My Beautiful Laundrette – Stephen Frears (1985)

“Ben profesyonel bir iş adamıyım, profesyonel bir Pakistanlı değil. Yeni şirket kültüründe ırk diye bir sorun yoktur”

Pakistanlı bir İngiliz vatandaşının ve erkek arkadaşı olan beyaz bir İngilizin bir çamaşırhane açarak başarılı ve zengin olmaya çalışmalarının hikâyesi.

Britanyalı sanatçı (romancı, oyun yazarı, senarist ve film yapımcısı) Hanif Kureishi’nin orijinal senaryosundan Stephen Frears’ın çektiği bir Birleşik Krallık yapımı. 1980’li yılların önemli filmlerinden biri olan çalışma hem eşcinsel bir ilişkiyi merkezine alması hem de komedisini ve romantizmini aksatmayan ve hatta besleyen bir şekilde toplumdaki sınıf ve ırk konularına da değinebilmesi ile önemli bir eser. En azından bir yarı-kült olarak nitelendirebilecek olan film, özellikle Gordon Warnecke, Daniel Day-Lewis ve Saeed Jaffrey’in performansları ile dikkat çekerken, “eşcinsel sinema”nın da parlak örneklerinden biri olarak görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

On bir yıldan uzun bir süre Birleşik Krallık’ın başbakanı olan Margaret Thatcher’ın -elbette olumsuz sonuçlarla- damgasını bastığı 1980’li yılların İngilteresi. Hikâyenin eşcinsel aşıkları olan Omar ve Johnny lise yıllarında tanışan ve özellikle Omar’ın ötekine hayranlığı ile şekillenmiş ilişkileri olan iki karakter. Johnny; Omar ve babasının Pakistanlı köklerine saldıran faşist bir geçmişi olsa da bugün o gruplardan uzaklaşmış ve serseri arkadaşları ile takılıyor daha çok. Omar ise eski bir sosyalist gazeteci olan ve “işçi sınıfının kendisinde yarattığı derin hayal kırıklığı” ile mutsuz bir şekilde yaşlanan hasta babası ile ilgilenen, Pakistan asıllı bir genç. Omar’ın babasının, oğlunu üniversiteye gidene kadar yanında çalışmaya gönderdiği kardeşi ise İngiltere’deki hayata tam bir uyum sağlamış, evli ve çocuklu olmasına rağmen, kendisine İngiliz bir metres de edinmiş bir iş adamı. Sadece bu üç karakterin bu kısa tanıtımının bile gösterdiği gibi Kureishi’nin senaryosu pek çok farklı temayı gündemine alan ilginç bir hikâye getiriyor karşımıza ve bunca farklı konuya değinen senaryo tüm bunları o denli bir ustalıkla birleştiriyor ki filmde -korkulanın aksine- ne bir kaosa neden oluyor bu konu çeşitliliği ne de bir mesaj filmine dönüşüyor Stephen Frears’ın bu keyifli filmi.

Filmi belki en iyi şu şekilde tanımlayabiliriz: Kureishi’nin senaryosu, Frears’ın yönetmenlik çalışması ve oyuncularının performansı ile film bize 1980’lerin ortasındaki İngiltere’den gerçekçi ama romantizmi unutmayan, sert ama keyifli ve en az bunlar kadar önemli olmak üzere hayli özgür bir havası olan bir resim çiziyor. Gordon Warnecke’nin Omar’ı ve Daniel Day-Lewis’in Johnny’si filmi bu farklı nitelemelerle tanımlayabilmemizin en önemli unsurlarından ikisi kesinlikle. Her iki karakter de toplumun normal kabul ettiğinin dışındalar ve çoğunluğun dışında kalıyorlar. Onları “normal”in dışında gösteren sadece eşcinsellikleri değil; sınıfsal olarak da öteki durumunda bu iki karakter. Omar ırkı nedeni ile her zaman farklı bir noktada dururken, Johnny bir alt sınıf üyesi olarak -özellikle de Thatcher’ın ülkesinde- toplumun asıl (ya da merkezdeki diyebiliriz) unsurlarından biri değil. İki oyuncunun birbirinden farklı havalar taşıyan ama müthiş bir şekilde birbirlerini bütünleyen oyun tarzları da bu iki karakteri keyifli ve ilginç kılıyor. İki oyuncu da -özellikle ikili sahnelerinde- o sırada onlarla birlikte olmayı istemenize neden olacak bir sıcaklık ve doğallık yayıyorlar bulundukları ortama ve Warnecki’nin daha açık (ve belki her zaman yeterince güçlü olmayan) , Lewis’in ise daha kapalı ve dokunaklı bir şekilde sergilediği keyifli olma halini her anlarında yansıtıyorlar seyirciye. Filmin sert bir sahnesinin ardından gelen romantik bir sahnenin ve oradaki eğlenceli romantizmin baş mimarları onlar kuşkusuz. Oyunculuklardan söz ederken, amca rolündeki Saeed Jaffrey’i atlamamak gerek; girişimci iş adamı olarak, hem sevip nefret ettiğini söylediği ama gayet keyifli bir şekilde yaşadığı ve dinin egemen olduğu yere (Pakistan’a) gitmek için terk etmeyi asla düşünmediği İngiltere’de insanın her şeye sahip olabileceğini, sadece sistemin “memelerini nasıl sağması gerektiğini” bilmesi gerektiğini söyleyen karakterini tüm komik, hüzünlü, güçlü ve zayıf yönleri ile karşımıza getirirken hayli eğlenceli bir performans sunuyor.

