Höstsonaten – Ingmar Bergman (1978)

“Bir anne ve kızı: Duyguların, kafa karışıklığının ve yıkımın ne korkunç bir bileşimi! Sevgi ve şefkat adına her şeyi yapmak mübah. Kızlar annelerinin yaralarını miras alır. Annelerin hatalarını kızlar ödemelidir. Annelerin mutsuzluğu kızlarının mutsuzluğudur. Sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi… Anne, sahiden öyle mi? Kızının mutsuzluğu bir annenin zaferi midir? Anne, benim üzüntüm sana gizli bir zevk mi veriyor?”

Bir rahiple evli olan bir kadının yedi yıldır görmediği ve ünlü bir piyanist olan annesini evine davet etmesi ve ikilinin kaçınılmaz yüzleşmenin hikâyesi.

Ingmar Bergman’ın yazdığı ve yönettiği bir Almanya, Norveç, İsveç, Fransa ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Yönetmenin, vergileri ile ilgili olarak hakkında yürütülen soruşturma nedeni ile gönüllü sürgüne gittiği Norveç’te çekilen film bir anne ve kızı arasındaki ilişkinin gecikmiş sorgulamasını ve iki kadının ertelenmiş yüzleşmesini yoğun ve acı bir dil ile anlatıyor. Başrollerdeki Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın kusursuz performansları, görüntü yönetmeni Sven Nkyvist’in büyük bir kısmı iki büyük oyuncu arasındaki sahnelerle ve iç mekanlarda geçen hikâyeyi görüntülerken yakın plan yüz çekimleri ile yakaladığı etkileyici anlar ve gerçeği tüm çıplaklığı ile -gecikmeli de olsa- konuşan iki insanın ağzından duyduğumuz çarpıcı diyalogları ile çok önemli bir film bu. Pek çok sorunumuzun kökeninde aile kurumunun yattığına sizi ikna edecek bir gücü olan hikâyesi ve dürüstlüğü ile film bu kurumun insanı sevme ve sevilme yeteneğinden nasıl mahrum bırakabileceğini de gösteren bir sinema eseri olarak mutlaka görülmeyi hak ediyor.

Bir “oda sineması” örneği bu film; çoğunlukla tek bir mekanda geçen ve tıpkı oda müziğinin bir senfoniye göre daha az enstrümanla icra edilmesi gibi daha az karakterle anlatılan ve her bir karakterin kendisine özel sesini daha net duyabileceğiniz, yoğun bir çalışma. Açılış sahnesinde, Liv Ullmann’ın rahip kocasını canlandıran ve tüm sadeliği ile etkileyici bir performans sunan Halvar Björk’ü doğrudan seyirciye konuşturuyor Bergman ve adam arkasındaki masada oturup bir mektup yazmakta olan -gazetecilik yapmış ve kitap yazmış- eşinin, kim olduğuna emin olamaması ve olduğu gibi sevilme ile ilgili beklentilerini paylaşıyor bizimle: “Bu onun ilk kitabı, şöyle yazmış: “İnsan yaşamayı öğrenmeli. Ben her gün buna çalışıyorum. En büyük sorun kim olduğumu bilmemem. Karanlıkta el yordamı ile ilerliyorum. Beni olduğum gibi sevecek biri olsa en azından kim olduğumu bulmaya çalışabilirdim. Ama buna pek ihtimal vermiyorum”. Ona bir kez olsun söyleyebilseydim keşke koşulsuz sevildiğini. Ama bana inananacağı şekilde söylemem imkânsız. Doğru kelimeleri asla bulamıyorum”. Sevmek ve sevilmekle ilgili sorunları olan kadın mektubu yedi yıldır görmediği annesine yazmıştır ve ünlü bir piyanist olan kadını (Ingrid Bergman) sıcak bir dil ile evine davet etmektedir.

İki kadının ilk anları oldukça sıcak geçer ama hikâye kısa bir sürede bizi annenin kendine odaklılığı ve kızının acılı ruhu ile karşı karşıya bırakır. Annenin on sekiz yıllık dostu olan ve on üç yıllık hayat arkadaşlığı yaptığı erkek ölmüştür; bunu paylaşır kadın kızı ile ama hayatına eskisi gibi devam edeceğini de ilan ederek. Birkaç günlük ziyareti daveti ile başlatan genç kadın ise çok küçüklüğünden beri içinde biriken tüm acıyı, korkuları ve nefreti ortaya dökmeye hazırdır ve kısa sürede ikisi arasında tüm bir geçmişin konuşulduğu bir sözlü savaş başlar. Evde bir genç kadın (Helena) daha vardır ve vücut fonksiyonlarını yavaş yavaş kaybeden, sürekli ağrıları olan ve artık anlaşılır bir şekilde konuşamayan bu kadın annenin yine yıllardır görmediği diğer kızıdır. Bergman hikâyenin büyük bir kısmını dört karakter (anne, iki kızı ve kızlardan birinin kocası) ile anlatıyor ama özellikle Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın canlandırdığı anne ve kız ikilisi uzun sahnelerin yegâne kahramanları oluyorlar. İki oyuncu da senaryonun sağladığı olanakları çok iyi değerlendirerek ve her biri acı veren diyalogları tam anlamı ile hissederek ve hissettirerek bu sahnelerde mükemmel etkileyiciliği olan anlar yaratıyorlar ve bazı sahneleri benzersiz bir güzelliğe taşıyorlar. Örneğin önce kızın sonra annenin Chopin’in La Minör 2 numaralı prelüd’ünü çaldığı sahne mükemmel bir sinema örneği kesinlikle. Kızının performansını beğenmeyen annenin piyanonun başına kendisi oturup Chopin’nin bu eserinin nasıl çalınması gerektiğini tam bir profesyonellik içeren analizle anlatması, kız çalarken annenin yüz ifadeleri, anne çalar ve konuşurken kızın içindeki tüm olumsuz birikiminin yavaş yavaş yüzünde belirmesi ve kameranın ikisini birden görüntülediği anlarda doğrudan dile getirilmeyen çatışmayı elle tutulur bir somutluğa kavuşturması Ingmar Bergman’ın mükemmel sinemacılığının örnekleri arasına koyulabilir rahatlıkla. Tüm bir hikâyenin özeti olabilecek bu sahne filmi görmek için tek başına yeterli olabilir kesinlikle.

Tüm hissedilenlerin, içte tutulanların ortaya döküldüğü bir terapi seansı gibi bir film bu ve bu nedenle bazıları için fazla konuşmalı, fazla yoğun ve yorucu gelebilir. Bergman’ın bu filmi her birimizin içinde tuttuğu ve bizi ruhen sakatlayan travmaların bir örneğini koyuyor karşımıza ve iki baş karakterinin acılarının bizim de parçamız olmasını sağlıyor. Yoruculuğu buradan geliyor filmin ve sevme ve sevilme yetenekleri köreltilmiş bireylerin acılarına bunca maruz kalmaktan kaynaklanan tatlı ve sağladığı benzersiz sinema keyfi ile tadılması gereken bir yorgunluk bu aynı zamanda. Bergman geçmişte geçen sahnelerde yalın bir sahneleme yöntemi seçerek ve kamerayı karakterlerden ve olan bitenden hep belli bir uzaklıkta tutarak “günümüz”de geçen bölümlerle doğru bir zıtlık yaratarak bu keyfin yaratıcısı olduğunun sağlam örneklerinden birini veriyor. Yüzleşme içeren bugünün yoğun sıcaklığı ile yüzleşilmeyen ve bugünkü acıların kaynağı olan geçmişin soğukluğunun sembolü denebilecek bir şekilde bugünün yakın planlarının yerini dünün uzak çekimleri alıyor ilgili sahnelerde.

Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın dört dörtlük performansları kullanılabilecek tüm kelimeleri, tüm övgüleri yetersiz gösterecek bir güce sahip. Bergman kişisel hayatından izler de taşıyan bir karakterde ve son sinema filminde başarısız anneyi o denli gerçek kılıyor ki görmeden inanmak mümkün değil oyununun güzelliğine. Ullmann da tüm yeteneğini yaralı karakterinin emrine vermiş ve seyirciyi sorgulamasının ve yüzleşme (ve yüzleşerek arınma) çabasının ortağı etmeyi başarmış. Fiziksel ve ruhsal problemleri olan bir genç kadını ustaca oynayan Lena Nyman ve rahip rolündeki Halvar Björk de onlara başarı ile eşlik ediyorlar ve bu karakter filmine çok önemli birer katkı sağlıyorlar.

Ailenin sevginin kendiliğinden ve doğal olarak doğduğu ve beslendiği bir kurum olduğu bakışına zıt bir yerde duran hikâye tüm sevgiler gibi anne ve çocuk sevgisinin de hak edilmesi, kazanılması ve canlı tutmak için çaba gösterilmesi gerektiğini çok iyi anlatıyor. Sonlarda Helena’nın yerde sürünerek annesine seslenmesi ve “Gel” demesi gibi bir parça kaba bir sembolizm çabası bir yana bırakılırsa, bu güzel ama sert film mutlaka görülmesi gerekli bir sinema yapıtı. Kritik bir sahnenin müziği olan Chopin’in eserinin seçiminin bile tek başına Bergman’ın tercihlerinin doğruluğunu gösterdiği (basit görünen ama gittikçe kompleksleşen yapısı ile bilinen bir eserdir bu) bu filmi de, büyük sinemacının bize bıraktığı diğer eserleri gibi görmekte kesin bir yarar var. Sinemacı bir defasında “Gençliğimizde ailemizden uzaklaşır ve zamanla onlara geri döneriz” demiş; bunun bir örneği olan film yüzleşmenin sonucu (ya da sonuçsuzluğu) ve aile ilişkilerinin hayat vericiliği (ya da öldürücülüğü) üzerine çok önemli bir eser kuşkusuz.

(“Autumn Sonata” – “Güz Sonatı”)

(Visited 321 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir