“Artık savaş bitti ve yapayalnızsın Massai. Kimse elleri kelepçeli birinin peşinden gitmez”
Son Apaçi savaşçısının tek kişilik direnişinin hikâyesi.
50’li yıllarda çekilmiş bir Amerikan filminde tarihe ne kadar dürüst bakılabilirse hikâyesinde o kadar dürüst olan, Lancaster’ın mavi gözlü Kızılderilisi ile klasik bir Hollywood yaklaşımının örneği olduğu (Uzak Doğuluları bile beyazlara oynatmaktan çekinmeyen bir “beyaz” sinemadan söz ediyoruz) ve Massai’ye saygılı bir duruş sergilerken tarihi çarpıtmaktan da geri durmayan bir film. Evet çarpıtmak çünkü gerçek bir karakter olan Massai hiç de filmde gösterildiği gibi bir Hollywood mutlu sonu ile bitirmemiş hayatını. Bu garip sonun tam bir Hollywood örneği olarak stüdyonun yönetmeni çekmeye zorladığı final olduğu da biliniyor.
Paul Wellman’ın 1930’larda yazdığı bir romandan uyarlanan film son Apaçi savaşçısının hikâyesini hemen tamamen Holywood klişeleri içinde ele alarak tarihi değiştirmekten çekinmese de kahramanının bu tek kişilik mücadelesine saygı ile yaklaşıyor yine de. Beyaz adamların elinde alkole sığınan ve kendini satan yeni şeften, iki beyaz adam arasında geçen ve yerlileri aşağılayan konuşmada bu adamlardan birinin kızılderili olan askerinin çok kısa bir süre de olsa memnuniyetsiz yüz ifadesini göstermesine ve beyazları en azından iyiler ve kötüler diye ikiye ayırarak bir kısmını eleştiri konusu yapmasına kadar elle tutulur olumlu yönleri var filmin ama sonuçta temel mesajı ile “yenilgiyi kabullenip mısır yetiştirmeye yönelmeyi” işaret eden/teşvik eden bir tutumu var filmin. Tek başına bir savaşı kazanması ve kaybolan bir dünyayı geri getirmesi mümkün değil elbette Massai’nin ama yine de savaşının anlamsızlığının bu kadar açık söylenmesi rahatsız ediyor seyrederken.
Massai’nin yenilgiyi kabul edip “evcilleşmesinden” sonra bir beyazın söylediği “elimizdeki tek savaş buydu, şimdi başkasını bulmamız gerekiyor” cümlesi ABD’nin politikaları ile nasıl da örtüşüyor. Kapitalizm ve “onun en yüksek aşaması olan emperyalizm” böyle bir şey işte; her zaman daha büyümeli ve bunun için asla düşmansız kalınmamalı. Son iki yüzyılda nice örneklerini yaratan bu düstura bu filmde rastlamak hayli ilginç aslında; ne de olsa karşımızda bir 50’ler Holywood filmi var. Bu politik(!) yaklaşımlar bir yana film yönetmen Robert Aldrich’in özel bir yaratıcılık içermeyen ama hiç de aksamayan anlatımı, mısır tarlası içindeki takip gibi iyi çekilmiş bölümleri ve kimi anlarında kahramanının bireysel onur mücadelesine gösterdiği saygı ile seyredilebilecek bir film. Arthur Penn’in “Little Big Man” gibi filmlerinin henüz uzakta olduğu zamanlarda çekilmiş ve her daim izlenen klasikler arasına giremese de kendisini seyrettiren bir çalışma.
(“Asi Cengaver”)