Magnificent Obsession – Douglas Sirk (1954)

“Sizi uyarıyorum; birinin diğer insanların hayatına yatırım yapması ve benliğinin bu güçle birlikte olması hiç de ucuza mal olmaz. Bir kere başladınız mı, artık ona bağlısınızdır. Vazgeçemezsiniz. Bu sizi yüreklendirecek, sizi takıntılı yapacaktır; ama inanın bana, muhteşem bir takıntıdır bu”

Zengin ve çapkın bir iş adamının istemeden ve farkına bile varmadan bir doktorun ölümüne sebep olmasından sonra değişen hayatının hikâyesi.

Lloyd C. Douglas’ın 1929 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Robert Blees, Wells Root ve Finley Peter Dunne’ın romandan ve kitabın bir önceki sinema uyarlamasının (John M. Stahl’ın yönettiği 1935 tarihli yapıt) senaryosunu yazan Sarah Y. Mason ve Victor Heerman’ın çalışmasından yola çıkarak hazırladığı filmin yönetmen koltuğunda Douglas Sirk oturmuş. Sirk, zamanında seyirciden ilgi görse de eleştirmenlerin pek de tutmadığı melodramları ile bilinen bir isim ve sonradan aralarında Jean-Luc Godard, Pedro Almodovar ve Rainer Werner Fassbinder gibi ünlü isimlerinden olduğu sinemacıların da beğenisini almış ve/veya ilham kaynağı olmuş onlara. Ardı arkası kesilmeyen tesadüflerden trafik kazasında kör olmaya Yeşilçam melodramlarında yüzlerce kez izlediğimiz türden bir hikâyeyi ilgiyi değer kılan en önemli unsur Sirk’ün bu türün ustası olması olsa gerek. Başrolleri Jane Wyman ile paylaşan Rock Hudson’ın hikâye ilerledikçe güç kazanır görünen performansı (başlarda, senaryonun yüzeyselliği oyuncuyu hayli zorlamış açıkçası) çeşitli inandırıcılık problemlerinin de üzerinin kısmen de olsa örtülmesini sağlarken, kaynak romandan kaynaklanan dinsel içeriğin çok rahatsız etmemesine de imkân veriyor. Sirk’ün melodram türünün başyapıtlarından sayılan “Imitation of Life” (Zehirli Hayat, 1959) ve “All That Heaven Allows” (Her Şey Senin İçin, 1955) gibi filmlerinin güçlü gölgeleri altında kalmış olsa da, ilgiyi hak eden bir Hollywood yapıtı bu.

Uzun yıllar din adamı olarak görev yapan Lloyd C. Douglas bu filme de kaynak olan ilk romanını 1929’da, 50 yaşını geçtikten sonra yayımlamış. İlk sinema uyarlaması (başrollerde Robert Taylor ve Irenne Dunne yer almış) 1935’de John M. Stahl tarafından yapılan ve 1958’de Brezilya’da “Sublime Obsession”adı ile televizyon dizisi olarak da çekilen kitabın iki farklı esin kaynağı olmuş yazara göre: Gerçek bir beyin cerrahı olan Edgar A. Kahn’ın hayat hikâyesi ve Matyas İncili’nin 6:1-4 bölümü (“ “Doğruluğunuzu insanların gözü önünde gösteriş amacıyla sergilemekten kaçının. Yoksa göklerdeki Babanız’dan ödül alamazsınız. Bu nedenle, birisine sadaka verirken bunu borazan çaldırarak ilan etmeyin. İkiyüzlüler, insanların övgüsünü kazanmak için havralarda ve sokaklarda böyle yaparlar. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır. Siz sadaka verirken, sol eliniz sağ elinizin ne yaptığını bilmesin. Öyle ki, verdiğiniz sadaka gizli kalsın. Gizlice yapılanı gören Babanız sizi ödüllendirecektir”). Hikâyenin ana temasının özeti olabilir İncil’in bu satırları gerçekten de ve film senaryosu, diyalogları ve hatta görsel seçimleri ile dinsel göndermelerini hiç de gizlemiyor. Örneğin karakterlerden biri hikâyenin kahramanına yeni takıntısının (burada kastedilen saplantı olumlu bir anlam içeriyor) tehlikeli olabileceği yolunda bir uyarıda bulunurken, o takıntının ilk kurbanlarından birinin hayatının otuz üç yaşında çarmıhta son bulduğunu hatırlatıyor ki burada kastedilen İsa elbette. Aynı karakterin bir ameliyathanedeki operasyonu yüksek bir yerden, adeta Tanrı’nın bakış açısı ile izlerken kritik bir müdahalede bulunması da “yüce bir varlık” imasını yaratma çabasının sonucu olsa gerek.

Frank Skinner filmin müziklerini popüler klasik eserlerden bolca yararlanarak oluşturmuş; Chopin’in Op. 27, 7 numaralı noktürnü ve Op. 10 3 numaralı piyano eseri; oğul Johan Strauss’un “Wiener Blut” isimli valsi ve Beethoven’ın 9 numaralı senfonisinin “An Die Freude” (Neşeye Övgü) adlı çok bilinen ve icra edilen bölümü hikâyenin başından sonuna pek çok sahnede karşımıza çıkıyor ve Skinner’ın çalışmasını orijinal olmaktan çok, tüm bu eserlerin yeniden yorumlanmasına dönüştürüyor açıkçası. Ne var ki Hollywood ustalığının tipik bir örneği de oluyor aslında bu kullanım şekli; Sirk ve Skinner bu müzikleri yer aldıkları sahnelerin doğal birer parçası yapmışlar ve Skinner’ın sade yorumları müziklerin popülerliğinin sahnenin içeriğinin önüne çıkmasına engel olmuş.

Deniz ve kara kazaları, tesadüfler, körlük, mucize arayışları, inanılmaz bir kariyer dönüşümü vs. gibi melodramların olmazsa olmaz unsurları hikâye boyunca pek çok kez karşımıza çıkıyor. Kaynak romanın dinsel soslu ahlak dersi veren içeriğini Hollywood akıllıca bir zanaatkârlıkla sekülerleri rahatsız etmeyecek bir şekilde oluştururken, tüm bu unsurların trajik gücünden de -açıkçası dozu kesinlikle bir parça kaçmış görünse de- bolca yararlanmış. Öyle ki ortalama bir Yeşilçam melodramını bile aştığını söyleyebileceğimiz bir yoğunluk söz konusu burada tüm bu öğeler açısından. Ayrıca sonuçta hikâyenin ve karakterlerin gelişiminin de sık sık altını çizdiği ve öykünün ana temasının da üzerine kurulduğu ahlak dersindeki zorlamayı görmezden gelmek de pek mümkün değil. Gizlice yapılan yardımların sonsuz bir şekilde yoluna devam edeceği ve başka yardımlara dönüşeceği, böylelikle dünyanın çok daha iyi bir yer olacağı inancı ise temelde yanlış değilmiş gibi görünse de, tipik bir Amerikan yaklaşımının propagandasına dönüşüyor burada. Sonuçta, seyrettiğimizin temelde zenginlerin iyilik oyunundan başka bir şey olmadığını, örneğin bir cafe çalışanının eşi ve çocuğunun hayatının neden yoksulluk yüzünden tehlikeye girdiği ya da insanın çok önemli bir uzuv kaybını giderebilmesi için neden çok büyük bir servete ihtiyaç duyulduğu bir düzende yaşadığımızı elbette hiç sorgulatmıyor/sorgulamıyor hikâye.

Hikâyenin başında hayatını kaybeden ama tüm meselelerin, karakterlerin kararlarının ve ilişkilerinin odak noktasında yer alan doktorun yüzünün hiç gösterilmemesi bir Amerikan filmi için oldukça ilginç bir seçim; seyirci ile özdeşmeye engel olan bu tercihin nedeni hikâyenin mistik/dinî göndermeli gizemini diri tutma amacı olmuş muhtemelen. Bu seçim gibi bir Douglas Sirk filminde görülmesi çok muhtemel bir başka sembolik unsur daha var filmde. Filmlerinde çiçeklere neden çok yer verdiği sorusunu şöyle cevaplamıştı Sirk: “Çünkü (hikâyelerin yaşandığı) bu evler birer mezarlık, ölü bitkilerle dolu birer anıt mezardır. O çiçekler dallarından koparılmış ölülerdir ve eve bir cenaze havası verirler”. Burada da leylaklar önce bir mutluluk sahnesinin, sorasında da bir fedakârlığın (ve onun sonucu olan kaybın) sembolü oluyorlar kullanıldıkları sahnelerde. Leylaklar dışında, çoğu ölü (dallarından koparılmış anlamında) güller, glayöller vs. de sık sık karşımıza çıkarken, kritik bir sahnede balkondan düşen bir saksıda görünüyorlar. Özetle, Sirk neredeyse çiçekler üzerinden analiz edilebilecek bir hikâye anlatmış yine.

Film gösterime girdiğinde Jane Wyman’ın Rock Hudson’dan 8 yaş büyük olması (nedense erkek oyuncunun kadın oyuncudan çok daha yaşlı olduğu filmlerde bu yaş farkı hiç gündeme gelmez) eleştiri konusu olurken, Hudson’ın kendisine kapılmasını gerçekçi kılacak kadar “çekici olmadığı” da magazin basının ana malzemelerinden biri olmuş. Oysa B sınıfı filmlerle girdiği sinemada önce macera hikâyelerinde ve bu filmle de romantik hikâyelerde bir yıldız olduğunu kabul ettiren Hudson’ın Wyman’a gösterdiği ilgide bir zorlama kesinlikle hissetmiyorsunuz ki bunda Hudson’ın, karakterinin “manevî dönüşüm”ü ile birlikte giderek kendi bulmasının önemli bir payı var. Wyman ise magazin basınının ve onun yönlendirdiği seyircide yarattığı beklentinin zorlaştırdığı bir rolün altından, dördüncü kez Oscar’a aday gösterilmesini (ama yine kazanamamasını) sağlayan ustalıklı bir sadeliği olan performansla kolayca kalkmış.

Hollywood’un tüm ustalığının arkasına dikkatlice bakıldığında, seyrettiğimiz hikâyenin yüzeyselliğini görmemek pek mümkün değil. Bir başka ifade ile söylersek, Sirk’ün senaryoyu ilk okuduğundaki mutsuzluğunun da bir göstergesi olduğu gibi, hikâye iyi parlatılmış bir Yeşilçam melodramından farklı değil içeriği açısından. Erkek kahramanını adeta bir İsa gibi çizerek (fedakârlıkları, iyiliği, mucizeleri vs.) ahlak dersi vermeye soyunmasının rahatsız ediciliği de göz ardı edilebilecek gibi değil. Yine de tüm kusurları ve yanlışları hep akılda tutarak, keyifle izlenebilir bir Sirk yapıtı bu.

(“Mukaddes Azap”)

(Visited 88 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir