“Amerikan düşünü görmüyoruz, Amerikan kâbusunu yaşıyoruz!”
Bir suikast sonucu hayatını kaybeden Müslüman lider ve insan hakları savunucusu Malcolm X’in hayat hikâyesi.
ABD tarihindeki en önemli Afrika kökenli Amerikalılardan biri olan Malcolm X’in hayatını anlatan film, Amerikalı yazar Alex Haley’nin Malcolm X ile yaptığı röportajlardan sonra onun adına yazdığı ve “The Autobiography of Malcolm X” adını taşıyan kitabın sinema uyarlaması ve senaryoda Arnold Perl, jenerikte adı belirtilmese de James Baldwin ve yönetmenliği de üstlenen Spike Lee’nin imzası var. 200 dakikayı aşan süresi ile film, tarihte önemli bir yeri olan bir karakteri karşımıza getirirken öncelikle kahramanının öneminden sonra da rolü ile Oscar’a aday gösterilen (ama ödülü kazanamayan) Denzel Washington’un performansından alıyor gücünü. Amerikan tarihinin tartışmalı bir karakterini ve onun uzun bir süre parçası olduğu Nation of Islam kurumunu lideri Elijah Muhammed ile birlikte odağına alan filmde epik bir hava yaratmaya çalışmış Spike Lee ve uzun süresine rağmen ilgi ile seyredilen bir sonuç koymuş ortaya. Malcolm X’i kimin öldürttüğü yasal statü olarak bakıldığında belirsiz olsa da, film Nation of Islam’ın liderlerini ve onlarla işbirliği yaptığını ima ettiği devleti suçlarken, kimi gerçek görüntülerle bugün hâlâ siyahlara karşı ayrımcılığın sürdüğünü de söylüyor net bir dille. Lee’nin ilk bölümlerde hayli hafif ve neredeyse bir müzikale yakışan bir dil kullanarak biraz tuhaf bir seçim yaptığı film görülmesi gereken bir çalışma.
Malcolm X’in sesine eşlik eden ve polislerin bir siyah adamı vahşi bir şekilde dövdüğü gerçek görüntülerle açılıyor film. Yanan bir ABD bayrağı ile sona eren bu görüntülerde dövülen kişi bir taksi şoförü olan Rodney King ve onun uğradığı polis vahşeti 1992’de Los Angeles’da siyahların ayaklanmasına sebep olmuş ve 63 kişi hayatını kaybetmişti çıkan olaylarda. Malcolm X’in oldukça sert ve tüm beyazları suçlayan konuşmasına eşlik eden bu görüntülerin seçilme nedeni muhtemelen bu sert ifadelerin arkasındaki gerekçeleri seyirciye net bir şekilde iletmek olmalı. Bu görüntülerden İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Boston’a gidiyor film ve dönemin siyah gençleri arasında moda olduğu şekli ile saçını hayli acı veren bir operasyonla beyazlarınki gibi düzelttiren ve bir siyah için en büyük ödül olan beyaz kadının peşinde dolaşan bir genç adamı getiriyor karşımıza. Karıştığı hırsızlık sonucu on yıl yatmak üzere gönderildiği (ve altı yıl sonra şartlı olarak salıverileceği) cezaevindeki günlerine kadar geçen bu bölümde serseri, uyuşturucu kullanan ve irili ufaklı suçlara bulaşan bir genç adam seyrediyoruz. Bu ilk bölümü ilginç ve açıkçası -belki bölümün içeriğine uysa da- yanlış görünen bir sinema dili ile anlatıyor Spike Lee. Evet, hayli dinamik ve hatta eğlenceli sahneler var bu bölümde ama bu sıfatların ikincisi hikâyeye pek uymuyor. Adeta bir müzikal seyrediyoruz bu bölümde. Koca bir ay görüntüsüne doğru at süren Ku Klux Klan üyeleri, adeta bir Gene Kelly gibi parkta neredeyse dans ederek yürüyen ve hatta tam da bir müzikale yakışacak şekilde bankların sırtına basarak atlayan kahramanımız ve çok ama çok uzun tutulmuş bir toplu dans sahnesi gibi pek çok örneği var bu yanlış seçimin. Dans sahnesinde karakterleri hikâyenin içeriğine uygun bir şekilde seyretmiyoruz; Lee bir müzikalde böyle bir dans sahnesi nasıl çekilecekse o şekilde oluşturmuş bu sahneyi ve dansın kendisine odaklanmış; üstelik bununla da yetinmeyerek dansın sonunda yerde kayan karakteri kameraya baktırmış bir de! Sonunda tüm bu ilk bölüm, -herhalde filmi yapanların da hiç arzu etmediği bir biçimde- o kadar da kötü, büyük bir tövbekârlık gerektiren bir hayat değilmiş bu diye düşündürtüyor.
Film, Malcolm X’in bir siyah olarak karşılaştığı ayrımcılığı yukarıda bahsedilen ilk bölümde ikna edici bir etkileyicilik ile anlatırken cezaevinde geçen “aydınlanma” bölümü yeterince çarpıcı değil açıkçası. Üstelik bu bölümde Lee’den beklenmeyecek bir şekilde klişelere başvurması da (vaazı dinleyen ve “aydınlanan” yüzleri tarayan kamera ve bu anlara eşlik eden bir parça mistik müzik gibi) filme zarar vermiş. Daha sonra gelen “cemaat” lideri ile ilk tanışma sahnesi ise sinemasal öneminden çok ülkemizin “cemaat”ini, onun liderini ve koşulsuz olarak biat eden takipçilerini hatırlatması, heyecandan titremeleri ve ağlamaları göstermesi ile bizim için ayrıca önemli olsa gerek. Denzel Washington’un bu sahnedeki performansının bir örneği olduğu güçlü oyunculuğu, karakterinin hayatının her dönemini doğru bir tonda oynamasını ve zor -ve hassas bir karakteri canlandırması nedeni ile de eleştiriye hayli açık- bir rolün altından ustalıkla kalkmasını sağlıyor. Malcolm X’in güçlü belagat yeteneğini ve kitleleri peşinde sürükleme gücünü kesinlikle ikna edici bir biçimde getirmiş perdeye Washington ve filmin de en önemli kozlarından birisi olmuş.
Parçası olduğu Nation of Islam örgütünden koparak tüm beyazları düşman görmekten uzaklaşan ve ırkından bağımsız olarak tüm mazlumların dayanışmasını savunmaya başlayan Malcolm X’in bu dönüşümünün etkileyiciliğini yaratan Lee’nin klasik bir biyografik film bakışını taşıyan sahnelemelerinden çok hikâyenin içeriği oluyor yine. Açıkçası Lee’nin elinin en çok dokunduğu bölüm ilk bölüm ki o da yukarıda belirtildiği gibi doğru bir sinema dili içermiyor. Uzun sürenin bile karşılayamadığı/karşılayamayacağı kadar çok şey anlatmaya çalışmak yerine örneğin cezaevi öncesindeki bu bölümü tamamen çıkarmak yoluna gitmesi (ve böylece bu bölümdeki müzikal havasından da kurtulması) çok daha doğru olurmuş açıkçası.
Hayli sıkı bir soundtrack’i ve trompetçi Terence Blanchard’ın hazırladığı başarılı bir orijinal müziği olan filmin kapanışını oldukça Hollywoodvari bir mesaj havası ile yapmış Lee ne yazık ki. Tek tek ayağa kalkıp “Ben Malcolm X’im” diye bağıran küçük çocukların görüntüsü bir propaganda filmine yakışacak bir kabalık taşıyor. Anlattığı hikâyenin ve kahramanının önemi mi Lee’yi bu yola sevk etmiş bilinmez ama sonuç hiç parlak olmamış. Kapanış jeneriğinde -filmin bütçesi için gerekli paranın bulunmasına sağladıkları katkı- nedeni ile teşekkür edilenlerden biri olan (İngilizce olarak “Thank Allah for” ifadesi ile üstelik) Bill Cosby’in 1965 ile 2008 arasındaki cinsel tacizlerinin günümüzde ortaya çıktığını da düşünürsek bunu da bir “talihsizlik” olarak görmek gerek Lee adına; çünkü Malcolm X’in Nation of Islam’dan ve sonsuz bir sadakatla bağlandığı lideri Elijah Muhammed’den kopma nedeni bu adamın sekreterleri ile “zina”sı ve bunu da kendisinin önemi nedeni ile “tohumlarını her yere serpmesi gerektiği” ile izah etmesi olmuştu.
Rolüne hazırlanırken domuz yemeyi bırakmak gibi Hollywood usulü “fedakârlık”lar gösteren (bu eylemin karakterini daha iyi anlamasını sağlayacağına gerçekten inanmış oyuncu, Hollywood şovuna uygun bir biçimcilikle) Washington’un performansının sürüklediği filmin ilk senaryosunu aslında ünlü yazar James Baldwin, Arnold Perl ile birlikte yazmış ama Baldwin’in ailesinin talebi üzerine adı çıkarılmış jenerikten. Görüntü yönetmeni Ernest Dickerson’ın özellikle cezaevi öncesindeki bölümlerdeki kamera çalışmasının da hayli başarılı olduğu film tarihteki önemli bir karakterin kırk yılını bir film süresi içinde anlatmaya çalışmasınının da bazı sıkıntılarını yaşayan ama gerek bu kusuru gerekse yukarıda sıralanan diğer problemlerine rağmen görülmesi gerekli bir çalışma. Belki de Spike Lee’nin anlattığı karaktere hayranlığının neden olduğu bu problemler filmi görmeye engel olmamalı kesinlikle. Malcolm X’in öldürülmesinin üzerinden geçen 53, filmin üzerinden geçen 26 yıla rağmen siyahların ABD’deki toplumsal statülerinde aslında pek de bir değişiklik olmamasının da (Obama’nın başkan olabilmesinin karşısına tüm güncelliği ve haklılığı ile “Black Lives Matter” hareketini koyarak düşünelim ülkedeki durumu) kanıtı olduğu gibi hâlâ güncel bir film bu.