Hin und Weg – Christian Zübert (2014)

“Peki ne zaman yapmalıyım? Tekerlekli iskemleye mahkum olunca mı, nefes alabilmem için ağzıma boru soktuklarında mı, pisliğimin içinde yatarken mi?”

Yıllardır tekrarladıkları ve bisikletleri ile çıktıkları tatillerini, aralarından birinin hastalığı nedeni ile son kez gerçekleştiren bir arkadaş grubunun hikâyesi.

Christian Zübert’in yönettiği ve senaryosunu Ariane Schröder ile birlikte yazdığı Almanya yapımı bir film. Kahramanlarından birinin trajedisini komedi unsurları ile besleyen film komedisinde ve özellikle de dramında sinemanın epey bir klişesinden yararlanan, geniş kitlelelerin hoşuna gidecek öğelerle süslenmiş, zarif anlatımı ve iyi oyunculukları ile ilgi toplayabilecek bir çalışma. Çok sevilen birini kaybetme konusunu işleyen her film asgari bir düzeyi tutturduğunda bile belli bir ilgiyi garantiler kuşkusuz ve bu hikâye de bu avantajdan başarı ile yararlanıyor açıkçası; ağlatıyor ama pek fazla sömürmüyor sahip olduğu duygusal anlarını, güldürüyor ama çoğunlukla kabalaşmadan ve hikâyesine ve karakterlerine yakışan bir şekilde yapıyor bunu. Evet, yeni şeyler söylemiyor ve göstermiyor ama kendisini izletmeyi başarıyor.

Her yıl Almanya’dan yola çıkarak farklı bir ülkeye yaptıkları bisikletli yolculuğu içlerinden birinin isteği üzerine bu kez Belçika’ya yapan bir grup arkadaşı anlatıyor film. Bu isteğin sahibi olan arkadaşlarının hasta olduğunu, bunun birlikte yapabilecekleri son yolculuk olduğunu ve Belçika’ya trajik bir son için gittiklerini yolculuğun hemen başında öğreniyor grubun tümü. Esprili, birbirleri ile çok iyi anlaşan bir grup bu ve tüm yolculuklarında birbirlerine yerine getirilmesi zorunlu “görev”ler vererek tatillerini daha da eğlenceli kılıyorlar. Ölüm ve ötanazi gibi zor bir konuyu odağına alan bir hikâyenin çağrıştırdıklarını tümü ile barındıran film bu sertliğini mizahı ile ve yaşamı -ölüm gerçeğini ret etmeden- kutsaması ile dengeliyor. Sonuçta ortaya çıkan, dram ve komedi kombinasyonu ortalama bir sinema seyircisini tatmin edecek cinsten bir eser, sinema sanatı açısından çok şey vaat etmese de. “Arkadaşları ile son bir kez vakit geçirmek ve bu aptal hastalığı düşünmemek” isteyen adamın tanık olduğumuz son günleri bize sevginin, dostluğun ve dayanışmanın güzelliğini ve gerekliliğini hatırlatırken, elimizdekinin sahip olduğumuz tek hayat olduğunu da hiç unutmamamızı söylüyor. Bunları dile getirirken de Almanya’dan Belçika’ya uzanan yolculukta nefis manzaralar ile baş başa bırakıyor bizi.

Kamp yaptıkları yerde yağan yağmurun neden olduğu çamurda çocuklar gibi oynayan arkadaşların birbirlerine yolculuğun başında verdikleri görevler (paraşütle atlamak, bir geceyi kadın kıyafeti içinde geçirmek, grup seks yapmak, yaz yağmuru altında dans etmek vs.) ile eğlenceli bir havası da olan filmin hikâyesi -fazlası ile tahmin edilebilir bir şekilde- yaşamı sürdürecek olanların kendi iç sorgulamalarına ve değişimlerine de (günübirlik ilişkilerle hayatını sürdüren bir adamın ciddi bir ilişkiye doğru adım atması, ilişkileri pek de iyi gitmeyen bir çiftin bunu düzeltmek için çaba göstermesi vs.) tanık ediyor bizi. Elbette gözünüzden en az birkaç damla yaş getirecek kimi anları da ihmal etmeden yapıyor bunu. Örneğin kendisinde aynı hastalığın olup olmadığını anlamak için test yaptıran ve sonucun olumlu olmasından mahcubiyet duyan kardeşin gözyaşlarına, yüreği fazla katı olmayan herkes eşlik edecektir muhtemelen. Finaldeki veda sahnesi her ne kadar içeriği gereği kaçınılmaz biçimde duygusal olarak etkilese de sinema becerisi açısından doyurucu ve orijinal değil veya bir yıl sonrayı gösteren anlar da benzer şekilde fazla tanıdık. Yine de örneğin son görüntü olarak karşımıza gelen ve arkadaşlarının kumsala yazdığı “Hannes was here – Hannes buradaydı” cümlesinin bir örneği olduğu şekilde etkiliyor seyircisini hikâye.

Şarkıları, başta Florian David Fitz, Jürgen Vogel ve Julia Koschitz olmak üzere tümü keyifli ve doğal performanslar sunan oyuncuları, zarafetini hep koruması ve komedi ile dram arasında tutturmayı başardığı dengesi ile seyredilebilir bir film bu. Hafif, popüler ve ölüm/ötanazi temalarına rağmen eğlenceli olmayan başaran ama daha fazlası da olmayan bir çalışma bu, özetle. Duygusallığı genel olarak abartmamasını da filmin artıları arasına ekleyelim son olarak.

(“Tour de Force” – “Darmadağın”)

Derviş Bey – Şerif Gören (1978)

“Biz başımızda bey isteriz, buna alışmışız. Bey olmadı mı, biz şaşırırız, dağılırız, gittiğimiz yeri bilmeyiz. Bey, kavgalarımızda hükümdür; hastalıkta, felakette elleri sırtımızdadır, eksik olmasın”

İki aşiret arasındaki kırk yıllık toprak kavgasını geleneklerin zorladığının dışında bir yolla çözmeye çalışan bir Bey’in hikâyesi.

Safa Önal’ın senaryosundan Şerif Gören’in çektiği bir film. Feodal yapı ve bunun neden olduklarını samimi bir dil ile anlatmaya çalışan, kimi zaman mesajını fazla doğrudan vermek telaşına düşse de en azından bir derdi olması ile dikkat çeken, bir yandan Yeşilçam’ın bazı klişelerini bünyesinde barındırırken öte yandan bu klişelerden sıyrılma çabası içinde olduğu içinde görülen, epey bir kusuruna rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Arzuladığı epik havanın uzağında kalsa da, Safa Önal’ın kaleminden çıktığı açık kimi diyalogları, Cahit Berkay’ın müziği ve Hüseyin Özşahin’in -zaman zaman büründüğü anlamsız kartpostal görüntülerine rağmen- görüntüleri ile de ilgiyi çekebilir bu film.

Tıpkı Kadir İnanır ve Melike Zobu ikilisinden yeni bir İnanır – Türkân Şoray ikilisi çıkmayacağı gibi filmin kendisi de İnanır ve Şoray’ın epik filmlerine erişemiyor ama yine de barındırdığı benzer öğeler ile ilgi çekmeyi başarıyor. Feodal düzene ve onun geleneklerine şiddetli bir karşı çıkışı olan ve anlaşmazlıkların çözümünde şiddetin (ve “kendi adaletini kendin sağla” kuralının) yerine sevgiyi ve uzlaşmayı koyan hikâye temel olarak başarılı, her ne kadar kimi inandırıcılık problemlerine sahip olsa da ve Yeşilçam’ın klişelerinden nasiplense de. Özgürlüklerini değil başlarındaki beyin korumasını tercih eden, filmde ifade edildiği hâli ile söylersek “ilgilenilmemiş ve geri bırakılmış” ve üzerinde yaşadıkları ve beylerinin adına karın tokluğuna çalıştıkları topraklarda bir mal mumalesi gören köylüleri gündeme getiren hikâye gerek bu değinmeleri gerekse -kimi slogana dönüşen- söylemleri ile bir politik içerik taşıyor 70’lerin Türkiye’sinin havasına uygun olarak. Beylerinin kendisine bağışlamak istediği toprağı ret eden ve yine filmdeki bir cümleden yola çıkarak söylersek “başlarında çoban olmadan yaşamaya henüz hazır görünmeyen” köylüler veya beylerden birinin yüzüne haykırılan “düzenlerinin sonunun geldiği” cümlesi Safa Önal’ın kaleminden çıkmış olsa da kuşkusuz Şerif Gören’in bu ve benzeri öğelerde bir payı olsa gerek. Sonuçta Önal’ın gelenek karşıtı senaryoları var ama bu denli doğrudan politik göndermeler onun tarzı değil pek.

Hikâyenin önemli yanlarından biri kahramanına işin o kadar da kolay olmadığını, yüzyıllara dayalı bir düzenin bir sözle, bir kararla değişmesinin pek de mümkün olmadığını göstermesi. İnanır’ın canlandırdığı Derviş Bey’in şiddetle ret ettiği beylik koltuğuna oturmak zorunda kalmasının sembolü olarak gösterilebileceği bu durum, genel olarak toplumsal bir dönüşümün (“devrim”in) peşine düşenlerin karşılaştığı ikilemi de işaret ediyor bize. Adına savaşılan halkın “henüz bilinçli olmadığı için” bu savaşı istemiyor oluşu gerçek hayatta filmdeki gibi bir çözüme pek ulaştırılamıyor elbette ama açıkçası filmi burada kolaya kaçmadığı için kutlamak gerek. Bunun gibi dertleri olan bir filmin, kendisine samimiyetle bağlı onca köylüsü olan bir beyin cenazesinde neden bunlardan hiçbirinin olmadığını, kahramanımızın babasını öldürdüğünü/öldürttüğünü kendisi dahil herkesin bildiği bir adamın kızına neden ilk görüşte gülümseyerek baktığını veya bir genç kızın o muhafazakâr ortamda nasıl iç çamaşırları ile rahatça yüzdüğünü açıklayabilecek bir konumu yok ne yazık ki. Bunların ilkinin nedeni muhtemelen çekim koşulları; ikincisi Kadir İnanır’ın Türkân Şoraylı filmlerden aşina olduğumuz kırılgan ve etkileyici gülümsemesini burada tekrarlama isteğinden kaynaklanıyor olsa gerek; sonuncusu ise edepli de olsa bir erotizme göz kırpmak hedefi ile eklenmiş filme belli ki.

Kadir İnanır’ın parlak bir performans göstermese de aksamadan oynadığı filmde en sağlam oyunu Erol Taş veriyor; bunda çok sık oynadığı bir karakteri tekrarlıyor olmanın verdiği rahatlığın da payı var kuşkusuz. Aliye Rona’nın bir kez daha ağıtlar düzen, intikam peşinde ve geleneklerin temsilcisi bir kadını oynamak durumunda kaldığı filmde, iki baş kadın oyuncu Melike Zobu ve Ahu Tuğba ise bolca aksıyorlar. Henüz on beş yaşındayken oynadığı bu ilk sinema filminde Melike Zobu (hadi yaşının küçüklüğünü ve hikâyeye uygunsuzluğunu “yörenin gerçekleri” nedeni ile görmezden gelelim) vücut dilinde epey acemi bir görüntü veriyor. Özellikle filmdeki ilk sahnesinde hayli dikkat çeken bu problemi Ahu Tuğba da aynen tekrarlıyor. Başkaları tarafından seslendirilmiş olsa da her iki oyuncunun peltek konuştuğunu hissediyorsunuz ve sıkı bir oyunculuğun olmazsa olmazı doğallığı bulamıyorsunuz performanslarında.

Hüseyin Özşahin’in genel olarak başarılı olan görüntülerinin adeta arasına sıkıştırılmış gibi görünen “kartpostal” kareleri veya sahnenin içeriğine uymayan (beylerini çekiştiren iki adam sahnesinde olduğu gibi) tercih edilen “epik” kareler herhalde Gören’in de payının olduğu bir problem olarak dikkat çekiyor. Kadir İnanır’ın kimi şık kıyafetleri (özellikle de yakasında tülden kırmızı bir gülün olduğu ceketi) veya Melike Zobu’nun folklor oyuncusunu hatırlatan bazı giysileri, filmin kostümlerinde de bir problem olduğunu gösteriyor. Bunlara filmin yaratıcılarının Ahu Tuğba ile ne yapacaklarını tam bilememiş olmasını da eklemek gerekiyor. Oyuncuyu bir yandan hayli farklı bir karakterde kullanmışlar ki Ahu Tuğba’yı çağrıştıran klişelerin bir kısmından uzak kalarak takdiri hak etmişler; ne var ki öte yandan onu, büründürdükleri karaktere hiç yakışmayan kimi diyaloglara da mahkum etmişler. Örneğin onca aklı başında sözünden sonra onu “neden aircondition yok” sorusunu soracak kadar “aptal ve seksi kadın” rolüne sokmak veya en aptalının bile yapmayacağı bir şekilde uygunsuz bir yerde bikini ile güneşlenmesini sağlamak (ellerinde Ahu Tuğba olunca, onu soymak dürtüsünden kurtulamamışlar anlaşılan) nasıl izah edilmeli bilimiyorum ama filmin tüm iyi niyetine zarar vermiş bu seçimler.

Konuşmasız anları, yakın plan yüz çekimleri ve karakterlerinin duygu dolu bakışları istenen epik havayı her zaman yaratamamış olsa da, filmi bu çabası için takdir etmekte bir sakınca yok. Beylerden birinin onurunun kırılması ve başını önüne eğmesine yol açan mahcubiyeti gibi Türkiye sinemasında pek alışık olmadığımız ilginç öğeleri de olan film, sinemamızın dikkate değer, ciddi kimi kusurlarına rağem en azından bir kez görülmeyi hak eden çalışmalarından biri, özet olarak.

La Battaglia di Algeri – Gillo Pontecorvo (1966)

“Şiddet hareketleri savaş kazandırmaz. Savaşı da kazandırmaz, devrimi de. Terör sadece başlangıçta işe yarar. Sonra halkın kendisi harekete geçmeli. Bu grevin arkasındaki mantık da bu: Bütün Cezayir halkını harekete geçirmek ve gücümüzü sınamak”

Cezayir halkının Fransa’dan bağımsızlığını kazanmaya çalıştığı günlerde yaşananların hikâyesi.

1966 Venedik Film Festivali’nde hem Altın Aslan’ı hem de sinema yazarlarının ödülünü kazanan bir İtalya – Cezayir ortak yapımı. Senaryosunu Franco Solinas ve Gillo Pontecorvo’nun ortak metninden yola çıkarak Solinas’ın yazdığı, yönetmenliğini ise Pontecorvo’nun üstlendiği film sadece sağlam bir klasik değil, aynı zamanda tartışmasız bir başyapıt. Adeta bir belgesel havası içinde çekilen pek çok sahnesinin yarattığı gerçekçilikten etkilenmemenin mümkün olmadığı film, Pontecorvo adına tartışmasız büyük bir başarı örneği kesinlikle. Büyük bir kısmı amatör olan oyuncular ile yakaladığı atmosfer o denli çarpıcı ki sinemanın gerçek sanatçıların elinde nasıl büyük bir sanat türüne dönüşebildiğine hayretle bakakalıyorsunuz. Fransa’da beş yıl boyunca yasaklı olan, A.B.D.’de ve İngiltere’de bazı sahneleri kesilerek gösterime girebilen film o derece gerçekçiydi ki A.B.D.’de “görüntülerin gerçek olmadığı” uyarısı ile gösterilmişti.

Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin liderlerinden biri olan ve filmde de kendisini canlandıran Yacef Saadi’nin anılarından yola çıkan film, 1957’de ve işkence ile konuşturulduğu anlaşılan bir Cezayirli’nin görüntüsü ile açılıyor ve ondan alınan bilgi ile yerleri tespit edilen ve bir duvarın içine oyulan bir yerde saklanan dört direnişçinin yakın planda yüzlerini görüyoruz daha sonra. Teslim olmaları isteniyor bu direnişçilerin ve film sonra geriye dönüşle o ana kadar olanları anlatıyor bize. 1954’e dönen film üç yıl boyunca başta direnişçilerin bölgesi olan Casbah olmak üzere Cezayir sokaklarında yaşanan terörü, çatışmaları, işkenceleri ve halkın direnişini sergiliyor seyirciye. Hikâyesinde kendisini bir taraf tutmaya zorlamıyor film ve ülkesini işgalcilerden kurtarmak için mücadele eden Cezayirli direnişçilerin sivil katliamlarını da göstermekten çekinmiyor; elbette Pontecorvo direnişçilerin yanında ve bunu hissediyorsunuz zaten ama yönetmenin başarısı bir propaganda peşine düşmeden, sanata ve sanatçılığa ihanet etmeden derdini anlatabilmesi ve bunu yaparken de sorumlu bir sinemacının nasıl müthiş bir sanat eseri üretebileceğini göstermesi. Ennio Morricone ve Pontecorvo’nun ortak imzasını taşıyan müziklerinin yanında, siyah-beyaz görüntülerin sahibi Marcello Gatti’nin kamera çalışmasını ve Mario Morra ve Mario Serandrei’nin kurgusunu da kusursuzluğu nedeni ile takdir etmek gerekiyor. Elbette, dört dörtlük yönetmenlik çalışması ve diğer tüm teknik öğeleri mükemmel bir orkestra şefliği ile bir araya getirmiş olan Pontecorvo ortaya çıkan başarının asıl mimarı olarak kabul edilmeli.

Kadronun büyük çoğunluğu amatör oyunculardan oluşuyor ve bu nedenle oyunculara dublaj yapılmış (filmin kayda değer üç probleminden biri dublajdaki bazı senkronizasyon problemleri). Pontecorvo bu amatör oyuncuları kamera açıları, uygun ışıklandırma ve kuşkusuz doğru yönlendirmeleri ile o denli başarılı kılmış ki profesyonel olmayan oyuncu kullanan pek çok filmin düştüğü tuzaktan kurtarmış filmi ve hemen hiçbir anında bir aksaklık hissetmiyorsunuz bu konuda. Üstelik sık sık yakın plan çalışmış yönetmen ve oyuncuların vücut dillerini de iyi kullanmalarını gerektiren sahneler oluşturmuş. Bağımsızlık hareketinin liderlerinden biri olan Ali La Pointe karakterinin (ki o da gerçek bir karakter) adi bir suçluyken atıldığı cezaevinde nasıl hareketin parçası olduğunu göstermemesi (sadece tanık olunan bir idam bunu açıklamaya yetmiyor; çünkü adamın herhangi bir siyasî bilinci olmadığı gibi okuma yazması da yok bu konuları araştırması için yararlanabileceği) hikâyenin iki kusurundan biri; diğeri ise Cezayir’de olanların Fransa’yı nasıl etkilediğine hiç değinmemesi. Oysa burada olan bitenler Fransız toplumunu da bir şekilde sarsmış, işçi sınıfının De Gaulle hükümetine karşı başlattığı grevlerin de nedenlerinden biri olmuştu. Bu son “kusur” kendi içinde önemli olmakla birlikte, bir sınıf yaklaşımının veya doğrudan politik bir değinmenin hikâyeye koyulmaması yine de anlaşılabillir bir tercih gibi görünüyor açıkçası filmin odak noktası düşünüldüğünde.

Bir anlatıcı gibi kullanılan ve gerek Cezayir’deki Fransız yönetiminin gerekse Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bildirilerini okuyan sesin sonradan kime ait olduğunu anladığınızda bu akıllıca yöntemden dolayı bir kez daha alkışlıyorsunuz filmin yaratıcılarını tıpkı tarafsızlık tercihlerinde olduğu gibi. Fransız askerlerinin işkencelerine ve müdahalerine gerekçe yaratacak oyunlarına değindiği kadar hayli etkileyici bir sahnede Cezayirli direnişçilerin caddedeki sivilleri silahla taramasından yine sivillerin gittiği kafeleri bombalamasına pek çok “terör” eylemini göstermekten de geri kalmıyor film. Direniş örgütünün direnişe zarar verdiği gerekçesi ile yozlaşma belirtisi olan eylemleri (fahişelik, alkol vs.) yasaklaması veya kendilerine itaat etmeyenleri “ders olması” için ortadan kaldırmaktan çekinmemesi, Fransız askerlerin çarşaflı kadınları arayamamasından yararlanarak onları silah taşıtmak için kullanmasını da hikâyenin bir direniş destanı yazarken propagandadan nasıl özenle uzak durabildiğinin örnekleri olarak göstermek mümkün. Üstelik filmin üstte sözü edilen sokaktaki katliam dışında, iki kafeye ve bir havayolları bürosuna saatli bombanın bırakıldığı sahneleri var ki kusursuz mizansenleri ve kurguları ile filmin zirve noktalarından birkaçını oluşturuyorlar.

Fransız gazetecilerin, kullandığı yöntemler nedeni ile komutanları soruları ile eleştirip sıkıştırabildiği veya komutanın “neden Sartre gibiler hep diğer tarafı tutar” diyerek sitem etmesine neden olacak bir şekilde aydınların seslerini çıkarabildiği bir dünyada geçiyor film ve bu anlamda günümüz Türkiye’sinde yaşananlar daha bir iç acıtıcı oluyor elbette. Gerçek mekanlarda çekilmiş olmasının avantajını başarı ile değerlendiren filimin hikâyesinin bize çağrıştırdığı başka konular da var: Direniş yöntemleri, sivil – militan karmaşası, halkın taleplerine en iyi karşılığın silahlı güç olduğunu düşünen yöneticiler vs. hikâye boyunca hep bir şeyleri hatırlatıyor bize. Eski usul, gerilimli bir polisiyenin havasını da taşıyan müziği ile de göz dolduran filmin pek çok unutulmaz ânı var yukarıda sözü edilenlerin de dışında. Örneğin komutanın “Ne istiyorsunuz?” sorusundan sonra sisin içinden gelen “Özgürlük” cevabı ve yavaş yavaş kalabalığı oluşturanların yüzlerinin belirmesi estetik açıdan doruk noktalarından biri filmin.

Olağanüstü bir sinemacının elinden çıkan olağanüstü bir film bu ve kesinlikle görülmeli! Yanlarındaki bombaları kendilerine söylenen yere bırakan kadınların hazırlıkları, bombayı söylenen yere götürmeleri ve oradan ayrılmalarına tanık olduğumuz anlar tek başlarına bu filmi kusursuz kılmaya yetiyor ve bir sinema dersi veriyor meraklısına. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden Eisenstein sinemasına pek çok referansı olan filmde Fransız albay Mathieu’yu oynayan Jean Martin’in Cezayir halkının tarafını tuttuğu ve 120 diğer aydınla birlikte imzaladığı bildiri nedeni ile 1950’li yılarda çalıştığı tiyatro grubundan kovulduğunu ve radyoda kara listeye alındığı için uzun süre işsiz kaldığını da belirtelim son bir not olarak.

(“The Battle of Algiers” – “Cezayir Savaşı”)

Nadie Quiere la Noche – Isabel Coixet (2015)

“Bu, kocamın son keşif gezisi ve yıllardır hayalini kurduğu şeyi başarmak için son fırsatı. Onun yanında olmak zorundayım… çünkü hiç geri gelemeyebilir”

Kuzey Kutbu kâşiflerinden Robert Peary’in keşif gezisinden dönüşünü bekleyen iki kadının hikâyesi.

Miguel Barros’un orijinal senaryosundan Isabel Coixet’in çektiği bir İspanya, Fransa ve Bulgaristan ortak yapımı. Filmde hiç görünmeyen Peary’e değil, onun dönüşünü beklemek üzere kutba epey yakın bir yere tehlikeli bir yolculuk yapan eşi ile onun orada karşılaştığı ve yine bekleyiş içindeki bir başka kadının hikâyesini anlatıyor bize film. Birbirinden çok farklı karaktere sahip kadınların ilişkileri filmin temel noktası ve bu ilişki tahmin edilebilir şekilde ilerlediğinden yeterince güçlü bir çekicilik yaratamıyor film için. Buna karşılık, Jean-Claude Larrieu’nun başarılı görüntü çalışması ve Lucas Vidal’ın etkileyici müziğinden hayli yararlanan film, -iki baş oyuncusunun ve yönetmeninin kadın olmasının da etkisi ile- bir kadın hikâyesi olarak da ilgi çekebilir. Bir erkeğin ve onun keşif çabasının etrafında dönse de hikâye, asıl kahramanlar olarak film onu değil, iki kadını seçiyor ve böylelikle filme farklı bir boyut kazandırıyor.

Çekimleri Bulgaristan, Norveç ve İspanya’da gerçekleştirilen film, Robert Peary’in Kuzey Kutbu’na ulaştığı (kimilerine göre ise ulaşamayıp, yaklaşık 100 km. kadar yakınına gelebildiği) keşif gezisi sırasında eşinin onu beklemek için çıktığı hayli zorlu bir yolculuktan sonra ulaştığı kutuba yakın bir noktada bekleyişini anlatıyor bize. Ona eşlik eden diğer kadın ise bir yerli (Inuit) ve hikâye olağanüstü güç koşullarda yaşanan ve her iki kadının da buna rağmen vazgeçmediği bekleyişi anlatıyor bize temel olarak. Berlin Festivali’nde ilk gösterimi yapıldıktan sonra gösterime yaklaşık 20 dakikası kesilerek sokulan ve bu nedenle Juliette Binoche’un canlandırdığı eş karakterinin zaman zaman anlatıcı olarak sesini duyduğumuz filmi, hikâyesi ile orta karar, görselliği ile ise başarılı olarak nitelemek mümkün. Hikâyenin nerede ise büyük bir kısmı adeta siyah-beyaz çekilmiş gibi duruyor. Hiç eksilmeyen sonsuz bir kar görüntüsü altında Jean-Claude Larrieu’nun kamerası nerede ise diğer renkleri yok ederek sadece beyazı ve diğer tüm renkleri kendisinde toplamış görünen siyahı getiriyor karşımıza. Korkunç bir fırtına ve onun kulübeyi yıkması, doğum ve iki kadın arasında oluşan -ve tahmin edilebilirliği nedeni ile istendiği kadar etkileyici olamayan- dayanışma sahnelerinde film görsel olarak seyirciyi etkilemeyi başarıyor.

Gerçek karakterlerden esinlediği söyleyen film temelde iki farklı derde sahip gibi görünüyor: Birincisi kibirli, hırslı ve inatçı eşin kararlılığı ve iki kadının tamamen farklı şekillerde de olsa bekleme iradeleri üzerinden bir “kadın hikâyesi” anlatmak, diğeri ise karakterlerden birinin “dönüşüm”ü üzerinden de kendisini gösteren bir doğa insan çatışmasını aktarmak seyirciye. Hikâyenin başındaki bir sahnede daha önceki keşif gezilerine katılmış bir doktorun ölenleri sayarken yerli Inuit halkından olanları aklına bile getirmemesi, kadının önceki gezilerden birinde kutba yakın bir bölgede doğurduğu kızının orada doğan ilk “uygar” çocuk olduğunu altını çizerek vurgulaması ve yine onun bir kutup ayısını keyifle avlamasına karşılık yerli Inuit halkından kadının doğa ile barışık yaşamı üzerinden ve bir sahnede duyduğumuz “Tanrınızı bilmiyorum ama burada kuralları tabiat ana koyar, ona itaat etmeliyiz” cümlesi ile dile getirilen yaklaşımı ile film bir “uygar” toplum ile “ilkel” toplum çatışması da anlatıyor bize ve tarafını çok net belli ediyor. Bu çatışma Amerikalı kadının yerli kadına başlangıçtaki üstten bakışı ve kocasını sahiplenmek için mülkiyet kavramına başvurması ile de gösteriyor kendisini. Başlangıçtaki tek taraflı gerilimin (evet, tek taraflı çünkü yerli kadının anlamadığı bir gerilim bu) zamanla dayanışmaya dönüşmesi dokunaklı kimi anlara kaynaklık ediyor (örneğin yeni doğan bebeğe iki kadının birden “annelik” etmesi hayli etkileyici) ama senaryonun akışının tam da bekleneceği şekilde oluşu etkileyiciliğine zarar veriyor bu anların.

Bir yandan epik bir hikâye anlatmaya soyunmuş bir havası olan, diğer yandan iki kadın üzerinden bir karakter incelemesi ve buna bağlı olarak da ırkçılık ve kadın kimliği üzerine değinmeleri olan filmin bu iki farklı çabayı yeterince uyumlu bir şekilde bir araya getirebildiğini söylemek zor. Kimi diyalogların zayıflığı (özellikle Inuit kadından duyduklarımız) ve yönetmenin güçlü bir mizansen kuramamış olması gibi kusurları da var filmin. Ne var ki ve iyi ki bunların yanında Binoche da var; belki en güçlü oyunlarından birini sergilemiyor (bunda senaryonun karakterini yeterince inandırıcı kılamaması ve ona yeterince fırsat vermemesinin rolü var) sanatçı ama varlığı ve kimi anlarında seyirciye geçirmeyi başardığı güçlü hislerle filme belli bir çekicilik katmayı başarıyor tek başına. Özetle, problemlerine rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

(“Endless Night” – “Nobody Wants the Night” – “Bitmeyen Gece”)