Kendisini dışarıda hisseden bir karakter daha var filmde: Omar’ın kuzeni ve ailenin Omar’a eş olarak uygun gördüğü Tania. İçinde yaşadığı aileden nefret eden bu genç kız “kaçabilmek” için Omar’ı bir araç olarak görse de bu desteği alamamanın (ve Omar’ın doğası gereği de alamayacak olmanın) hüznünü yaşıyor. Omar’ın diğer tercihlerinden de tam burada söz etmek gerekli belki de. Hayata kırgın olan babasının -bizde cumhuriyetin aydınlanma değerlerine bağlı tüm bireyleri gibi- okumaya ve eğitime verdiği öneme ve bu konudaki teşviğine rağmen Omar, Johnny ile birlikte süreceği bir yaşamın da aracı olan çamaşırhane işine kaymayı tercih ediyor ve babasının değerlerinin tam karşısında duran amcasının temsil ettiklerini ve kendisini pek de eleştirir görünmüyor. Çamaşırhane işi aracılığı ile bir sınıf atlama özleminden söz etmek doğru olmayabilir belki ama Omar’ın seçtiği yol ve hırslı karakterinin en azından babasının idealleri ile uyuşmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Onun bir sahnede Johnny için sempati ile sarf ettiği “Çünkü o alt sınıftan; özellikle istenmediği sürece içeri giremez. Tabii hırsızlık yapmıyorsa.” cümleleri Omar’ın Johnny’den üst sınıfta olduğunun (en azından onun öyle gördüğünün) iması ve bu bağlamda bakınca çamaşırhanenin Omar’ın değil, Johnny’nin sınıf atlamasının aracı olduğu/olacağı da söylenebilir.

Sınıf meselesini ustalıkla ele alan film, hikâyeye radikal veya sloganvari bir hava vermeden alttan alta bu temayı sürekli getiriyor önümüze. Amcanın İngiliz metresinin, kendisinin bu konumunu (ikinci kadın olmayı kabul etmesi) eleştiren Pakistanlı kıza kendisini anlamamasının normal olduğunu çünkü “farklı kuşaklardan ve sınıflar”dan geldiklerini söylemesi ile örneğin, senaryonun beklenenin aksine üst ve alt sınıf tanımlarını İngiliz ve Pakistanlı olmak üzerinden değil, zengin ve yoksul (sermaye sahibi olmak ve olmamak) olmak üzerinden yapması hayli ilginç ve doğru bir tutum. Finalde lavabo başındaki -ve doğaçlama havası da veren- sahnede iki âşığın görünümü filme çok etkileyici bir son getirdiği kadar bir iyimser hava da yaratıyor ama sınıf meselesi -babanın yitirdiği mücadelesinin kırgınlığının sonucu olan mutsuzluğu ile birlikte- filme damgasını vuruyor yine de.

Frears’ın mizanseni taşıdığı serbest havası ile aynı anda gerilim ve mizah gibi farklı uçlardaki unsurları geliştirebiliyor ve kesinlikle çok özgün bir hava katıyor filme. Hayli sert bir kavga sahnesinin bu denli etkileyici ve gerçekçi olabilmesi ama bunun ardından gelen sahnenin tüm o yumuşaklığının yine de bu denli doğal görünmesi, hikâye boyunca birer tehdit unsuru olarak hep ortada dolaşan serserilerin aynı zamanda birer mizah aracı da olabilmeleri veya Pakistanlı eşin yaptığı büyünün işe yaraması gibi hayli fantastik bir ögenin hiç rahatsız etmemesi ve filmin -sosyal- gerçekçi havasını hiç bozmamasının arkasında onun becerisi ve Oliver Stapleton’ın başarılı kamera kullanımı var kuşkusuz. Stanley Myers ve Hans Zimmer’ın filmin havasına uygun tonlardaki müzik çalışmasının eşliğinde anlatılan ve mizah anlarında güldürmeyi değil gülümsetmeyi hedefleyen hikâyede pek çok etkileyici sahne yaratmış Frears ki bunların arasında yukarıda bahsedilen finalin yanısıra tıpkı onun gibi değme aşk filmine taş çıkartacak birkaç bölüm daha var. Bunlardan birinde Omar karakteri kendisini ve yanındaki diğer iki Pakistanlı karakteri ırkçı sözlerle taciz eden ve arabalarına saldıran çete üyeleri ile karşı karşıya kaldığında kullanmakta olduğu arabadan iniyor ve kavga etmek yerine, biraz ileride sessizce bekleyen ve bu serserilerin arkadaşı olan Johnny’nin yanına gidiyor. Bir tutkuyu ve aşkı göstermenin bu kadar parlak (ve eğlenceli) bir örneği pek yoktur herhalde sinema tarihinde ve sadece bunun gibi anları için bile bu artık bir modern klasik olarak kabul edebileceğimizi filmi görmeli kesinlikle.

Metres rolündeki Shirley Anne Field’ın da hüzünlü karakterine uygun oyunu ile katkı sağladığı film, gerçek bir başarı örneği kesinlikle. Üzerinden geçen otuz üç yıla rağmen hâlâ taze ve yeni görünebilmek pek az filmin başarabildiği bir şey olsa gerek.

(“Benim Güzel Çamaşırhanem”)

(Visited 439 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir