Sorry We Missed You – Ken Loach (2019)

“Korkunç rüyalar görüyorum. Bir bataklığın içindeyim, çocuklar bir dal uzatıp beni çıkarmaya uğraşıyorlar; ama biz daha çok çalıştıkça, daha uzun mesai yaptıkça, o kocaman çukura daha da batıyoruz. Rüyamda sürekli bunu görüyorum”

Kendi minibüsü ile kuryelik yaparak esnek çalışma modeline geçen bir adamın, bu “serbest çalışma” modelinin arkasındaki sömürü düzeninin gerçekleri ile yüz yüze gelmesinin hikâyesi.

Paul Laverty’nin senaryosundan Ken Loach’un yönettiği bir Birleşik Krallık, Fransa ve Belçika ortak yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt tam da Laverty ve Loach ikilisinden bekleneceği gibi, sosyal / ekonomik / toplumsal bir meseleyi, doğal olarak politik de olan bir meseleyi elbette, sosyal-gerçekçi bir şekilde ele alan bir çalışma. Neo-liberalizmin emek dünyasına “armağan ettiği” esnek çalışma düzeninin emekçiyi yalnızlaştırmak ve örgütsüzleştirmekten, sadece biçimini değiştirip “özgürlük” imajı ile süslediği sömürüyü artırmaktan başka bir sonucu olmadığını yine güçlü bir etkileyicilikle anlatmayı başarmış Loach ve çağdaş sinemanın önemli filmlerinden birini çekmiş. Olması gerektiği gibi olan finali, yalın sinema dili ve oyunculukları, doğru öyküsü ve diyalogları ile Loach, kariyerine yakışır bir sinema eseri koyuyor önümüze ve her şeyi olduğu gibi gösteren kamerası ile modern dünyada emeğin ve emekçilerin “hal-i pür melal”ine ayna tutuyor.

“Gig economy” günümüz kapitalizminin sembol unsurlarından biri ve her ne kadar kökeni 1900’lü yılların başlarına kadar geriye gitse de, 2000’li yıllarda popüler olarak, hem mavi hem beyazyakalılar dünyasında payı gittikçe artan bir çalışma modeli. “Gig “sözcüğü İngilizcede asıl olarak sahne sanatlarında ve tek bir performansı anlatmak için kullanılıyor. Sanatçıların sergiledikleri her bir performans için ayrı bir ücret aldığı, süreklilik arz eden ve belli bir süreyi kapsayan bir sözleşme içermeyen bir çalışma yöntemi bu ve süratle emek dünyasının hâkim modeli olmaya başladı. Kapitalizmin “Dilediğin zaman ve dilediğin kadar çalış” ifadesi ile pazarladığı bu yöntem 2023’te yaklaşık 64 milyon Amerikalının (Tüm emek piyasasının %38’i demek bu) çalışma hayatının adı ve pek çoğu için, ciddi bir sorunu da gizliyor parlak cümlelerin arkasında. Örneğin 2022’de Britanya’da yapılan bir araştırma bu yöntemle çalışanların tam zamanlı veya yarı zamanlı sözleşmeli çalışanlara göre çok daha yüksek oranlarla ruhsal sağlık problemleri yaşadığını, yalnızlık ve finansal güvencesizlik gibi sorunlarla boğuştuğunu gösteriyor. Öykümüzün odağına aldığı aile de işte kapitalizmin bu yeni sömürüsünün kurbanı. Açılışta tanıştığımız Ricky (Kris Hitchen) yıllarca inşaat işçisi olarak çalışan ve hem kriz nedeni ile iş bulması zorlaştığından hem de “kendi işini yapıp, kendi patronu olmak” istediğinden büyük bir kurye şirketine esnek çalışma yöntemi ile çalışmak için başvuruyor. Eşi Abby (Debbie Honeywood) ise yaşlı ve/veya yatalak insanlara evde bakım ve hemşirelik hizmeti veren ve işini büyük bir sevgi ve içtenlikle yapan, görünüşte yine “kendi istediği kadar “müşteri” alma hakkı olan bir emekçi. Ergenlik çağında ve grafiti düşkünü, okul hayatı sorunlu bir oğulları (Rhys Mcgowan) ve bir de küçük kızları (Katie Proctor) olan çift, Ricky’nin yeni işe ile birlikte yeni bir hayata başlayacaklar ama işler hiç de beklemedikleri gibi ve tam da “gig economy”nin gizli yüzüne uygun olarak gelişecektir.

Açılış sahnesinde Ricky’i çalışacağı deponun amiri (Ross Brewster) ile iş görüşmesi yaparken görüyoruz; hayatında hiç işsizlik maaşı almadığını, bunu asla gururuna yediremeyeceğini söyleyen Ricky kurye şirketinin minibüsünü kiralaması durumunda kazancının önemli bir bölümünü kaybedeceğini, bu nedenle kendi minibüsünü satın alması gerektiğini öğrense de kabul ediyor işi; çünkü elindeki tek fırsattır bu. Bu minibüsü satın almak için, eşinin kullandığı aracı satmak zorunda kalırlar ve bu da kadın için büyük bir eziyete yol açacaktır; çünkü “müşteriler”i şehrin farklı noktalarındadır kadının ve araçsızlık ona çok ciddi bir zaman kaybı ve yorgunluk getirecektir. Hikâye doğrudan ve hiçbir süslemeye başvurmadan başlıyor ve sürüyor, ve bu hikâyede hem Ricky’nin hem Abby’nin işlerini yaparken tanığı olduğumuz sahneler üzerinden onların ve çocuklarının içinde bulunduğu sömürü düzenini taviz vermeden anlatıyor bize. Laverty’nin senaryosu esnek çalışma düzeninin sömürü aracı olmasından sosyal devletin yıkılmasının sonuçlarına ve ebeveynlerinin maruz kaldıkları yüzünden kendi gelecekleri hakkında hiçbir umutları olmayan gençlere karanlık bir resim çiziyor ve Loach da onunla daha önceki parlak iş birliklerinde olduğu gibi, yalın bir sinema dili kullanarak ve tanık olduklarımızın tamamen gerçek olduğuna bizi ikna ederek görselleştiriyor bu senaryoyu.

Deponun amiri bir “kötü karakter” gibi görünse de, aslında filmin onun şahsında sistemi eleştiri odağına aldığı ve problemin bireysel değil, toplumsal doğasına işaret ettiği açık. 14 gündür aralıksız çalışan ve iki saatlik izin isteği, yerine birini bulmak ve teslimatı yeniden planlamak imkânsız olduğundan kabul edilmeyen adamın kargosunu almayı, diğer tümünün ona ihanet etmemek adına ret etmesine karşın, Ricky’nin kabul etmesi sistem probleminin güçlü bir örneği. Öykünün iyi yürekli ve çalışkan kahramanı Ricky’nin bu kararı, insanları yanlış davranışlara itenin içinde yaşadıkları koşullar olduğunu hatırlatıyor bize. Onun kargo teslimi sırasında karşı karşıya kaldığı kimi olumsuz tavırlar da yine bu bağlamda değerlendirilmeli; parçası oldukları sistem bireyleri kendi çıkarlarına odaklanmaya, karşısındakinin bir insan olarak ihtiyaçları olabileceğini ve yaşam koşullarının onu zorladıklarını unutmaya götürüyor doğal bir şekilde. Buna karşılık, Loach insana olan inancını koruyor olması gerektiği gibi. Yaşadıkları tüm sorunlara karşın aile içindeki ilişkiler (küçük kızın, yorgunluktan televizyon karşısında uyuyakalan anne ve babasını yatırdığı sahne duygusal bir ânın sömürmeden nasıl anlatılması gerektiğinin güçlü bir örneği), Ricky’nin iş arkadaşları ile olan sahneleri ve özellikle de Abby’nin bakımlarını üstlendiği insanlarla olan ilişkileri gibi pek çok örneği var bu inancının. Kendisine iş veren kurumun “müşteri” olarak gördüğü, bakıma ihtiyacı olan bu kişilerle sohbet etmesi yasak Abby’nin ama o onlara “anneleriymiş gibi” bakmak prensibi ile yapıyor işini ve her birine tüm problemlerine, huysuzluklarına rağmen anaç bir sevgi ile yaklaşıyor. Laverty ve Loach’un Abby’nin müşterileri ile olan ikili sahnelerini uzun tutması, ekonomik ve sosyal düzenin insancıl olan her şeyi nasıl geriye attığını, önemsizleştirdiğini ve sadece maliyet unsuru olarak gördüğünü sağlam bir şekilde aktarıyor bize ve bunu kayda değer bir sade gerçekçilik ile başarıyor. Oğlanın karakolluk olduğu bir sahnede karı kocanın düzenin onları nasıl cendereye aldığını bir kez daha anladıkları ve cihazların, performansın insandan daha önemli olduğunu keşfetmeleri bunun güçlü örneklerinden biri.

Bir babanın ailesine bakabilmekle ilgili inancını yitirmesi, çocukların karamsar ve umutsuz gerçekçiliği (“Altı ay sonra düzeleceğini nereden biliyorsun?”) ve annenin trajik çaresizliğini (“Ben küfürbaz biri değilim. Özür dilerim. Çok özür dilerim. Ben bakıcıyım. İnsanlara bakarım. Küfretmem”) ilgiyi ve saygıyı hak eden bir şekilde anlatan film seyircisinden, sergilediği resme yönelik bir sorgulama ve yapıcı bir öfke talep ediyor. Sömürünün ve güvencesizliğin zaten baskın unsur olduğu emek dünyasında, teknolojik gelişmelerle bu problemin daha da büyüdüğü ve emek talebinin azaldığı / biçim değiştirdiği bu dönemde yakın gelecekte çok büyük problemler yaşanacağı açık ve Loach’un filmi bunu görmemize aracı oluyor.

Loach olgun ve dürüst sinema dili ile bir politik manifesto tuzağına düşmüyor; aksine, günümüzün önemli bir gerçeğini bir belgeselden beklenecek objektiflik içinde ve karakterlerini klişelerden uzak kılarak anlatıyor. Ailenin dört bireyi de yaşayan, kanlı canlı kişiler ve oyuncuların gerçekçilikten hiç uzak düşmeyen performansları da katkı sağlıyor buna. Özetlemek gerekirse; Laverty ve Loach ikilisinin bu işbiriliği de öncekiler gibi işçi sınıfının, toplumun alt kesimlerinin sefaletini bir kez daha ve sinema duygusunu hep koruyarak anlatan ve politik boyutu olan insan öykülerinin sinemada neden gerekli olduğunu hatırlatan önemli bir yapıt.

(“Üzgünüz, Size Ulaşamadık”)

Le Otto Montagne – Felix van Groeningen / Charlotte Vandermeersch (2022)

“İyi bir ateş, ızgara balık, etrafımda dağlar… ve sen; planım bu”

Çocukluklarında tanışan ve ilişkileri sık sık bir araya geldikleri dağlar etrafında şekillenen iki erkeğin yıllara yayılan dostluklarının hikâyesi.

İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin 2016 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan, senaristliğini ve yönetmenliğini Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen’in üstlendiği bir İtalya, Fransa, Belçika ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Cannes’da Jüri Ödülü’nü Jerzy Skolimowski’nin “Eo” adlı filmi ile paylaşan yapıt, İtalyan Alpleri’nin doğasını başarı ile öyküsünün parçası yapan; İsveçli müzisyen Daniel Norgren’in eserin atmosferini çok iyi besleyen şarkılarından önemli bir destek alan; erkekler arasında dostluk, hayatının doğru yolunu bulma, baba – çocuk ilişkisi ve doğa ile insanın uyumu gibi kolayca duygusal etkiler yaratmaya uygun temalarını sade ve hatta soğuk görünmekten çekinmeyen bir dil ile anlatmayı seçen ilginç bir film. İki bireyi on iki yaşlarında ele alıp onları otuzlu yaşlarına taşıyan filmde karakterlerin yetişkinliklerini canlandıran Luca Marinelli ve Alessandro Borghi’nin yönetmenlerin yalın anlatımına uygun oyunculukları ile dikkat çektikleri film Ruben Impens’in görüntüleri ile zenginleşen bir çalışma ve sadeliği kimi sinemaseverleri yeterince mutlu etmeyecek olsa da, kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema eseri.

Paolo Cognetti’nin bizde “Sekiz Dağ” adı ile yayımlanan ve ilk romanı olan “Le Otto Montagne” pek çok prestijli ödülün sahibi olan güçlü bir eser. Tıpkı sinema uyarlaması gibi, sade bir dil kullanılan kitap ilişkileri (sadece insanlar arasındakileri değil, insanlarla dağlar arasındakileri de) ele alırken, doğanın en heybetli parçalarından biri olan dağlara duyulan tutkuyu ve bu tutkunun birleştirdiği ve ayırdığı insanları, adını da aldığı Budizm inançlarından biri ile anlatıyor. Kendisi de yılın belli dönemlerinde dağlık bir bölgedeki kulübesinde yaşayan Cognetti’nin, dilinin sadeliği dağların azameti ile dengelenen kitabının tüm bu özellikleri Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen’in uyarlamasına da taşınmış. Karakterlerinden birinin yaşamı boyunca hiç terk etmediği bir yöreyi sık sık ziyaret eden diğerinin yirmi yıla yayılan arkadaşlıklarının sağladığı gücü iki yönetmen başarı ile değerlendirmiş ve bunu üstelik doğal bir anlatımı hiç yitirmeyerek başarmışlar.

İtalyan Sinema Akademisi’nin verdiği David di Donatello ödüllerine on dört dalda aday gösterilen ve bunların dördünü (Film, Uyarlama Senaryo, Görüntü ve Ses) kazanan film hikâye boyunca zaman zaman karşımıza çıkacak olan bir anlatıcının sesi ile açılıyor. Dağ görüntüleri üzerine konuşan bu ses hikâyenin baş karakterlerinden Pietro’ya (Luca Marinelli) ait ve şöyle söylüyor açılışta: “Hayatımda Bruno gibi bir arkadaşı bulacağımı hiç ümit etmemiştim; arkadaşlığın, kök salabileceğin ve seni bekleyen bir yer olmasını da”. 1984 yazında başlıyor öykü; babası (Filippo Timi )Torino’da büyük bir fabrikada mühendis olan Pietro annesi (Elena Lietti) ile birlikte İtalyan Alpleri’nde bir köy olan Grana’da kiraladıkları bir eve gelmiştir yaz tatili için. Bir şehir çocuğu olan ve Torino’daki zamanının büyük bir kısmı ev içinde geçen Pietro burada yörenin yerlisi olan Bruno (Alessandro Borghi) ile tanışır. Babası yurt dışında işçi olarak çalışan (“annen nerede” sorusunu sessizlik ile yanıtlar) Bruno amcası ile yaşamaktadır ve Pietro ne kadar şehirli ise, o da o kadar köylüdür. Her yıl yaz tatilinde tekrarlanan arkadaşlık günleri, önce Pietro’nun ailesinin Bruno’nun okula gidebilmesi için yaptığı iyi niyetli bir teklif, sonra da Pietro ile babasının “dağ tutkusu” üzerinden doğan tartışmaları ile sekteye uğrar. On beş yıl sonra tekrar bir araya geldiklerinde (aradaki bir tesadüf “O başını salladı, ben elimi kaldırdım ve hepsi bu kadardı” ile özetlenen dokunaklı bir sahnede geliyor karşımıza) dostlukları kaldığı yerden devam edecek ama hayatlarının yolunu bulma konusundaki arayışları iki genç adamı farklı meseleler ile karşı karşıya getirecektir.

İki genç oğlanın kendi babaları ile ilişkileri farklı kalite de olsa da, bu iki baba – oğul ilişkisinin benzer akıbetleri olması hikâyenin ilginç yanlarından biri. Buna Bruno’nun babasının kendi atalarının aksine,dağlardan ve özellikle de hayvanlarla ilgilenmekten hoşlanmayarak köyünü terk etmesi, buna karşılık Pietro’nun babasının doğanın bu heybetli objelerine büyük bir tutku duyması arasındaki zıtlığı da eklemek gerekiyor. Hikâye boyunca bu ilişkiler biçim değiştirir, kaybolur veya yenileri kurulurken; özelikle Pietro’nun yaşamı ve arayışları üzerinden film baba ile oğulları arasındaki ilişkilerin güzelliği ve zorluğu hakkında düşünmemizi de sağlıyor. Bırakılan bir miras (“Babamdan bana kalan kayıp rüyası ile ve benim vermediğim bir sözle ne yapmam gerekiyordu?”) üzerine kurulan öykünün ikinci kısmı bu konular üzerinde saygıyı ve ilgiyi hak eden bir şekilde ilerliyor. Duygusal zorlamalara, aksiyona, büyük sözlere başvurmaması söylemini daha da gerçek kılıyor ama öte yandan aynı hikâyenin bir Hollywood yapıtında anlatılacağı şekline aşina ve yatkın olanlar filmin bu tercihini soğuk bulabilirler. Aslında film Hollywood değil ama Amerikan sinemasının bir başka türüne hayli yakın duruyor. Daniel Norgren’in İngilizce şarkılarının da melodileri ve indie-folk havaları ile desteklediği bir Amerikan bağımsız filmi havası var bu Avrupa filminde. Öyle ki film İtalyanca değil, İngilizce olsa ve olaylar İtalyan Alpleri’nde değil de, ABD’nin kırsal yörelerinden birinde geçse, hiç yadırgamazsınız seyredeceğiniz öyküyü.

Evet, film duygusal patlamalardan özellikle uzak duruyor ve ortalama bir seyirci için karakterlerle özdeşleşmek bu nedenle vakit alabilir ama Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen ikilisi duygusallığı zarif bir yaklaşımla pek çok kez yaratmışlar filmlerinde. Pietro’nun çıktığı zirveden Bruno’ya seslendiği ve dans ettiği sahne, “Gelecek yıl tekrar gelir miyim bilmiyorum”u ve “Gelmemi ister misin?”i takip eden kısa sessizlikler veya âni bir sarılma pek çok sözün, kamera oyununun yaratacağından daha elle tutulur ve dürüst bir duygusallık sağlıyor filme. Filmin bu sadelikten uzak durduğu ve bir parça büyük sözlere (neyse ki fazla değil bu anlar) yöneldiği anların hikâyenin zayıf anları olması da kanıtlıyor bu başarıyı. Bu bağlamda değerlendirince, dini kozmoloji boyutunun öykünün çok da gerekli olmayan bir unsuru olduğunu söylemek gerek. Himalayalar gezisi, Asya’daki günler ve filme adını veren “sekiz dağ, sekiz deniz ve ortadaki zirve” efsanesinin Pietro karakterinin arayışı içinde bir yeri olsa da, öyküye çok anlamlı bir boyut kattığı tartışmaya açık. Bruno’nun Pietro’nun şehirden gelen arkadaşlarına söylediği “Sadece siz şehirliler buna doğa dersiniz. Bu sizin zihninizde o kadar soyut ki kelimenin kendisi bile soyut”
İfadesi sanki filmin bu öğesi için de söylenebilirmiş gibi duruyor; çünkü bir parça soyut kalıyor.

Anlatıcı sesin öyküye doğru anlardaki katılımı ve bir günlükten satırlar havası taşıması ile katkı sağladığı filmin Pietro odaklı anlatılması Bruno’yu bir parça geride bırakıyor. Öykü ya Bruno ile Pietro’yu birlikte anlatıyor ya da sadece Pietro’nun yaşadıklarını görüyoruz. Bu tercih temel bir sıkıntı yaratmıyor ama Bruno’nun yaşadıklarının etkileyiciliğini azaltıyor; çünkü seyirciyi ister istemez onu “Pietro’nun arkadaşı” olarak görmeye yönlendiriyor. Evet, romanda da böyleymiş ama filmi kendi içinde ele aldığımızda, arkadaşlık ilişkisi başta olmak üzere, farklı ilişkilerin öyküleri olarak niteleyebileceğimiz bir hikâyede ilgili taraflara birbirine yakın ağırlıklar verilmesi seyrettiğimizi daha etkileyici kılabilirdi. Bu farklı ağırlık durumu doğal olarak Luca Marinelli’yi oyuncu olarak öne çıkarıyor ve o da kendisine sunulan fırsatı mükemmel denecek bir performansla değerlendiriyor. Alessandro Borghi’nin de rolünün hakkını güçlü bir biçimde verdiği ve öyküsünü acele etmeden ve zarif sahnelerle anlatan filmde Ruben Impens’in doğanın kıymetini bilen, insanın onun içindeki yerini ve “küçüklüğünü / önemsizliğini” gösteren görüntüleri de ayrıca takdiri hak ediyor. Özellikle ilk yarısında Terrence Malick’i hatırlatan görsel atmosferi ve anlatıcı ses kullanımı (“The Thin Red Line”da olduğu gibi) ile de çekici olan ve bir parça kısaltılabilir ve böylece zaman zaman oluşan tekrara düşme havasından kurtulabilirmiş gibi duran, kesinlikle önemli bir yapıt bu. Doğanın nefes kesen (bir sahnede Pietro’nun yaşadığı gibi) dik görünümünü vurgulamak için tercih edilmiş görünen çerçeve oranının da (sinema dünyasında “akademik oran” olarak bilinen 1.375:1 oranı) ek bir çekicilik kattığı film görülmesi gerekli bir çalışma.

(“The Eight Mountains” – “Sekiz Dağ”)

Kısa Romanlar, Uzun Öyküler – Henry James

ABD doğumlu ama hayatının önemli bir kısmını Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de geçiren Henry James’in dört uzun öyküsünü içeren bir derleme. Roman, öykü, oyun, seyahat yazıları, anı kitapları, inceleme ve deneme türlerinde pek çok eser veren yazarın en sık işlediği “Avrupa’daki Amerikalılar” temasının öykülerin ikisinde yine karşımıza çıktığı kitap; yine onun olaylardan çok, o olayların kişilerin duygu ve eylemlerinde, özellikle de iç dünyalarında neden olduklarını anlatma tercihinin de sağlam örneklerini içeriyor. Mesleklerinde çok başarılı iki ismin (Ünal ve Necla Aytür) ikişer öykü çevirdiği kitabın başında onlardan birinin, Ünal Aytür’ün hem yazar hem de kitaptaki dört hikâye üzerine uzun ve doyurucu bir analizi de yer alıyor. 1977’de yayımlanan “Henry James ve Roman Sanatı” adlı kitabının da gösterdiği gibi, yazarın çalışmaları üzerinde uzmanlığı olan Ünal Aytür’ün bu değerli çalışması öykülerin analizini yaparken özetliyor da onları bir bakıma ve “spoiler” da içeriyor ki “ne olacak” merakını öne çıkaran okuyucuyu rahatsız edebilir bu durum; onların belki de öykülerden sonra okumasının daha doğru olacağı, kesinlikle güçlü bir metin Aytür’ün çalışması tıpkı James’in öyküleri gibi.

Ailesi Avrupa kökenli (İrlanda ve İskoçya) olan Henry James ilahiyatçı bir entelektüel olan babasının yönlendirmesi ile gelişen eğitim ve özel yaşamının önemli bir süresini Avrupa’da geçiren bir yazar ve yapıtlarında ABD ve Avrupa kültürlerinin ve toplumsal yapılarının çatışmasına, özellikle de “Avrupa’daki Amerikalı karakterler” aracılığı ile sık sık değinmişti. Avrupa uygarlığının önemine inanan babasından etkilenen yazar, eski kıtada geçirdiği uzun sürelerdeki gözlemlerini güçlü bir biçimde yansıttı eserlerine ama kesin çizgiler koymadan her iki kültürün farklılıklarını karakterler arasındaki ilişkileri bir ayna gibi kullanarak aktardı okuyucuya. Ünal Aytür, onun “yeni bir öykü ve roman türü yaratmak amacıyla giriştiği yöntem arayışı”nda sırası ile şu aşamalardan geçtiğini belirtmiş analizinde: Her şeyi bilen anlatıcı, günlük, özyaşam öyküsü, görgü tanığının ağzından anlatım ve görgü tanığı aracılığı ile ama onun ağzından değil, gözünden ve zihninden anlatım. Aytür’e göre James derlemedeki dört öyküden ilk ikisinde “görgü tanığının bilincinin sınırları dışına çıkmamaya özen gösterir”ken, sonuncu öyküde bir anlatıcı vardır ama o da “anlattıklarını öykünün baş kişisinin bilinç sınırları içinde tutmaya çaba gösterir”.

Avrupa’dan göçenler tarafından kurulan ABD, Britanya’dan bağımsızlığını kazanması ile hızı artan bir şekilde yeni bir toplumsal yapı ve hiyerarşi, kültür ve ahlâki değerler sistemi oluşturmaya başladı ve bu da onun Avrupa ile bu açılardan çatışmasına yol açtı. Bu doğma ve gelişme süreci boyunca, ABD’nin “kişiliği”ni bulmasının yollarından biri kendisini yaratan kaynakla çatışmak ve sürekli bir kıyaslama içinde olmaktı ama sonuçta, ait olduğu uygarlığın doğum yeriydi Avrupa ve bu nedenle ABD’nin ilk nesilleri sık sık yaşlı kıtaya gitmek ve orada yaşamak dürtüsü içindeydiler. Henry James’in ailesini de bu sınıfa koymak mümkün ve yazarın, ölümünden bir yıl önce İngiliz vatandaşlığı da alarak somutlaştırdığı bu ilişki en azından düşünsel olarak mevcuttu pek çok Amerikalıda. James’in derin ve güçlü gözlemlerine dayanarak işlediği bu tema buradaki öykülerde de çıkıyor karşımıza.

Modern edebiyata geçiş döneminin isimlerinden biri olarak kabul edilen James’in dört öyküsü bir araya getirilmiş bu kitapta: “Madame De Mauves” (1874), “Daisy Miller” (1878), “Erdemin Öyküsü” (The Story in It, 1902) ve “Ormandaki Canavar” (The Beast in the Jungle,1903). Avrupa’daki Amerikalılar temasının yanında tüm öykülerin karakterlerinde karşımıza çıkan başka ortak yönler de var; örneğin karakterlerin yaşananan olaylardan eylemsel veya duygusal olarak nasıl etkilendiğini anlatıyor James buradaki hikâyelerin tamamında. Olayın kendisi, örneğin karakterlerden birinin ölümü, bazen sadece bir iki cümle ile aktarılırken okuyucuya, James asıl olarak o olayın etkilerine odaklanıyor. Buradaki öykülerin bir başka ortak noktası da, kahramanların diğer ana karakterler hakkındaki görüşlerinin çelişik, belirsiz veya ikilemler içeren bir yapıda olması. “Görgü tanığı”nın zihninde oluşan bu kararsız, değişken düşünceler (“Sanki hem tetikte, hem kayıtsızmış; hem dalgın, hem telaşlıymış gibi bir görünüşü vardı”) objektif ve soğuk bir anlatıcı sesi kalıbından uzaklaştırarak, okuduğunuz metnin yeni boyutlar kazanmasını sağlıyor.

İlk öykü olan “Madame De Mauves” Fransa’da geçiyor ve novella olarak sınıflanması gereken uzunlukta bir öykü. Bir Fransızla mutsuz bir evliliği olan Amerikalı bir kadının hikâyesini, kadının Amerikalı bir erkek arkadaşının bakış açısı ile anlatılıyor olaylar. Kadının püriten diyebileceğimiz ahlâk anlayışı (“Biz Amerikalı kadınların en hafifimizde, Fransız erkeklerin hayal edemeyecekleri bir ağırlık; en zavallımızda, onların hiç gerek görmedikleri bir ahlak duygusu vardır”) ile kocasının rahat tavrı ve ahlak duygusundan yoksunluğunun (burada onları yargılayanın yazarın kendisi değil, kadının Amerikalı erkek arkadaşı olduğuna dikkat etmek gerekiyor) neden olduğu çatışmayı ve trajediyi uzun bir geri dönüşü de içeren bir şekilde anlatıyor James. Amerikalı adamın gözünden başlayan hikâyenin geri dönüş bölümü, onun tanıklığı söz konusu olamayacağı için, yazarın ağzından anlatılıyor. Bu anlatım yöntemi değişikliğinin zenginleştirdiği öykü, Henry James’in güçlü kaleminden çıkan ince ifadeler de içeriyor ki bu da dikkatli bir okumayı gerektiriyor. Örneğin burada, hikâyeye adını veren kadın karakter için, erkeğin gözünden kurulan “Ondaki kırılgan güzelliği, kimi boş bakışlı Yunan heykellerinin vakarlı yüzlerine benzetiyordu” cümlesi adamın kadın hakkındaki çelişen, belirsiz düşüncelerinin izlerini taşıdığı gibi, öykünün trajik bir ânına da işaret ediyor bir bakıma. Güçlü bir mutsuzluk (“Gerçekten benim sandığım kadar mutsuz musunuz siz?”), kararlılık, kültürel çatışmanın yarattığı -gerçek çıkan ya da çıkmayan- önyargılar (“… çok daha iyi biri olsaydı bile, sırf Fransız diye adam yerine koymazdım”) ve iki farklı kültürün birlikteliğinin doğurabileceği riskleri çekici bir şekilde anlatan bir öykü bu, özetle söylemek gerekirse.

İkinci öykü olan “Daisy Miller” adını Avrupa’da uzun süreli bir gezide olan Amerikalı bir genç kadından alıyor ve olaylar İsviçre ve İtalya’da geçiyor. Henry James bu kez “görgü tanığı” olarak bir Amerikalı genç adamı seçiyor ve Daisy’ye ilgi duyan bu adam, onun çevresindekilerin uyarılarına rağmen rahat hareket etmesi nedeni ile yaşananların tanığı olarak, olanların bize aktarılmasının aracı oluyor. Ünal Aytür’ın “doğallık ve saflık ile kuralcılık ve hoşgörüsüzlük arasında sürüp giden bir çatışmanın öyküsü” olarak tanımladığı yapıtta, yine bu tanığın yargı ve izlenimleri okuyucuya dikte edilmiyor aslında; bu nedenle tanığın görüşlerinin öznel olduğunu unutmamak gerekiyor hikâyeyi okurken. Yazar işte bu öznel görüşleri birbiri ile çatıştırıyor da zaman zaman ve okuyucuyu kesin bir yargı ile baş başa bırakmamaya özen gösteriyor. Dasiy’nin yaşına göre büyük laflar eden “dokuz on yaşlarındaki” erkek kardeşinin ülkesi ABD’ye düşkünlüğü ve gördüğü ve deneyimlediği her şeyi Amerika’dakilerle kıyaslayarak küçümsemesinin Amerikalıların pek de değişmediğini anlamamızı sağladığı öyküde James yazar olarak varlığını birkaç kez hissettiriyor okuyucuya ilginç bir şekilde: “Okuyucunun alayla gülümsemesi tehlikesini göze alarak bildirelim ki…” vb.

James’in en bilinen öykülerinden biri olan “Daisy Miller” bu popülerliğini farklı uyarlamaları ile de kanıtlıyor. Yazarın kendisi, mutlu son ekleyerek, öyküsünü oyunlaştırmış ama sahneye konulmamış bu eseri. BBC tarafından 2017’de radyo tiyatrosu olarak dinleyicinin karşısına çıkarılan öykünün sinema uyarlamasını ise 1974’te Peter Bogdanovich gerçekleştirmiş hikâye ile aynı adı taşıyan filmi ile. Genç kadının kararlı ve taviz vermez davranışı ve onun davranışları ile erkeğin benzer türdeki davranışlarına farklı bakan bir toplumsal yapıyı resmetmesi ile feminist bir bakışı olduğunu da söyleyebileceğimiz ilginç bir hikâye bu.

Derlemedeki üçüncü hikâye “Erdemin Öyküsü” adını taşıyor ve dört eserin içinde en kısa olanı. Bir kısa film tadında ve üç karakter arasında, İngiltere’de geçen öykü “olaysızlığı” ile dikkat çekiyor öncelikle. Bir kadın okurun James’in romancı bir arkadaşına yönelttiği “Romanlardaki kadın kahramanlar arasında neden hiç erdemli (kendine saygısı olan) birinin bulunmadığı” sorusundan yola çıkan Henry James (aşk) serüven(i) ile dürüstlük arasında gerçekten birbirlerini dışlayan bir bağlantı olup olmadığını ve bu arada serüvenin ne demek olduğunu sorgulatıyor okuyucusuna. Üç karakterini bir tiyatro oyunundaki farklı sahneler gibi farklı kombinasyonlarla bir araya getirip konuşturan yazar insanın “hem iyi hem ilginç” olabileceğini savunan ve Fransız romanları okuyan bir kadının duygularını kendisinden çok, diğer iki karakterin onun hakkındaki yorumları üzerinden ve onların zihinlerinde oluştuğu şekilde aktarıyor bize. Bu kez bir Amerika ve Avrupa çatışması yok ama Amerika kültürüne en yakın duran ülke olduğunu söyleyebileceğimiz İngiltere’den üç kişinin tartışmasının Fransız romanları etrafında dönmesi yine de o konuya da taşıyor bizi aslında. Okuyucusuna bir parça hüzün de geçiren, alçak gönüllü ve ilginç bir öykü.

Kitaptaki son öykü olan “Ormandaki Canavar” bir saplantı nedeni ile hayatını yaşa(ya)mayan bir adamı anlatıyor ve onun kendisi ile ilgili gerçeği oldukça geç idrak etmesi üzerinden yaratılan müthiş bir trajedi duygusu yakalıyor. Bu kez bir anlatıcının ağzından okuyoruz olanları ama bu anlatıcı asıl olarak, hikâyenin baş karakterin bilincinde oluştuğu şeklinden sapmayarak, onun algıları üzerinden ilerliyor. Bütün hayatını “başına ender, garip bir olay gelmek üzere seçilmiş biri olduğu” ve “bunun çok önemli, korkunç bir şey olacağı önsezisi” ile sürdüren bir adam ve ona ilgi duran ve o korkunç şeyin ne olduğunu kendisinden önce anlasa da yanında durmaya devam eden bir kadının hikâyesi bu. Dolayısı ile aslında iki farklı insanın trajedisi oluyor okuduğumuz ve bu nedenle etkileyiciliği de artıyor. Henry James’in adamın gerçeği anladığı sahneyi bir mezarlıkta ve tanımadığı bir insanın elle tutulacak kadar gerçek mutsuzluğu aracılığı ile anlatması ve tüm yaşamını “bencil olmamak” adına düzenlediğine inanan bir adamın sonuçta aslında tam tersini yapması öyküyü güçlendiren unsurlar. Pek çok eleştirmen tarafından yazarın en başarılı öykülerinden biri olarak kabul edilen eserin James’in kendi yaşamından esinlendiği de öne sürülüyor.

Tıpkı “Daisy Miller” gibi bu öykü de yazarın popüler çalışmalarından biri ve sinemaya da taşındı bu sayede: Paulo Betti, Lauro Escorel ve Eliane Giardini’nin yönettiği, 2017 Brezilya yapımı “A Fera na Selva”; Clara Van Gool’un yönettiği, 2018 Hollanda yapımı “The Beast in the Jungle” ve Patric Chiha’nın 2023 Fransa, Avusturya ve Belçika yapımı “La Bête dans la Jungle”. Bertrand Bonello’nun 2023 Fransa ve Kanada yapımı “La Bête” adlı bilim kurgu filmi ise esin kaynakları arasında James’in öyküsü de olan bir başka yapıt olarak çıktı sinema seyircisinin karşısına. 1903 tarihli öyküye sinemanın ilk ilgisini 120 yıl bekledikten sonra ve peş peşe örneklerle göstermesi belki telif haklarının sona ermesine de bağlı ilginç bir durum olsa gerek.

(“Madame de Mauves” – “Daisy Miller” – “Erdemin Öyküsü” – “The Story in It” – “Ormandaki Canavar” – “The Beast in the Jungle”)

Güvercin – Banu Sıvacı (2018)

“Erkek olacaksın, adam olacaksın; çalışacaksın, ne deniyorsa da onu yapacaksın. O kuşları da satacaksın!”

Güvercin yetiştiren ve onlara tutku ile bağlı olan bir delikanlının, abisinin zorlaması ile çalışmaya başlamasının ve ait olmadığı bir “erkek dünyası” ile karşılaşmasının hikâyesi.

Banu Sıvacı’nın yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. Yönetmenliğe kısa filmlerle başlayan Sıvacı, Adana’da geçen bir öyküyü yalın bir sinema dili ve minimalizme yakın bir üslupla, gerçekçi bir tavırda anlatırken, memleketlisi Yılmaz Güney’le biçimsel açıdan ayrılsa da, ona yakışan bir halk filmi çekmiş. Sinemamızın ihmal ettiği alt sınıfları kendi ortamlarında ve gerçeklikleri ile ele alan, dozunda bir düşsellik ile ilk filmin zorluklarını aşan ve Kemal Burak Alper’in karakterine çok yakışan bir oyun verdiği yapıt dürüstlüğü ile dikkat çekerken, zaman zaman alçak gönüllülüğünün ve öyküsünü / karakterini izleyicisini sorgulamaya yeterince güçlü taşıyamamasının sıkıntısını yaşıyor; ama bu sıkıntılar filmin önemini ve değerini azaltmıyor.

İnsanın en az beş bin yıldır güvercin yetiştirdiği tahmin ediliyor ve aralarında Birleşik Krallık Kraliçeleri Victoria ve II. Elizabeth, İspanyol sanatçı Picasso ve Sırp asıllı ABD’li mühendis ve mucit Tesla’nın da bulunduğu pek çok insan da bu hayvanlara olan tutkuları ile biliniyor. Pek çok ülkede olduğu gibi bizde de uzun bir süredir var olan bir tutku bu ve onları besleme ve yarıştırma arzusunu para kazanma amacından daha fazla besleyen şey onlara duyulan büyük sevgi. Öykünün kahramanı Yusuf da (Kemal Burak Alper) onlardan biri. Adana’nın alt sınıf ailelerinden birinin üyesi Yusuf; ebeveynleri hayatta olmayan, ağabeyi (Ruhi Sarı) ve ablası (Demet Genç) ile yaşayan bir genç adam o. Çalışmanın, para kazanmanın gerekliliği dilinden düşmeyen ve ailenin en büyüğü olarak diğer iki kardeş üzerinde otoritesini kuran abisi kardeşinin güvercin tutkusunu sert bir biçimde eleştirerek “Hastalık, vallahi hastalık!”) kardeşinin bir an önce “erkek olmasını” ve bir işe girmesini istiyor. Oysa anlaşılan Yusuf’u hayata bağlayan tek araçtır güvercinler; zamanın hemen tamamını güvercinleri tuttuğu terasta geçirmekte ve geceleri de orada yatmaktadır. Bu kuşlar hayatının tek odak noktasını oluşturan Yusuf adını Maverdi koyduğuna ise özel bir sevgi duymaktadır. Kuşlarını düğünlere kiralamaktadır ve para ihtiyacı olduğunda satmaktadır da genç adam ama onlara karşı hissettiği bağlılıktır asıl mesele. Yusuf’un hayatında kırılma noktası yaratan, abisinin onu bir işe sokması ve bazı gelişmelerin onun hayatının anlamı olan güvercinlerden uzak düşme ve hatta onları kaybetme riskini doğurmasıdır.

Banu Sıvacı ilk filminde sade ve sahicilik duygusunu taşıyan bir sonuç çıkarmış ve belki tümü başarılı olmasa da küçük değinmeler ve bunları sağlayan görsellikle gerçekten uzaklaşmayan bir öykü anlatmış bize. Açılış sahnesinde Yusuf’un terasta güvercinleri ile ilgilenirken, duyduğu motor sesinden kaynaklanan tedirginliği örneğin hem öyküye katılacak yeni karakteri hem de Yusuf ile onun arasındaki ilişkiyi tanıtan zarif bir an. İlerideki sahnelerde karşımıza çıkan, toz maskesi soran işçinin öykünün geneli ile doğal bir şekilde eklemlendirilemesi gibi sıkıntılar da var ama yine de Sıvacı’nın genel olarak görselliği doğru kullandığı ve küçük anları beceri ile yazıp yönettiği rahatlıkla söylenebilir. Belki en önemli başarısı da yönetmenin, işte bu küçük anlarda ve kısa sahnelerde yakaladığı doğal sahicilik duygusu ile bizi “gerçek” bir öykü anlattığına hiç zorlanmadan ikna edebilmesi. Yusuf’un güvercinleri ile olan sahnelerinin tümü ve kısa düğün bölümü gibi farklı örnekleri var bu başarının. Sıvacı kısa diyaloglarında da gösteriyor aynı başarıyı ve karakterlerin azğından dökülen her sözcüğe inanmamızı sağlıyor. Örneğin Yusuf’un bir leğen içinde su dökünerek yıkanırken, terasa yanına çıkan ablasına kızdığı ve “bakma, abla!” diye bağırdığı sahnedeki diyaloglar elle tutulacak kadar yoğun ve doğru.

Adana ve sinema deyince akla ilk gelen elbette Yılmaz Güney oluyor ve Banu Sıvacı da bu ustanın izinden gitmiş filminin bazı unsurları dikkate alındığında. Her şeyden önce bir alt sınıf filmi bu ve sadece Yusuf ile ailesi değil, diğer tüm karakterler ve olayların geçtiği bölgeler de bu sınıfın yaşam ortamlarını getiriyor karşımıza. Buna kahramanının bir çıkış arayışı içinde olmasını da ekleyebiliriz; Yusuf bir yandan tutkusuna bağlı yaşamaya çalışırken, dğer yandan abisinin sözleri ve davranışları üzerinden karşısına çıkan sosyal düzene uymaya ve ona rağmen ayakta kalmaya çalışıyor. Kardeşine sürekli olarak paranın önemi üzerine kurulu nutuklar atan ve bu anlayışı düstur edinen abinin yasa dışı işlerin parçası olması da aynı bağlamda değerlendirilebilir; karakterlerin içinde bulundukları düzende kendilerine çıkış yolu ararken sapmaktan çekinmeyecekleri ya da sapmak zorunda kalacakları yolları çekinmeden gösteriyor bize film. Burada belki önemli fark, Sıvacı’nın senaryosunun 1980’ler ve sonrasındaki sinemamızın apolitikliğinden de beslenmesi. Tam da bu nedenle o toz maskesi konuşması filme yapay bir şekilde eklenmiş gibi duruyor ve, yoksulluk görüntüleri, işportacılar, emeğin sömürüsü ve 1980 sonrasında topluma empoze edilen bireycilik, kişisel çıkarın öne çıkarılması vb. olgular hak ettikleri kadar öne çıkamıyorlar hikâyede. Oysa bu alanlarda daha radikal ve cesur bir yaklaşım, yapıtı çok daha zengin ve güçlü bir görünüme kavuşturabilirdi.

Sıvacı’nın yukarıda anılan ve filme değer katan “küçük anlar”ının arasına Yusuf’un eril bir dünyaya uymadığını gösteren birkaç sahneyi (futbol taraftarları ile karşılaşma, içki içmesi söylenen Yusuf’a gülenler vs, yeni bir iş için kamyonet arkasında yapılan bir yolculukta onun belki de ilk kez semtinden uzaklaştığını hissettiren bakışlar ve ablanın anaçlığı gibi) daha eklemek mümkün. Fazla söze başvurmadan, hatta bazen tamamen sözsüz bir şekilde anlatıyor bu anlarda meselesini Sıvacı. “Tren istasyonundaki uğurlama” veya “Maverdi’nin yalnızlığı” gibi sahne veya öğelerin altı yeterince doldurulabilseydi, şüphesiz daha yüksek bir düzeye ulaşacaktı bu anlar sayesinde film.

Canset Ozge Can’ın müzikleri filme önemli bir katkı sağlıyor ve öyküden bağımsız bir etkileyicilik peşinde koşmadan, aksine onu tamamlayarak adeta, dikkati çekmeyi başarıyor. Kemal Burak Alper’in yanı sıra, Ruhi Sarı’nın da olgun performansı ile takdiri hak ettiği filmde, bir de elbette, final çekimini anmak gerekiyor; açıkçası sadece bu görüntü için bile görmeye değer filmi çünkü. Terastaki Yusuf’u tam tepeden çeken kamera yavaş yavaş ondan uzaklaşarak adeta göğe erişirken (ya da Yusuf bir güvercine dönüşürken), hem terastaki yaşamına hem de mahallesine kuşların (belki de Tanrı’nın gözünden) bakıyoruz ve ortaya gerçekten muhteşem bir görüntü çıkıyor. Bu vesile ile, görüntü yönetmeni Arda Yıldıran’ı da takdir etmeyi unutmayalım. Kuş mezatını yöneten adamın, “Buraya her türlü insan gelebilir. Fakiri de gelebilir, zengini de gelebilir; doktoru da gelebilir, mühendisi de gelebilir; ama burada en iyi kuşu olan konuşur” sözleri ortak bir tutku üzerinden “eşitlik” duygusunu ima ediyor ama bu eşitliğin sadece o tutku ile sınırlı olduğunu, işte de tam da o semtte yaşanan yoksulluğu ve sömürüyü ihmal ediyor Sıvacı’nın filmi. Bu bağlamda, Ken Loach’un 1969 tarihli ve bir oğlanın bir kerkeneze olan bağlılığını anlatan muhteşem filmi “Kes”i (Kerkenez) hatırlamakta yarar var. Yine de, kuşkusuz başarılı bir yapıt bu ve yönetmeninden yeni filmler beklemeyi arzu ettirecek kadar da değerli.