“Amacım insanlara ulaşmak çünkü sanat bir yaratıcıya, bir de alıcıya ihtiyaç duyar. İkisinden biri eksikse, sanat olmaz”
Yıllar sonra ülkesine dönen bir Mısırlı’nın İskenderiye şehrinde “under-ground” müzik dünyası ile tanışmasının hikâyesi.
Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ile sonuçlanan “devrim” ve sonrasındaki Müslüman Kardeşler iktidarı ve askeri darbe öncesinde, ülkenin ikinci büyük şehiri olan İskenderiye’den bir hikâye anlatıyor bize filmimiz. Mısırlı yönetmen Ahmed Abdalla’nın filmi kurgusal karakterlerle anlatılan bir belgesele yakın bir havada ilerleyen biçim ve içeriği ile başı sonu olan bir hikâyeden çok İskenderiye’nin canlı alternatif müzik alanını ve müzisyenlerini ülkenin gerçekleri ile birlikte karşımıza getirmeyi hedefleyen ve bunu da başaran bir çalışma. Kurgusal bir filmin kimi gereklerini (derinliği olan karakterler, bir öykü vs.) belki karşılamayan ama kesinlikle ilgi çekici bir eser bu. Mısır’ın dışarıya ne yazık ki pek de yansı(ya)mayan bir yanını “hikâye” ilerledikçe daha da çekicilik kazanan bir şekilde anlatmayı başaran film İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü de almıştı.
Hip-hop, rock, metal, graffiti, bağımsız sinema… Abdalla’nın filmi bu sanat türleri üzerinden sadece ülkesinin bir resmini çizmekle kalmıyor, aynı zamanda İskenderiye’ye sıcak bir aşk mektubu da yazıyor. Sanatı teşvik etmekle görevli ama yeniliklere tümden kapalı görünen bir bürokratik mekanizma, kendisini yeterince özgür hissetmeyen kadınlar, dini hassasiyetler, aile baskısı, geleneklerin kalıplarından sıyrılmaya çalışan gençler ve sanatçılar filmin ülkenin panoramasını çizmek için kullandığı kimi unsurlar. Bunların tümünü olmasa da çoğunu hak ettikleri olgunlukla ele alıyor yönetmen ve bir yandan sıkı müzikler dinletirken bize, abartmadan ülkesinin içinde bulunduğu koşulları da hissettiriyor. Bir yıl sonraki devrimi önceden ve doğrudan duyuran bir havası yok gibi görünüyor filmin ama havada hep asılı duran bir gerilimin varlığını da sık sık hissediyorsunuz kesinlikle. ABD’den annesinin ölümü nedeni ile ülkesine dönen mühendisin tanık oldukça daha da şaşırdığı ve sevdiği “under-ground” dünyayı, onun ülkeyi terk etmeye karar vermiş eski sevgilisi ile son sohbeti ile paralel anlatmayı tercih etmiş Abdalla kendi yazdığı senaryo ile ve bu sohbeti kronolojik bir sırada anlatmayarak filme bir hoşluk da katmış açıkçası, ama bu sohbet filmin geneli ile kıyaslandığında mesajların ve gündeme getirilmek istenen konuların gereğinden fazla doğrudan olması gibi bir kusura da sahip. Buna karşılık bürokrasi ile mücadele -benzer bir doğrudanlığa sahip olsa da- kesinlikle etkileyici ve eğlendirici olmayı başarıyor.
Evet, İskenderiye’ye bir aşk mektubu yazıyor film bir yandan da ve bu mektubun en güzel tarafı sanırım içtenliği ve sadeliği. Turistik görüntülerin değil, yaşayan bir şehirin ve insanlarının peşinde sokaklarda dolaşıyor kamera ve aşkını seyirciye de geçirmeyi başarıyor. Hikâye boyunca Kahire’ye göndermeleri de olan film, anlaşılan bu iki şehir arasında var olan bir rekabeti hissettiriyor sık sık. Fatih Akın 2005 tarihli “Crossing The Bridge – The Sound of Istanbul” filminde İstanbul’u müzikleri üzerinden tanıyor ve geziyordu bir belgeselci tavrı ile, burada ise Abdalla İskenderiye’yi yarattığı kurgusal karakterlerle getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de hem müziklerden destek alıyor hem de karakterleri üzerinden heyecanı ve eğlencesi olan ama bir derdinin olduğu da belli olan bir hikâye anlatıyor bize. Kurgusal karakterler diyorum ama bu karakterlerin önemli bir kısmının kendilerini oynayan gerçek alternatif müzisyenler olduğunu da belirtmek gerek ki dinlediğimiz müziklerin hayli çekici olmasını da açıklıyor bu durum. Alternatif kelimesini de bir parça açmak gerekli aslında, çünkü bürokrasinin sadece Ümmü Gülsüm benzerlerini ödüllendirdiği bir dünyada hip hop veya rock müzik yapmak kesinlikle alternatif bir çabanın içinde olmak demek ve bunun da “bedelini” “Sahne yok, para yok, muhtemelen konser de yok” gibi cümleler duyarak ödüyorlar.
Şarkıların söylendiği sahneler veya sokak sahnelerin çoğunda belgesel bir havayı, buna karşılık diğer sahnelerde kurgu havasını yakalamayı deneyen ve bunları çoğunlukla da uyumlu bir şekilde bir araya getiren filmin kurgusu da kalabalık karakter sayısını da düşünürsek oldukça başarılı. Daha önceki filmlerinin kurgusunu kendisi yapan Abdalla, kurguyu bu kez ilk kez uzun metrajlı bir filmde çalışan Hisham Saqr’a teslim etmiş ve sonuç hayli tatmin edici olmuş açıkçası. Kurgu ile belgeseli, dinamizm ile sadeliği akıllıca bir araya getiren bir kurgusu var filmin. Ülkede biriken enerjiyi, hareket etmek isteyen ama gidecek bir yeri de yok gibi görünen insanların dünyasını sıcak bir dille anlatan filmde başroldeki Khaled Abol Naga’nın sıcak ve gerçek ile kurgu arasında doğru bir yerde duran oyunu da dikkat çekiyor. Abbas Kiarostami’ye göndemeleri de olan filmin aslında önce 18 yaşındaki graffiti sanatçısı kadını anlatan bir belgesel olarak planlandığını ama Abdalla’nın şehiri, müzisyenleri, sanatçıları, kaykaycı gençleri ve sokaklarını tanıdıkça hikâyeyi yazmaya karar verdiğini bilmek, filmin yukarıda belirttiğim kimi hususlarının da açıklayıcısı. Yönetmenin kimi sahnelerde oyuncuların doğaçlama yapmasına izin verdiği çalışma, son bölümlerinde bir parça tekrara düşüp sarksa da ve hikâyesi belgesel yanının gölgesinde kalmasına neden olacak şekilde, yeterince güçlü olmasa da kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Seslerini duyacak bir seyirciye ihtiyacı olan ve bunu hak eden insanların ülkesi geliyor bu filmde karşımıza ve bu sese kulak vermekte yarar var.
(“Mikrofon”)