Yeraltından Notlar – Dostoyevski

“İnsana lüzumlu olan tek şey, onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür iradedir. Bu iradeyi de kim bilir hangi şeytan…”

Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” adıyla serbest bir uyarlamasını yaptığı Dostoyevski romanı. İlk kez 1864 yılında yayımlanan roman bugün bile hâlâ çok modern görünen biçimi, özellikle dönemi için pek de sıradan olmayan bir şekilde bir anti-kahramanı ele alışı ve kendisi de dahil tüm insanlardan iğrenir gibi görünen baş karakterinin kötümser, alaycı ve kötücül bakışını benzer bir biçimde aktarması ile kesinlikle okunması gereken bir kitap. Akıl ile arzunun çatışmasını anlattığı bölümden kahramanın tiksindiği bir subaydan intikam almak için ona yürürken çarpma planına veya bir hayat kadınının kafasını tam bir kötülük örneği olacak şekilde nasıl karıştırdığına kadar pek çok bölümünde olağanüstü bir dil ile ele alıyor baş karakterini Dostoyevski ve Camus’nun da çok sevdiği ve kimilerince ilk varoluşçu eser olarak kabul edilen kitabında okuyucuya benzersiz bir okuma tecrübesi armağan ediyor.

Demirkubuz’un filmini beğenmiş ama kahramanını tam anlamı ile anlayamamıştım açıkçası. Bu okumadan sonra her şey yerli yerine oturdu ve yazının neden bazı zamanlarda görsellikten daha etkileyici olabileceğini bir kez daha anladım: Her kitap her okuyana ve her okuma tecrübesinde farklı bir dünyayı kurmasına ve kurgulamasına yardımcı olabiliyor, eğer okuyucu da bu dünyayı inşa etmeye hazırsa. Görselliğin çoğunlukla kaçınamadığı, kendi kurduğunu seyredene dikte etme tuzağından uzak bir tecrübe okuma eylemi. İyi ki kitap var!

Güzel Yaz – Cesare Pavese

Cesare Pavese’ye devam… İtalyan yazarın ilk kez “Tepelerdeki Şeytan” ve “Yalnız Kadınlar Arasında” kitapları ile birlikte yayımladığı ama bir üçleme olarak tanımlamadığı üç romandan biri. Yazarın intiharından hemen önce İtalya’nın en prestijli edebiyat ödülü olan ve 1947’den beri verilen “Strega” ödülünü kazanan romanı faşist Mussolini rejiminin en yoğun günlerinde yazılmış olsa da savaşa veya politikaya bir göndermede bulunmuyor. Karakterlerden birinin zorunlu askerliğini bitirmek üzere olması dışında herhangi bir militarizm öğesi de yok. Kitap on altı yaşındaki bir genç kızın büyümesi, aşkı ve cinselliği keşfetmesini ve üç diğer genç karakterle ilişkilerini anlatıyor. Pavese’nin diğer eserlerinde de bazen doğrudan bazen dolaylı olarak yerini bulan (ve kendisinin kadınlarla sorunlu ilişkilerinin belki de yansımasını taşıyan) cinsellik burada da baş rolü kapmış. Zarif bir dil ile ve cinselliğin kendisinden çok neden olduğu duygulanmalar üzerine yalın bir hikâye anlatıyor bize Pavese. Kitabın kendisi ve karakterlerinde ilk bakışta özel bir derinlik yok gibi görünüyor ama yazar dönemin gençlerinin “basit” umutları, korkuları ve arayışları üzerinden yine sıkı bir resim çiziyor bize. Genç kızın çekingenlikler, sorgulamalar ve teredüttler içinde aşkı ve cinselliği keşfedişi, sonrasındaki hüzün ve mutluluğunu benzersiz biçimde anlatıyor Pavese ve gençliğin o “kaygısız” günlerinde geçen bir zman dilimini okuyucu için de çekici kılıyor. Kitabın açılış cümleleri (“O dönem, sürekli bir şölendi. İnsanın kendinden geçmesi için evden çıkıp yolun karşısına geçmesi yeterliydi; her şey öylesine güzeldi ki…”) bu kaygısız günleri hem çok iyi anlatıyor hem de o kaygısızlığın arkasındaki gençliğe özgü korkuları akıllıca gizliyor. Yazar 1935-1950 arasındaki günlüklerini içeren müthiş “Yaşama Uğraşı” kitabında “Günleri değil, anları hatırlarız. Yaşamın zenginliği unuttuğumuz anılarda yatar” diye yazmıştı. Burada da kahramanımızın o anlarını, günleri oluşturan ve her biri biricik olan anlarını aktarıyor bize yazar. Her Pavese kitabı gibi mutlaka okunmalı.

(“La Bella Estate”)

Vatikan’ın Zindanları – André Gide

Fransız yazar André Gide’in “nedensiz eylem” kavramını geliştirdiği ilk kitap. Burada kavramın karakterlerden birinin nedensiz işlediği bir cinayet üzerinden tartışılması söz konusu ama yazar sadece kötü eylemleri değil iyilikleri de bu tartışmasının kapsamına alıyor ve nedeni olmadan yapılan kötü eylemlerin suç olup olmadığını sorgulatıyor karakterleri aracılığı ile. Üstelik cinayetin karşısına nedeni olan büyük bir başka kötü eylemi, sahte Papa hikâyesi ile insanların soyulmasını koyduğu halde okuyucunun da bu sorgulamanın parçası olmasını sağlayabiliyor.

Kitaptaki eylemin sahibi Lafcadio belki de yazarın tercihi nedeni ile edebiyatın klasik karakterlerine dönüşmenin sınırında kalıyor ve diğer karakterlerin de çekici yanları nedeni ile hak ettiği kadar çok öne çıkamıyor ama pek çok farklı özellliği nedeni ile okuyucu için ciddi bir çekim kaynağı oluyor okuma eylemi boyunca. Onun yaptığı iyilikleri de, örneğin yanan bir evden bir çocuğu kurtarmasını tıpkı daha sonra işleyeceği cinayet gibi umursamazlıkla karşılamasını da yine okuyucuyu şaşırtacak biçimde aktarmayı başarıyor Gide. Kitapta din, bilim ve ateizm konuları da önemli bir yer tutuyor ve bir bilim adamının tam bir pozitivistlikten koyu bir dindarlığa ve oradan da tekrar pozitivizme savrulmasını “eğlenceli” bir şekilde anlatıyor bize. Bu değişimler bir parça ani oluyor inandırıcılık açısından belki ama özellikle küçük bir çocuğun saf dini inancından etkilenme sonucu gerçekleşen dönüşüm hayli etkileyici. Bu dönüşümler bir yandan da yazarın sıkı bir “Kilise” eleştirisi için fırsat olmuş görünüyor.

Yazım tekniği açısından da ilginç bir kitap bu. 1914 yılında yazılmış olmasına rağmen hayli modern bir biçimi var. Örneğin yazarın bazen anlatıcı kişiye dönüşmesi, karakterlerine seslenmesi gibi unsurlar romanı bildiğimiz klasiklerden uzaklaştırıyor. Bu farklı anlatım biçimi denemelerinin kitapta homojen bir şekilde dağılmadığını, örneğin Lafcadio ile Julius arasındaki ikincisinin yazmayı düşündüğü bir roman üzerinden konuştukları çok başarılı bölümün romanın diğer bölümlerinden hayli ayrıksı durduğunu da söylemek gerek. Gide’in kitabının bir başarısı da bu zaman zaman ortaya çıkan modern havanın karşısına bazen de tam tersi yönde ve ancak sıkı bir klasik eserde rastlayacağımız bir havayı çıkarabilmiş olması. Romanın İkinci Kitap-Birinci Bölümü’nde Fleurissoire karakterinin pis otel odalarında tahtakuruları ve sivrisineklerle yaşadığı maceraların anlatıldığı bölümün en iyi örneklerinden birini oluşturduğu yazarın kıvrak kalemi ve eğlenceli tasvirlerini, ve Tahsin Yücel’in keyif veren çevirisini de kitabın çekici öğeleri arasına eklemek gerek.

(“Les Caves du Vatican”)

Hükmen Yenik – Dağhan Irak

“Türkiye ve İngiltere’de Futbolun Sosyo Politiği” alt başlığını taşıyan kitap İngiltere ve Türkiye’de futbolun doğuşu ve yaygınlaşmasının karşılaştırması üzerinden, bu en popüler sporun günümüzde tüm dünya üzerinde aldığı “endüstriyel” biçim karşısında gerçek futbolseverin hükmen yenik başladığı bir maçı anlatıyor temel olarak. Kitabın sonunda “… oyun oynamak, insanın doğasında var ve futbolu güzel yapan bu. İnsan, insana ait olana özlem duyduğunda, o zaman yeni bir futbol inşa etmekten bahsedebiliyor olacağız” diyen yazarın, kısa ama doyurucu sonuç bölümündeki “iyimserliğinden” etkilenmemek mümkün değil ama bu iyimser beklentinin veya umudun gerçeğe dönüşebilmesi de -yaşadığımız dünyanın siyasi ve ekonomik koşulları düşünüldüğünde- bir o kadar zor görünyor açıkçası. Zaten Irak’ın yine sonuç bölümünde belirttiği gibi “sermayenin futbolu duvara çarpmaya başladığında” ancak gerçeğe dönebilecek bir umut bu. Kısacası futbolu kurtaracak olan şey dünyayı da kurtarabilecek olan şey: Sistemin dönüşmesi veya daha net bir ifade ile devrim.

Hacmi itibari ile alçak gönüllü ama içeriği ile gerçekten doyurucu olan kitabın bazı bölümlerinin, örneğin İngiltere’de futbol dünyasını etkileyen siyasi olaylar bölümünün bu hacim için bir parça uzun olduğu söylenebilir ama futbolu hayatın geri kalan diğer tüm parametrelerinden, örneğin içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız ekonomik sistemden, siyasetten vs. bağımsız düşünenler için çok iyi tasarlanmış ve aydınlatıcı bir yanı var bu sayfaların. Kimilerini belki kısmen bildiğimiz, kimilerinden belki hiç haberdar olmadığımız ve çoğunun futbol ile ilgisi olduğunu bile düşünmediğimiz pek çok olayın aslında nasıl tam da doğrudan futbolu içine aldığını görmek için çok iyi bir fırsat veriyor okuyana bu bölümler. Belki her zaman çok derinlere inmiyor analizler ama meraklısı için daha ötesini düşünmeye ve araştırmaya sevk edecek bir teşvik ediciliği olduğu açık yazılanların.

Kitabın Trabzonspor’a çok az yer ayırması veya Türkiye’deki kulüplerin oluşumunda İngiltere’dekinin aksine sınıf kavramının yer almamasını anlatırken en azından Adana Demirspor veya Kardemir Karabükspor gibi en azından kuruluş amacı açısından bugün yok olmuş olan bir sınıfın varlığından söz etmemesi bir eksiklik gibi görülebilir. Bunlar bir yana, kitap endüstriyel futboldan ve seyirci kimliğinin tüketiciye dönüştürülmesinden şikayetçi olan ve karşı takıma duyduğu nefret için değil, takımına duyduğu sevgi için futbola bağlı olan herkesin okuması gereken bir eser kesinlikle. Özellikle 3 Temmuz 2011’deki “Şike Operasyonu” ile başlayan sürecin arkasındakileri kişisel olarak bugüne kadar okuduğum en kapsamlı, dürüst ve objektif bir içerik ile ele alan bölüm başta olmak üzere kitabı bir futbolsever için çekici kılacak pek çok yanı var. Belki bende olduğu gibi -tribünleri terk etmemin arkasındaki pratik nedenlerin teorik karşılıklarını da üretmesinden dolayı- bir hüzün de yaratabilir okuyanda ama Gezi’deki “İstanbul United” idealinden ne olusa olsun vaz geçmemek gerektiğini düşündürmesi ile -Gezi’den önce yazıldığı için İstanbul United yer almıyor kitapta- takdiri hak ediyor. Çünkü bu idealden vazgeçmek devrim idealinden de vazgeçmek sonucunu doğurur ki… Yazarın futbolun egemenlerin elinden kurtarılıp yeniden bir “oyuna” dönüşmesi yolunda taraftar oluşumlarının ne kadar önemli olduğu ama bu oluşumların bizde hemen tamamen egemenlerle içli dışlı olduğu yolundaki tespiti bile umudu yitirmeye neden olmamalı.