Black ’47 – Lance Daly (2018)

“Affedilmeyecek şeyler yaptık onlar için. Peki ne uğruna? Eve döndüğümde karşılaştığım manzaraya bir bak. Ben birini öldürsem buna cinayet diyorlar ama onlar öldürürse adı savaş oluyor. İlahi adalet! Ben bir şeyler yapmazsam ailem adalete nasıl kavuşacak?”

Britanya ordusunda savaşan bir adamın ülkesi İrlanda’ya döndüğünde karşılaştığı büyük kıtlığın ve ailesini yok edenlerden intikam almaya soyunmasının hikâyesi.

Lance Daly’nin yönettiği ve senaryosunu Daly, P.J. Dillon, Eugene O’Brien ve Pierce Ryan’ın yazdığı bir İrlanda ve Lüksemburg ortak yapımı. Dillon ve Ryan’ın birlikte yazıp yönettikleri 2008 tarihli “An Ranger” adlı kısa filmden yola çıkılarak çekilen film adını 1848 – 1852 yılları arasında yaşanan ve “Büyük Açlık” olarak da tanımlanan “Büyük Kıtlık” döneminin en kötü yılı olan 1847’den alıyor. 1 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği ve nüfusun ölümler ve göçler nedeni ile %20’den fazla azaldığı bu acı dönemin sinemada hak ettiği karşılığı henüz bulamadığını düşünürsek, sadece bu açıdan bile önemli bir film bu. Başrol oyuncularının başarılı performansı, hikâyenin karanlık yanına uygun görselliği ve hassas bir konuyu saygıyı hak edecek biçimde ele alması ile dikkat çeken filmin senaryosunun bir parça mekanik bir biçimde ilerlemesi (intikam cinayetleri) ve soluğunun soyunduğu epik havayı yaratmaya yetmemiş olması gibi önemsiz olmayan sıkıntıları da var. Yine de eli yüzü düzgün sineması ve ele aldığı acının büyüklüğünün de katkısı ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

İrlanda tarihindeki büyük kıtlık (ve açlık) dönemini ana konusu olarak sinemaya taşıyan ilk kurgu filmlerden biri bu. Hemen ertesi yıl Tom Sullivan’ın yönettiği ve İrlanda’nın Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday gösterdiği “Arracht” ile aynı konu sinemaya tekrar taşındı. Bu da hayli önemli ve zorlu bir iş; yönetmen Lance Daly’nin Berlin Festivali’ndeki gösterim sırasında söylediği gibi “İrlanda tarihinin en önemli dönemini ve o dönemdeki acıları âdil bir şekilde ele alıp anlatmak oldukça güç bir iş” ve bir o kadar da gerekli kuşkusuz. Toprak sahiplerinin (çoğu İngiliz) teşviki ile patatese dayalı bir beslenme rejimi olan İrlanda’nın yoksul halkının patates üretiminin üründe ortaya çıkan hastalık nedeni ile sıfırlanması ve toprak sahiplerinin, mülklerinde kiracı olarak oturan yoksul halkı kirayı ödeyememeleri nedeni ile evlerinden atmaları ülkenin tarihindeki en acılı dönemi yaşamasına neden olmuş tarihçilere göre. Hikâyemizin kahramanı olan Feeney (James Frecheville) Britanya ordusunda savaşan bir İrlandalı ve -nedenini daha sonra öğreneceğimiz bir olay sonucu ordudan ayrılıp- ülkesine döndüğünde işte bu acı manzaranın içinde buluyor kendini. Annesi açlıktan ölmüş, erkek kardeşi ailesi evden çıkartılırken memurlara bıçakla saldırdığı için asılarak idam edilmiş, yengesi ve üç yeğeni ise tam bir yoksulluğun içine düşmüştür. Kendisi kral için Afganistan’da savaşırken, ailesi ve halkı aynı kralın ve onun soylularının kararları ve ilgisizliği ile yok oluşun eşiğine gelmiştir ve bir adalet umudu da yoktur görünürde.

Filmin bir diğer ana karakteri ise eski bir ordu mensubu olan ve şimdi İrlanda Kraliyet Polis Örgütü’nde çalışan Hannah (Hugo Weaving) adında bir adamdır ve bir sorgu sırasında, arkadaşlarının adını söylemediği için İrlandalı bir isyancıyı boğarak öldürmüştür; Hannah bunun üzerine hapse atılmıştır ve muhtemelen idam edilecektir bu suçu nedeni ile. Hikâye bu iki adamı hem geçmişleri ile birbirine bağlıyor, hem de Hannah’ın affedilmek karşılığında Feeney’i -kibirli ve İngiliz emperyalizminin somutlaşmış hâli gibi olan bir İngiliz subayı ile birlikte- yakalamakla görevlendirilmesi ile iki adamı odağına alan bir gerilim yaratıyor. Temel olarak intikam peşindeki bir adam ve onun peşine düşenleri anlatıyor film; birer birer alınan intikamın bir parça mekanik bir şekilde kurgulanması hikâyenin etkileyiciliğini azaltıyor dikkat çekecek şekilde ama yine de yeterince çekiciliği var seyrettiğimizin.

İrlandalı karakterlerin -olması gerektiği gibi- kendi aralarında İrlandaca konuşmaları ve güç ve iktidar sahiplerinin onları örneğin mahkemede haklarını ararken bile İngilizce konuşmaya zorlamaları filmi intikam üzerinden ilerleyen bir aksiyon yapıtı olmanın ötesine geçiriyor. Adalet dağıtmaktan çok, zenginlerin ve güç sahiplerinin iktidarını korumaya odaklı bir mahkemede ne suçlamayı anlayacak ne de savunma yapabilecek kadar İngilizce bilen bir insanın yaşadıkları bizimki gibi ülkeler için hâlâ geçerli olan bir ana dili eziyetini gündeme getirmesi ile önemli. Dolayısı ile, anlatılan hikâye sadece kıtlığın ve yoksulluğun resmi olmakla kalmıyor, bu acıların arkasındaki nedenleri de (İngiliz emperyalizmi, soylu sınıfların köylüleri sömürmesi ve yoksulluğa mahkum etmesi vs.) kapsamına alarak filme derinlik sağlıyor. Senaryonun kurgusunun bu içeriğin hak ettiği düzeyde olmaması, kıtlığının nedenini “sarhoşluk ve vurdumduymazlık” olarak gören elit bakışın eleştirisi gibi önemli olguların gücünü zayıflatıyor ne yazık ki.

Hikâyenin kurgusu bir western havasına ve biçimsel özellikleri açısından değil ama içeriği açısından bir “spagetti western” tadına da sahip. Feeney ve peşindekilerin intikam ve takip maceraları boyunca tanık oldukları yoksulluk ve sefalet manzaralarının karakterler üzerindeki etkisi (ya da etkisizliği) -tahmin edilebilir şekilde ilerlese de-hikâyeye ek bir tat katıyor ve örneğin takipçi subayın emir erinin gördüklerine gösterdiği tepki tüm o karanlığın içinde bir umut ışığı olarak seyirciye de geçiriyor genç adamın hissettiği öfkeyi. Senaryonun bugün de İrlanda’nın bölünmüşlüğünün asıl nedeni olan dinsel ayrılığın (Katolikler ve Protestanlar) bu trajik dönemde bile kendisini gösterdiğini çekinmeden sergilemesi de dikkat çekiyor. Katoliklerin, pişirdikleri çorbayı Protestanlara ancak din değiştirme şartı ile vermeleri ve Protestanların bu çorbayı içerek cehenneme gitmektense ölmeyi tercih etmeleri dinsel kötülüğün ve cahilliğin çarpıcı bir örneği. Zor bir duruma düştüğünde bile kibirinden ve sahip olduğuna inandığı otoriteden vazgeçmeyen bir lordun İrlandalıları “İngilizce konuş” diye azarlaması gibi önemli saptamaları da olan film bu ve diğer başka örneklerin de gösterdiği gibi hassas bir konuyu saygın konumunu hep koruyarak anlatmayı başarıyor.

“Gidip de dönmeyenler ve ölenlerin anısına” ithaf edilen film, finalinde kahramanlarından birinin yapmak zorunda kaldığı seçimin zorluğu ile de dikkat çekiyor. Weaving ve Frecheville’in yanında Stephen Rea’nın da başarılı bir performans sunduğu film daha güçlü bir senaryo ile, heveslenip sonra vazgeçmiş göründüğü epik bir hikâye havasına daha fazla yaklaşabilirmiş ve filmin de buna ihtiyacı varmış kesinlikle. Declan Quinn’in hikâyenin karanlık atmosferini yaratmakta önemli bir rol oynayan görüntü çalışmasını artıları arasına rahatlıkla ekleyebileceğimiz çalışma, şaşırtmayan olay akışı ve bu akışın fazlası ile mekanik bir biçimde kurgulanması sorunları yüzünden yeterince güçlü olamıyor ve nefesi kesiliyor. Yine de görülmeye değer bir çalışma bu.

(Visited 110 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir