Bütün Kapılar Kapalıydı – Memduh Ün (1990)

“Bir çocuğum, bir kızım var benim. Adı Deniz, adı Deniz, adı Deniz! Bir kızım var benim, adı Deniz! Bir kızım var!”

Altı yıl kaldığı ve işkence gördüğü cezaevinden çıkan bir poitik mahkûm kadının hayata tutunma çabasının hikâyesi.

Senaryosunu Süheyla Acar’ın yazdığı, Memduh Ün’ün yönettiği bir Türkiye yapımı. 1990’da Antalya ve Ankara festivallerinde senaryosu ile ödül alırken, bu festivallerin ikincisinde altı ödül daha (İkinci Film, Görüntü Yönetmeni, Kurgu, Umut Veren Erkek Oyuncu, Umut Veren Kadın Oyuncu ve Işık) kazanan yapıt darbeye doğrudan bir göndermede bulunmasa da, sinemamızın 12 Eylül filmleri arasında yer alması gereken bir çalışma. Son yarım saatindeki başarısını öncesinde gösteremeyen ve ödüllü senaryosunun başta diyaloglar olmak üzere aksadığı yapıt; politik örgüt üyelerinin darbe sonrasındaki politik çıkmazlarını ele almaktan çok, bir politik mahkûmun işkenceden kaynaklanan travmalarının sonuçlarına odaklanması ile dikkat çekiyor. Darbe sonrasının korku ve baskı dolu atmosferinin yavaş yavaş ortadan kalktığı (ama yerini 1990’ların başka açıdan karanlık günlerine terk ettiği) bir dönemde çekilen film bekleneceği kadar politik olmamayı seçmiş ama yine de iyi niyetli bir çalışma olmayı başarıyor. Başta Ateş karakterinin ağzından duyduklarımız olmak üzere zorlama “entelektüel“ diyaloglar zayıflatsa da filmi, yakın tarihimizde yaşananlarla ilgilenenlerin özellikle görmesi gereken bir film bu.

1987’de cezaevinden çıkan Nil’in (Aslı Altan) görüntüsü ile açılıyor öykü. Dışarısının aşırı parlak beyazlığına karışırken kadın, kamera cezaevi içinde kalıyor ve üzerine kapanan ağır kapıyı gösteriyor. Bu “kapalı kapı” filmin adının da gösterdiği gibi öykünün üzerinde döndüğü sembol. Diyaloglara da -fazlası ile- yansıyan bu sembol temel olarak, Nil’in kendisini içeride bırakacak şekilde kapattığı kapıları yeniden açıp açamayacağına işaret ediyor. “Bütün kapıları kapalı” olan kadının bu durumunun arkasında yatan travmaların nedeni ise cezaevinde geçirdiği 5 yıl 10 ay içinde maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel işkence. Nil’in arayış ve çabası boyunca ona destek olan Ateş (Uğur Polat) adlı adamın “Başka bir yüzün olmalı senin. Kim bilir, kapıları aralayabiliriz belki” sözü de kadının mücadelesinin bir özeti.

Öykünün iki sürprizi var seyirciye. Bunlardan, Nil’in şiddetli bir özlem duyduğu ve hayata tutunma çabasının da en önemli nedeni olan küçük kızı ile ilgili olanı senaryonun önemli bir başarısı. Sinemamızda seyirciyi hazırlıksız yakalamayı başaran ve sayıları çok da olmayan sürprizlerden biri bu ve işkencenin neden çok büyük bir zulüm olduğunu, insanları hayatta kalabilmek için hangi uç noktalara sürüklediğini ve yaralanan ruhların iyileşmesinin ne kadar güç olduğunu gösteriyor bize ikna edici ve gerçekçi bir şekilde. Final sahnesindeki sürpriz ise işte bu yaralı ruh ile ilgili ama sertliğinin doğruluğu ve gerekliliği tartışmaya açık bir parça ve ilkinin aksine ikna gücü yeterli değil. Yine de genel olarak bakıldığında, bunların da sayesinde filmin son yarım saatinde hem senaryo hem yönetmenlik çalışması açısından üstün bir düzey yakalanıyor ve Memduh Ün adına da önemli bir başarı oluyor film. Ün’ün bir diğer başarısı ise cinsellik sahnelerinde yakaladığı doğallık ve dürüstlük. Sinemamızın hemen hep aksadığı ve yapay bir görünümden bir türlü sıyrılamadığı bu sahnelerde iki başrol oyuncusunun ve kamera çalışmasının sayesinde yüksek bir estetik düzey yakalanıyor ve öykünün gelişimine uygunluk sağlanırken, karakterlerin ruh hallerini ve eylemlerini daha iyi anlamıza da yardımcı olunuyor.

Film darbe sonrasındaki ideolojik savrulma ve parçalanmaya değinmemeyi seçmiş; örneğin Şerif Gören’in 1986’da çektiği “Sen Türkülerini Söyle”nin baş karakteri hapisten çıktığında sadece Türkiye’yi değil, dava arkadaşlarını da değişmiş bulur 12 Eylül darbesi ve ardından uygulanan liberal ekonomi politikaları yüzünden. Burada ise bu tür bir değişim yok; Nil’in annesinin evinin yıkılıp apartmana dönüşmesi ve kolej sınavı baskısı ile ilgili kısa bir diyalog değişen Türkiye’ye gönderme olarak görülebilir ama çok zayıf bir değinme olarak kalıyor bunlar. Dolayısı ile filmin politik unsuru işkence ve onun neden olduğu travma oluyor temel olarak; Nil’in bulduğu bir işi kaybetmesi de politik geçmişi ile bağlantılı ama tüm bunlar filmi politik yapıtlar arasına koymaya yeterli değiller. Bu bir kusur değil elbette; sonuçta bir film bir olgunun, bir olayın dilediği kısmını öne çıkararak anlatabilir ve dürüst bir içerik ve dil kullanıldığı sürece saygıyı da hak eder. Memduh Ün’ün filmi, sonuçta işkence gibi sert bir olguyu odağına alarak cesur davranıyor ve bu bakımdan, anlatmayı seçtikleri üzerinden eleştirilmeyi hak etmiyor.

Önder Focan’ın caza yakın duran müzikleri ve Ateş’in müzikçalarından duyduğumuz benzer tarzda şarkılar sinemamız için farklı bir tercih. Ne var ki Focan’ın dram ve romantizm karışımı bir öyküye yakışacak melodileri bu hikâye için biraz elit ve hijyenik kalmış sanki. Müziğin yoğun kullanımı da sorunu artırmış bir parça. Orhan Oğuz’un görüntüleri ise oldukça uyumlu öykü ve yönetmenin sinema dili ile. Sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmayan ama kendisini öne çıkarmaya gayret de etmeyen görüntüler filmin takdiri hak eden unsurları arasına giriyor rahatlıkla. Sinemamızın kadim sorunlarından biri olan yardımcı oyuncu problemi de dönemin diğer örnekleri ile kıyaslandığında, başarı ile aşılmış burada ve hikâyedeki karakterlerin yaşayan ve öyküleri olan bireyler olmaları sağlanmış. Başrollerdeki Aslı Altan ve Uğur Polat ise sade ve yalın performanslarla çıkıyorlar karşımıza. Altan hikâyenin en ağır yükünü taşıyan oyuncu olarak, Nil’in travmasını ve mücadelesini samimi ve gerçek kılıyor; Polat ise senaryonun, karakteri hakkında kafasının bir parça karışık olmasına rağmen, tiyatro eğitiminin ve kültürünün sonuçlarını çok iyi yansıtıyor perdeye ve senaryonun problemini önemsizleştiriyor.

Bir ağacın etrafında elindeki balonlarla dönen çocuk ve taze bir mezarın üzerine düşen kitap yaprakları gibi olmamış görünen birkaç düş bölümüne sahip filmde Ateş’in Nil’i ilk kez gördüğü sahneyi de problemliler arasına eklemek gerekiyor. Erkeğin kadına daha ilk gördüğü saniyedeki tuhaf bakışı, “Bir şey var Nil’de, çekiyor beni” cümlesi ile açıklanamayacak bir garipliğe sahip. “İlk görüşte etkilenme” bir Yeşilçam klişesi olarak buraya sızamamalıydı; arkasından gelen klişe iltifatlar ve cüretkâr davranışlar ise Ateş’i hayli sevimsiz kılıyor ve bu da sonraki gelişmelerin inandırıcılığını zedeliyor. Senaryo ilginç bir şekilde çoğunlukla bu karakterle ilgili sorunlar yaşıyor. Ateş’in ağzından duyduğumuz ve günlük hayata ait olmayan sözler, yine ona daha yeni tanıdığı kadın için söyletilen “Benim tanıdığım Nil…” cümlesinin anlamsızlığı ve altı doldurulmayan “bunalım”ı bu karakteri anlamaya ve anlamlandırmaya engel oluşturuyor.

Nil’in ve arkadaşlarının politik duruşu hakkında doğrudan bir ifade kullanmıyor film ama kısa bir feminist söylem, erkek arkadaşın boynundaki kırmızı atkı ve görüntüye gelen birkaç kitap (Macit Cevat’ın “Vietnam Geçidi”, Rus yazar Radi Fiş’in “Nazım’ın Çilesi” ve “Söylev”) onların solculuğunu gösteriyor. Senaryonun öykünün bu unsurunun altını çizmemesi bir eksiklik değil kuşkusuz; çünkü hem işaretler yeterince açık hem de filmin meselesi politik olanın kendisi olmaktan çok, politik olmanın ödetilen bedelinin sonuçları. Bu açıdan değerlendirildiğinde, işini iyi yapan bir film karşımızdaki. Yaşama tutunmak için yaratılan bir gerçeğin tuzla buz olması öyküsü seyrettiğimiz ve fazlası ile sert olsa da, final de acımasızca örselenmiş bir ruhun tedavisinin hiç de kolay olmadığını anlatıyor açık bir doğrudanlığı benimseyerek. Nil’in “Düşünebiliyor musun; bunca yıl yaşıyorsun, geriye kırık dökük üç beş eşya, birkaç nottan başka hiçbir şey kalmıyor” ve “Birbiri ardına tükeniyor düşlerim. Nasıl tutunacağım yaşama? Ne yapacağımı bilmiyorum” sözlerinin birer örneği olduğu karanlık bir resmin tanığı yapıyor bizi Memduh Ün’ün filmi ve sondaki “geçmişin peşinde koşma” gibi sembolik yanı da güçlü olan farklı sahneleri ile kendini izlenmeye değer kılıyor kimi kusurlarına rağmen.

1980’lerin ikinci yarısında kendisini gösteren 12 Eylül filmleri boyutu ne olursa olsun politik bir içeriğe sahiptiler. Ne yazık ki sinemamız, son yıllarda artan bir hızla üstelik, politik olandan özenle uzak duruyor. Bunun nedeni ise kesinlikle sansür değil; ülkenin son 20 yılda hızla yozlaşan değerlerinin arasına sanatın ve bunların en popüler olanlarından biri olan sinemanın da katılması kaçınılmazdı. En duyarlı yönetmenlerimiz bile doğrudan politik olmaktan özenle uzak duruyor ve bırakın ülkedeki sefaletin nedenlerini sorgulamayı, bu sefaletin kendisini göstermeye bile yanaşmıyor ve ortaya üzeri hayli örtülü bir sembolizmi olan, “kasaba baskısı”ndan öteye geçmeyen öyküler çıkabiliyor en fazla. 1980’lerde gösterilebilen cesaret ve duyarlılığın neden kaybolduğu ülkenin hâli ile yakından ilişkili kuşkusuz ve sadece bu açıdan bile “Bütün Kapılar Kapalıydı” önem taşıyor.

(Visited 16 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir