan ve unutulan bir devam filmi de çekilen yapım 2004 yılında da Caine’in rolünü Jude Law’ın alması ile tekrar çekilmiş. Hikâye boyunca Caine’in seyirciye sık sık doğrudan hitap etmesi ile sinema tarihinde ayrıca bir yeri olan çalışma, eğlenceli diyalogları, Caine’in oyunu ve Gilbert’ın anaakım sinemanın dışına çıkan tercihleri ile görülmesi gerekli bir klasik. Laurence Harvey ve Richard Harris gibi isimlerin hikâyedeki kürtaj konusu nedeni ile üstlenmeye cesaret edemedikleri rolün Caine’e kariyerindeki ilk büyük başarılarından birini armağan etmesi gibi bir önemi de var.
Açılış jeneriği olmayan filmin kapanış yazıları sırasında kulağımıza çalınan ve film ile aynı ismi taşıyan şarkı ile de hatırlanan bir film bu. İşin ilginç tarafı film ilk gösterime çıktığında sadece enstrümantal bir müziği varken, önce Amerika’da gösterime giren kopyaya Cher’in ve sonra da İngiltere’deki tekrar gösterimde Cilla Black’in yorumu ile filme eklenmiş bu Burt Bacharach – Hal David şarkısı. Şarkının sözleri kapanışta Caine’in canlandırdığı karakterin yaşadığı hayatı sorguladığı cümleleri devir alarak başlıyor ve sonuçta bu hayatın “sonu olmadığını” söylüyor ona ve bize ama sadece buna dayanarak hikâyenin ahlâkçı bir tavır aldığını çok da söyleyemeyiz. Evet, şarkı aşka olan inancını ve gerçek aşk olmadan sadece öylesine yaşadığımızı söylüyor ama yine de kahramanımızın kendisine bırakıyor nasıl bir hayat süreceğini. Hikâye bu konuda onun bir kararını iletmiyor seyirciye ve açık bırakıyor yaşadığı sorgulamanın sonucunu. Artık eskisi kadar genç olmayan ve hikâyede gördüğümüz kadarı ile de ilk kez ret edilen adamın “yalnızlık” ile hiç kimseye bağlanma içermeyen bir “özgürlük” arasında yapacağı seçimin ne olacağı bilinmez ama en azından hikâyenin onun o zamana kadar yaşadıklarına abartılı eleştirel bir göz ile bakmadığını, sadece artık belki de geleceği düşünmesi gerektiğini özellikle finale doğru ve kesinlikle gereksiz artan bir ahlâkçı tavır ile hatırlattığını söyleyebiliriz. Buna belki tek istisna sevimli bir çocuk görüntülerinden sonra kürtaj bölümüne geçiş yapılarak çarpıcı bir zıtlık (veya mesaj) yaratmanın peşine düşülmüş olması gösterilebilir.
Caine’in usta oyunculuğu ile -sanki kendi hayatını yaşarcasına doğal ama bir yandan da sık sık seyirciye hitap etmesinden kaynaklanan “sinemasal gerçekliğin kırılması” olgusunun yarattığı özelliği ile “epik” olabilen bir oyunculuk bu- canlandırdığı karakteri evli veya bekâr, genç veya yaşlı ayırt etmeden kadından kadına koşan ve lüks araçları kiralayan bir şirkette özel şöför olarak çalışan bir adam. Naughton’un hikâyesi diğer tüm unsurlarının yanında karakterini “zengin” sınıfına koymaması ile önemli öncelikle. Kocalarının “mutlu edemediği” evli kadınlardan büyük şehire yeni bir hayat kurmaya gelen genç kızlara kadar herkes bir şekilde onun cazibesinin etkisi altında kalıyor. Müziğinden hikâyenin temposuna kadar tam da 1960’ların filmi bu; uçarı havası ile hafif, ama öte yandan baş karakterinin hikâyenin nerede ise büyük bir kısmında doğrudan kameraya konuşması ile radikal bir tona sahip ve bu gibi unsurlar da onu işte tam da o yılların filmi yapıyor. Yönetmen Lewis Gilbert ki kariyerinde bir James Bond filmi olan “Moonraker” da var Caine’i nerede ise tüm sahnelerde doğrudan seyirciye konuşturuyor; bu sahnelerde kahramanımız yaşadığı aşk hayat(lar)ının inceliklerini, kadınlarla ilgili olan tecrübelerini vs. bizimle paylaşırken, Gilbert bazen bir şiddetli tartışmanın ortasında veya bir doktor muayenesi sırasında bile bu yönteme başvuruyor. Bugün belki o dönemdeki kadar radikal görünmeyecektir bu anlar ama o yıllar için hayli yenilikçi olduğunu ve yoğun kullanımı ile seyircinin artık hikâyeyi adamın gözünden seyretmeye başlamasını sağlamak gibi olumlu bir sonuç ürettiğini söylemek gerek. Tam da bu nedenle Caine’in karakterinin her adımını, her yaşadığını ve kendisi ile “yüzleşmesini” seyirci de oldukça yakından hissedebiliyor.
Kadınlara pek de nazik davranmayan (hayli duygusal bir ruh halinde kendisine sarılmak isteyen kadına “ceketimi buruşturma” veya ağladığı için “gömleğimi ıslatma” diyebilen bir karakter karşımızdaki) adam kendisi ile evlenmek isteyen veya bir süre sonra “hesap sormaya” başlayan kadınlara da sert karşılıklar verebiliyor üstelik. Evli kadınları içinde bulundukları “monoton” hayattan kurtararak onlara bir macera sunabilmesi veya kimi zamanlar güzel sözlerle etkileyici olabilmesi dışında, onu bu denli cazip kılanın ne olduğunu anlamıyoruz pek filmden ama, zaten filmin de bunu anlatmak gibi bir derdi yok sanki. Hayatını özgür yaşayan, bir kadına bağlanmaktan ölesiye korkan bir adam ve onun sonunda geldiği nokta hikâyemizin asıl derdi ve bunu da anlatmayı başarıyor.
Naugton’ın senaryosu dönem sinemasına uygun ama bugün biraz fazla görünen sayıda diyalog içeriyor; yine de bu diyalogların önemli bir kısmının hikâyedeki karakterler arasında geçmediğini ve bu konuşmaların baş karakterin doğrudan bize hitabından oluştuğunu düşünürsek filmin bu açıdan pek de rahatsız edici/yorucu olmadığını söyleyebiliriz. Buna karşılık senaryonun eğlenceli ama hikâyede ne aradığı pek anlaşılmayan bir barda kavga sahnesine veya Shelley Winters’ın canlandırdığı kadın ile tanışma sahnesi gibi oldukça zorlama görünen anlara sahip olduğunu da söylemek gerekiyor. Doğrudan üzerine gidilmeyen ve bu açıdan doğru bir tercihte bulunulan alaycılık ağırlıklı mizahı ise filme kesinlikle ek bir keyif katan unsuru senaryonun. Yönetmen Gilbert’ın filmin hafif ve uçarı tonunu pek de bozmadan çektiği kürtaj sahnesi ise filmin en başarılı anlarından biri olarak dikkat çekiyor.
Oyuncular ve filmin yaratıcı kadrosunun hayli çekici siyah beyaz fotoğrafları ile kapanış jeneriğini sergileyen filmde, Caine’in yanında Vivien Merchant da oyunu ile öne çıkıyor onca karakter içinde. Bugün biraz eskimiş olduğunu ret edemeyeceğimiz ve bencil bir anti-kahramanı anlatmasına rağmen karakterinin üzerindeki seyirci ilgisini eksik etmemeyi başaran filmin ahlâkçı tavrını tamamen görmemezden gelmek mümkün değil ama yine de görülmesi gerekli bir klasik.