Macbeth – Justin Kurzel (2015)

“Kan kokuyor hâlâ şurası: Arabistan’ın bütün kokuları temizleyemeyecek şu ufacık eli! Of! Yeter artık! Yeter!”

Cadıların, İskoçya kralı olacağı kehanetinde bulunduğu komutan Macbeth’in, karısının da teşviki ile tahtı ele geçirmek için yaptıklarının ve sonuçlarının hikâyesi.

Shakespeare’in ölümsüz eseri Macbeth’in sinemadaki -şimdilik- son uyarlaması. Justin Kurzel’in yönettiği, senaryosunu Todd Louiso, Jacob Koskoff ve Michael Lesslie’nin yazdığı film İngiltere, Fransa ve A.B.D. ortak yapımı olarak çekilmiş. Michael Fassbender ve Marion Cotillard’ın başrollerini paylaştığı yapım, Polanski veya Kurosawa’nın aynı eserden yaptığı uyarlamalar kadar güçlü değil ama yine de kendine özgü atmosferi ve görsel estetiği ile belki de hakkında söylenecek yeni bir şey kalmayan bu hikâyeye sinema perdesinde yeniden hayat vermeyi başarmış görünüyor. Eserin orijinalindeki trajediyi yeterince güçlü aktaramayan film, bir rüyâ (kâbus daha doğrusu) havası yaratan görsel atmosferi ile teknik bir yetkinliğin örneği olmayı becermiş ve kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma olmuş.

İlk kez 1606 yılında sahnelendiği kabul edilen Macbeth defalarca sinemaya ve televizyona uyarlanmış bir Shakespeare oyunu. İskoç kralının sadık ve başarılı bir komutanıyken, karşısına çıkan üç cadının (filmde bunlara bir de bir küçük cadının eklenmesi ile sayıları dört olmuş) kral olacağı kehaneti üzerine kafası karışan ama iktidar olmanın tatlı kokusu ve karısının kışkırtmaları ile bu kehaneti gerçek kılmayı kafasına koyan Macbeth’in hikâyesini daha fazla özetlemeye gerek yok kuşkusuz. Kişisel olarak mükemmel bulduğum ve daha önce pek çok kez sinemada hayat bulmuş bir metne yeni bir yorum getirmek cesaret isteyen bir iş kuşkusuz: Hem böylesine çok bilinen bir hikâyede yaratılacak en küçük bir aksama dikkat ve tepki çekeceği için hem de işte yukarıda sözü edilen Polanski ve Kurosawa uyarlamaları gibi aşmanız ya da en azından yaklaşmanız gereken örnekler olduğu için. Kurzel’in filmi -özellikle de bu önceki filmleri görmüş olanların ve/veya oyunun sadık bir uyarlamasını tiyatro sahnelerinde seyretmiş olanların teslim edeceği gibi- senaryosu ile sarsıcı bir etki yaratamıyor seyirci üzerinde. Ne Macbeth’in hırs ve korkularla karışan kafası ne de Lady Macbeth’in yoldan çıkaran teşviği veya ellerindeki kanı temizleyememesi yüreğinizi ve beyninizi allak bullak edecek bir güçte getiriliyor karşımıza. Bir şekilde daha fazlasını görmeyi ve hissetmeyi bekliyorsunuz ve bu da boyutu kişiden kişiye değişecek bir hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor çoğunlukla. Buna karşılık Macbeth’den pek de haberi olmayan bir izleyici, bu beklentiyi doğal olarak taşımayacağından, hikâyeden tatmin olabilir açıkçası. Orijinal metindeki kimi değişiklikler (oyunda yer almayan açılıştaki cenaze sahnesi veya Lady Macbeth’in çıldırmasının hafifiletilmesi gibi) filme yararlı olmuş görünürken kimileri de etkisinin azalmasına neden olmuş. Örneğin üstteki iki örnekten ilki hem filme sağlam bir görsel giriş yapılmasını sağlıyor hem de oyunda ima edilen bir trajediyi somutlaştırarak karı koca Macbethler’in kişilikleri için bir açıklama kaynağı olabiliyor. Buna karşılık Lady Macbeth’in sadece oyun metnini okurken bile tüylerinizi diken diken eden kimi anları burada kaybolup gitmiş görünüyor.

İngiltere ve İskoçya’da çekilen film lokasyon kullanımı açısından çok sağlam bir başarı göstermiş. Öyle ki adeta bu olaylar gerçekten de burada olmuştur diyorsunuz hikâye boyunca. Adam Arkapaw imzalı görüntüler kesinlikle dört dörtlük: Hem iç hem dış çekimlerde hiç aksamıyor Arkapaw’ın kamerası ve İskoçya’nın sisli yaylalarından iç mekanların doğal aydınlık ve karanlığına karşımıza getirdiği her unsurun hakkını fazlası ile veriyor. Savaş sahnelerindeki kimi -aşırı- yavaş gösterimler kendi başlarına bakıldığında gerçekten çok etkileyici ve Macbeth üzerinde kalıcı bir travma yaşatmış görünen çocuk yaştaki savaşçının ölümü ve yüz ifadesi başarılı bir şekilde kullanılmış. Yavaş gösterimli planlar ile normal hızla gösterilen planların birbirlerini takip etmesi zaman zaman bir uyumsuzluk havası verse de filmin kurgusu açısından doğru bir tercih olmuş genel olarak. Jed Kurzel imzalı müzik çalışması ise taşıdığı alçak tonlu gerilim havası ile bir trajediyi haber veriyor etkileyici bir şekilde ve hikâyeye ciddi bir katkı sağlıyor.

Gösterişten çok sadelik ve -orijinal metinden sesinin yüksekliği açısından uzaklaşarak- haykırmaktan çok fısıldamak derdinde olan film, tanık olacağımız eylemlerin korkunçluğunu haber veren tedirgin atmosferi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Karakterlerini bir rüyada (ya da bir kâbusta) hareket eder gibi gösteren estetik tercihleri ile de önemli olan film, iki başoyuncusunun rollerinin hakkını verdiği ve Marion Cotillard’ın konuşmadan bile müthiş işler yapabilen yüzü ile yine harikalar yarattığı bir eser ve Sean Harris, David Thewlis ve Paddy Considine da sağlam oyunculukları ile onlara sıkı bir destek veriyorlar. Zaman zaman renkli filtre ile çekilmiş gibi bir görünüme sahip olan film, jenerik yazılarındaki kırmızıdan kapanıştaki kırmızı görüntülerine kanlı bir hikâye anlattığını söylüyor sürekli olarak ve finalde elinde kılıç ile koşarken sisin içinde kaybolan çocuk görüntüsü ile kanın akmaya da devam edeceğini söylüyor bize.

Cadaveri Eccellenti – Francesco Rosi (1976)

“Tek yargıç polisin işidir ama dördü birden öldürülürse konu siyasîdir”

Peş peşe işlenen yargıç ve savcı cinayetlerini araştıran bir dedektifin büyük bir siyasî komployu keşfetmesinin hikâyesi.

Leonardo Sciascia’nın 1971 tarihli “Il Contesto” adı romanından uyarlanan, İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. İtalyan yönetmen Francesco Rosi’nin yönettiği ve senaryosunu Rosi ile birlikte Tonino Guerra ve Lino Iannuzzi’nin yazdığı çalışma bir polisiye ve gerilim filmi olmasının yanısıra politik içeriği ile de dikkat çekiyor. Adı belirtilmeyen ama Sicilya bölgesinde olduğu açık bir yerde geçen hikâyenin yavaş gelişimi ve temposu günümüz sineması için bir parça eskimiş görünebilir genel seyirci kitlesine ama ilerledikçe hem netleşen hem karmaşık hale gelen senaryosunun başarısı, yan kadrodaki başarılı isimlerin yanısıra dedektif rolündeki Lino Ventura’nın parlak performansı ve ana akım sinemanın ihmal ettiği bir alanı, siyaset ve iktidarları ele alması ve sorumlu bir tavırla sorgulaması filmi kesinlikle seyredilmeye değer kılıyor. 1970’li yılların İtalya siyasetine ve toplumsal çalkantılarına aşina olanların ve siyaset ile ilgili olanların ek bir keyif alacağı film, Rosi’nin başarılı mizanseninden de aldığı destekle kesinlikle önemli bir çalışma.

Filmin kapanışında, İtalyan Komünist Partisi’nin yöneticisi bir solcu gazeteciye “Gerçek her zaman devrimci değildir” diyor. Film bu cümle ile sona ererken, kamera duvardaki büyük resime kayıyor yavaş yavaş ve ellerinde kızıl bayraklarla kalabalık bir grubu görüyoruz bu resimde. Film belki bu finali kadar her zaman doğrudan politik bir içerik barındırıyor gibi görünmese de, hikâyesi ilerledikçe politikaya daha da odaklanıyor ve gerçekleri keşfettikçe biz de Rosi’nin bizi içine soktuğu politik dünyanın ve iktidar uğruna neler yapılabileceğine ve gerçeklerin nasıl çarpıtılabileceğine/kullanılabileceğine tanık olmanın “keyfi”ni yaşıyoruz. Evet, 1970’lerdeki İtalyan siyasetine aşinalığın ve daha da genel olarak politika ile az ya da çok ilgileniyor ve bilgili olmanın seyir zevkini yükselttiği bir film bu. Örneğin final cümlesinin İtalyan Marksist politikacı ve teorisyen Antonio Gramsci’nin Ferdinand Lasalle’den uyarlayarak söylediği “Gerçeği söylemek devrimcidir”e bir gönderme olduğunu bilmek gerçekten önemli. 1976 yapımı film İtalya’nın toplumsal ve politik çalkantılar içinde bulunduğu bir dönemde çekilmiş olması nedeni ile bu çalkantıları bire bir aktarmış hikâyesine. Dolayısı ile o dönemde İtalya’da komünistler ile hristiyan demokratlar arasında “tarihî uzlaşma” olarak bilinen bir işbirliği olduğunu bilmek filmin hem sağ hem soldaki politikacılara eleştirisini doğru bağlamda anlayabilmek için önemli ve gerekli. Dedektif gerçeğe ulaşmaya çalışırken onu gerçekten uzak tutmaya çalışanların hem sağ hem soldan olması, komplonun büyüklüğü ve iktidarın tüm öğelerini içine almış olması final ile birlikte düşünüldüğünde, filmin seyirciye gerçekleri hiç çekinmeden göstermeyi ve ona umudun herhangi bir politik öğede değil, -eğer varsa- kendisinde olduğunu söylemesi olarak yorumlanabilir sanki. Bu da aslında sert bir mesaj çünkü kurumların tümünün bir şekilde yozlaşmanın parçası olduğunu gösteriyor film ve bu açıdan değerlendirince de pek bir umut vaat etmiyor.

Her bir cinayet sahnesini sade ama etkileyici bir şekilde çekmiş Rosi ve işleneceği açık olan cinayetlerde bile bir gerilim havası yaratmayı başarmış. Rosi’nin üslubu bugünün sineması için fazlası ile gösterişsiz ve hikâyenin temposu da günümüz filmlerinin ortalama plan süreleri düşünüldüğünde oldukça düşük görünebilir. Ne var ki filme hak ettiği bir özenle yaklaşan seyircinin keşfedeceği yüksek bir sinemasal başarı var ortada. Örneğin, ünlü İtalyan görüntü yönetmeni Pasqualino De Santis’in kamerası aracılığı ile Rosi hikâye boyunca sinemanın görsel bir anlatım sanatı olduğunu hatırlatıyor bize sık sık ve bunu teknik oyunlara başvurmadan yapıyor. Geçmişin günümüze (ve aslında geleceğe) nasıl hâkim olduğunu ve/veya tanık olduğumuz hikâyenin aslında ezelî ve ebedî olduğunu hatırlatan heykel görüntüleri, bireyin iktidar karşısındaki acizliğini vurgulayan yüksek tavanlı ve geniş merdivenli binalar veya yozlaşmanın sembolü olarak kullanılan parti sahnesi filmin görsel dilinin başarısının örneklerinden bazıları sadece.

Sıradan bir vatandaşın dedektifin sorularını cevaplarken öldürülen yargıçlardan biri için, eli ile şehirin yüksek binalarını işaret ederek “Şuradaki şehir gibi pis ve çamur içinde” demesi, hikâyenin önemli karakterlerinden birinin adaletin haksız yere mahkum ettiği bir adam olması, öldürülen tüm yargı mensuplarının kötü sözlerle anılması, protestoların ve polisle çatışmaların devamlı görüntüye gelmesi ve Max Von Sydow’ın yan bir rolde çarpıcı bir şekilde canlandırdığı yargıtay başkanının adalet kavramı ile ilgili söylevi yozlaşmış bir ülkenin resmini çiziyor bize ve final sahnesinde dışarıdan gelen gösteri ve protesto gürültüleri bu yozlaşmaya karşı ses çıkaran birilerinin her zaman olacağını hatırlatıyor. Bir başka şekilde söylersek, umut vaat etmiyor ama mücadelenin de hiç bitmeyeceğini ima ediyor.

Film, ismini orijinal Fransızca adı “cadavre exquis” olan bir oyundan alıyor; bu oyunda her bir oyuncu bir figürün parçasını kendisinden öncekinin hangi parçayı çizdiğini bilmeden çiziyor. Hikâyemizin de dedektifi (ve dolayısı ile bizi) tahmin edilemez ve manipüle edilen bir dünyaya soktuğunu düşünürsek çok doğru bir isimlendirme olmuş bu gerçekten. İşte bu dünyada gerçeği bulmaya çalışan dedektifi oynayan büyük İtalyan oyuncu Lino Ventura’nın sade ama etkileyici performansı klasik sinema oyunculuğunun tadını eşsiz bir biçimde hatırlatırken, yukarıda adı geçen Von Sydow’un yanısıra Alain Cuny de karakterini akıldan hiç çıkmayacak bir beceri ile oynuyor.

Filmin sinema dilinin bugün bir parça eskimiş göründüğünü ret etmek yanlış olur ama sinemanın, özellikle de Avrupa sinemasının bir dönem sadece bireysel olan hikâyelerin değil, toplumsal olanların da peşine düştüğünü ve politik olmaktan çekinmediğini hatırlamak için de ideal bir örnek olan film, Piero Piccioni imzalı ve hikâye ile çok iyi örtüşen müziğin eşliğinde anlatılan bir sinema klasiği olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(“Illustrious Corpses” – “The Context” – “Cadavres Exquis” – “Muhteşem Cesetler”)

Jajda – Svetla Tsotsorkova (2015)

“Saçımdaki, karınızın tokası; onu babamın yatağında buldum”

İzole bir tepede yaşayan ve geçimlerini otellerin çamaşırlarını yıkayarak sağlayan anne, baba ve genç oğullarından oluşan bir ailenin, yöredeki susuzluk nedeni ile sondajla su arayan bir adam ve kızının gelişleri ile değişen hayatlarının hikâyesi.

Senaryosunu Svetoslav Ovtcharov, Svetla Tsotsorkova ve Ventsislav Vasilev’in birlikte yazdıkları, yönetmenliğini Tsotsorkova’nın üstlendiği, Bulgaristan yapımı bir film. Yönetmeninin ilk ve şimdilik son uzun metrajlı çalışması olan film, beş ana karakterinin her birine özenli ve derin yaklaşımı, görsel bir zarafet, sükunet ve doğallık içeren sineması ve oyuncularının sade ve gerçekçi performansları ile başarılı bir ilk çalışma. En önemli başarısı, izole ve sakin bir hayat süren ailenin gelen iki kişi ile değişen ve etkilenen hayatlarını zorlama dramatizasyonlara başvurmadan ve sade ama etkileyici bir dille anlatması olan film, zaman zaman minimal görünen tercihleri ve her sinema seyircisinin aradığı “büyük”lüğü taşımaması ile belki herkese göre değil ama görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle. Susuzluğun hem toprakları hem insanları “kurutabileceğini” anlatan film “olaysız”lığı ile seyirciden belli bir çaba beklese de tadına varabilecekler için keyifli bir sinema eseri.

Tüm gününü otellerden getirilen çamaşırları yıkayarak ve ütüleyerek geçiren, arada evin işlerini de halleden bir kadın, her şeyi tamir edebilen ve tüm zamanını da bununla oyalanarak geçiren kocası ve on altı yaşındaki genç oğulları. Zamanda durmuş gibi görünen ve zaten izole bir köyün de dışında bir tepede, eski bir evde yaşayan bir aile var karşımızda. Rutin giden hayatları, su sıkıntısına çare olarak çağrılan ve çatal bir ağaç çubukla yerini tespit ettikleri suyu kuyu açarak çıkaran bir baba ve kızının gelişi ile değişiyor. Hikâye basit, yönetmenin çalışması da öyle. Bu basitliği (ama kesinlikle çekici bir basitlik bu) görsel yönden etkileyici bir sadelik ile anlatıyor film bize ve bunu yaparken beş ana karakterinin her birine hak ettikleri zamanı veriyor ve her birini güçlü ve zayıf yönleri ile tanımamızı sağlıyor. Burada oyuncuların çok ciddi bir katkısı var elbette. Beş oyuncu da (Anne rolünde Svetla Yancheva, eşini oynayan Ivaylo Hristov, oğullarını canlandıran Alexander Benev, kuyucu adamı oynayan Vassil Mihajlov ve genç kızı rolündeki Monika Naydenova) sade ve doğal oyunları ile müthiş gerçekçi portreler çiziyorlar rollerinde ve filmin seyir düzeyini yükseltiyorlar. Senaryonun onlara sağladığı doğal diyaloglar ve sessizlik anlarını çok akıllıca kullanıyor tüm oyuncular ve karakterlerini elle tutulur hâle getirdikleri gibi ne hissetiklerini ve ne düşündüklerini de umursamasını sağlıyorlar seyircinin.

Fazla bir şey olmuyor filmde, belki bir tek final bir “olay” sunuyor seyirciye. Karakterler arasında gerilimler, cinsel çekimler hikâye boyunca sergileniyor ve hatta bir fırtına sahnesi bile var filmin; ne var ki bu olaylar seyircinin alıştığı türden sinemasal olaylar değil. Hikâyelerine tanık olduğumuz karakterlerin gerçekten de yaşadıklarını düşüneceğiniz kadar doğal, “sıradan” olaylar bunlar. İlk öpüşme, aldatma, cinsel gerilim, terk edilen binanın camlarına atılan taşlar ve evin önünde rüzgârda kurumaya bırakılan uçuşan çarşafların görüntüsü… Vesselin Hristov’un aydınlık ve zarif görüntüleri eşliğinde bunları gözlerimizin önüne getiren film bundan daha fazlasını vaat etmiyor seyirciye ve Hristo Namliev’in dokunaklı küçük melodileri eşliğinde bu vaadini tadını çıkarmaya hazır olanlar için fazlası ile yerine getiriyor.

Mekan ciddi bir avantaj sağlıyor filme ve yönetmen Svetla Tsotsorkova has bir sinemacıdan beklenecek bir beceri ile terk edilmiş büyük bir binayı ve yine terk edilmiş bir kiliseyi, evin etrafındaki geniş çayırı ve iç mekanları başarı ile hikâyesinin parçası yapıyor. Rüzgârda uçuşan beyaz çarşafların görüntüsü postansiyel olarak bir görsel çekiciliğe sahip bir “klişe” zaten ama film işte bu fazla tanıdık görüntüyü karakterlerin izole yaşamının, adeta hafif bir gerçeküstücü atmosferin ve özgürlüklerini arayanların ellerinin kollarının bağlanmışlığının sembolü olarak kullanıyor belki de ve bu tanıdıklıktan orijinal bir görüntü çıkarmayı başarıyor. Aile olmak, babalık gibi temalar üzerinden de okunmaya açık olan hikâyenin ilginç bir yanı da yönetmenin beş karakterin birbirlerine ve diğer başka şeylere bakışları aracılığı ile de ilginç anlar üretebilmiş olması. Bu bakışlar bazen adı koyulmayan bir özlemi, bir arayışı veya bir gerilimi ifade ediyor ve filmin kimi sessiz anları daha da anlamlı oluyor onlar aracılığı ile. Pek çok eleştirmenin işaret ettiği ve yönetmenin de onayladığı bir Çehov havası var filmin ki daha açılışta bir ağaçta oturan babanın göründüğü andan başlayarak sık sık hissediyorsunuz bu havayı. Karakterlerin bir isminin olmadığı ve bu anlamda sembolik bir masal havasını pekiştiren film hem doğanın hem insanların susamışlığını çekici bir şekilde anlatıyor bize. Bulgaristan’ın bir köyünde geçen bir Çehov hikâyesi, yalın bir şiir bu ve sinemada başkalarının görkemli hayatlarını değil “kendini” seyretmek isteyenler için ideal.

(“Thirst” – “Susuzluk”)

Inhebek Hedi – Mohamed Ben Attia (2016)

“Evet biliyorum, evleniyoruz. Düğünden, benden, ailenden ayrı olarak yapmak istediğin hiçbir şey yok mu? Sadece kendin için yapmak istediğin bir şey?”

Ailesinin ve toplumun yaşamı için çizdiği çizgiden mutsuz olan genç bir Tunuslu adamın hikâyesi.

Tunuslu Mohamed Ben Attia’nın kendi senaryosundan çektiği ve Tunus, Belçika ve Fransa ortak yapımı bir film. Attia’nın ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma, Berlin’de Altın Ayı için yarışmış ve festivalden en iyi ilk filme verilen ödülü ve başroldeki Majd Mastoura’ya verilen erkek oyuncu ödülünü alarak dönmüştü. Arap Baharı’nın zaman zaman diyaloglarda kendini hissettirdiği film, kendisine sunulan yaşam biçimi ile barışık olmayan, onun adına kararların başkaları tarafından alındığı bir dünyada kendisini yalnız ve mutsuz hisseden bir genç adamın çıkışsızlığını ve yakaladığı fırsatı anlatıyor bize. Filmin doğal ve gerçekçi havasına uygun performansı ile Majd Mastoura’nın göz doldurduğu yapım, alçak gönüllü ve sade havası ile dikkat çekerken, her anında yeterince güçlü ve etkileyici olmamak gibi bir probleme de sahip aynı zamanda. Bize benzer bir toplumdan samimi bir resmi karşımıza getiren film, kahramanını anladığınızda ve/veya ona kendinizi yakın hissettiğinizde artan bir ilgi ile izleyeceğiniz bir çalışma.

Peugeot firmasının satış temsilcisi olarak çalışan bir genç adam var karşımızda. Babası kısa bir süre önce vefat etmiş, annesinin başarısı ile hep övündüğü ve mühendis olan abisi bir Fransızla evlendiği Fransa’da yaşıyor, kendisi nişanlı ve evlilik tarihi çok yakın, iyi resim yapıyor ve çok mutsuz… Majd Mastoura’nın hikâyenin büyük bir kısmında tanık olduğumuz ve nerede ise ifadesiz diye tanımlanabilecek yüzü çok derin bir boşluğu saklıyor aslında. Yaptığı işten hoşlanmıyor, sürüklendiği evlilikle ilgili kayıtsız bir kabullenme içinde ve ne yapabileceği konusunda bir fikri yok. Derken bir kadınla tanışıyor ve… Mohamed Ben Attia’nın senaryosu bir Batılı için belki egzotik bile görünebilir ama işte bizimki gibi toplumlarda “sıradan” bir hikâye bu. Abisinin bir Fransız ile evli olmasından pek memnun görünmeyen annesinin kendisi için hazırladığı geleceğe, aşık olduğunda, bir başka şekilde söyleyecek olursak sadece kendisine ait bir duyguya ulaştığında bir çıkış yolu aramaya ve düzeni sorgulamaya başlıyor. Üç yıldır bir araba içinde sohbet etmekten öteye gitmeyen bir ilişkisinin olduğu nişanlısının vaat ettiği hayat ile bağımsız ve güçlü bir hayat süren yeni kadının vaat ettiği arasındaki uçurum büyük ve genç adam için kolay görünse de zor bir karar söz konusu. Filmin temel başarısı, tüm bunları doğallığını hiç yitirmeden ve özellikle Batılı seyircinin gözüne hoş gelebilecek yerel motiflerle süslemeye kalkmadan göstermesi bize. Diyaloglar o denli “normal” geliyor ki kulağa adeta Tunuslu bir genç adamın yaşamını anlatan bir belgesel izlediğiniz hissine kapılabiliyorsunuz.

Attia’nın hikâyesi günümüz Tunus’unun kimi gerçeklerine de (ekonomik kriz, Arap Baharı vs.) yer vermiş satır aralarında. Örneğin olağanüstü hâlin ilan edildiği ve büyük protestoların olduğu 14 Ocak’taki gösterilere katılmış kahramanımız ve bununla ilgili izlenimini şu ifadelerle aktarıyor bir sahnede: “Beni en çok ne etkliemişti, biliyor musun? Sokağa çıkmadığımız 3 günü hatırlıyor musun? İşe döndüğümüzde sanki artık yaşantımızda tuhaf bir şey vardı, yeni bir şey. Konuşmalarımız, bakışlarımız değişmişti. Sanki birbirimizi yeniden sevmeye başlamıştık, yeni bir parantez açılmıştı”. Gezi’yi hatırlatıyor, değil mi? İki ayrı sahnede ekonomik krizden bahsedilirken, genç adamın kaldığı otelin boş olması da (yaşanan terör olayından dolayı) hikâyenin bir parçası oluyor. Ülkenin dönüşümünü başlatan Arap Baharı’nın bir parçası olması genç adamın kendi dönüşümü için de bir sembol olarak düşünülmüş ama gerek bu gönderme, gerekse ülkenin ekonomik durumu hikâye ile yeterince iyi örtüştürülememiş (özellikle de ülkenin geçirdiği siyasi dönüşümü bilmeyenler için); en azından sinema sanatının öğeleri açısından böyle bu durum.

Filme damgasını vuran Majd Mastoura’nın performansının doruk noktasına çıktığı iki ayrı sahne var filmde: Oyuncu ilkinde annesi ile, ikincisinde ise sevdiği kadınla yüzleşmek durumunda kalıyor ve bu sahnelerdeki duygu patlaması genç adamın filmin büyük bir kısmında yüzünde taşıdığı bıkkın ifade ile o denli etkileyici bir zıtlık yaratıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Bir başka sahnede (kadınlı erkekli bir grubun yerel müzikler eşliğinde çılgınca dans ettiği bir sahne bu) yönetmen Attia kamerasını filmin geneline aykırı düşecek bir biçimde kullanıyor ve genç adamın tattığı özgürlüğü bize birebir geçiyor neredeyse. Görüntü yönetmeni Frédéric Noirhomme’un zarif kamerası ve yumuşak ışıklandırması ve Omar Aloulou’nun hikâyenin sadeliğine yakışan müziği ile desteklenen filmde yönetmenin yakın planları ve geniş açılış çekimleri birlilkte ve etkileyici bir şekilde kullandığını da belirtelim. İlki kahramanının sıkışmışlığını, ikincisi ise özellikle geniş boş mekanları göstererek tüm bir nesilin içine düştüğü boşluğu anlatıyor bize. Sonuç olarak, hep bir yeterince güçlü olmama hissi uyandırsa da ilgiyi hak eden bir film bu, her şeyden de öte dürüst yaklaşımı ile.

(“Hedi: Un Vent de Liberté” – “Hedi” – “Seni Seviyorum Hedi”)