TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2012 – 2

L’âge Atomique – Héléna Klotz : Festivallerin herhalde en güzel taraflarından biri yeni yönetmenler ve onların yeni sinema dilleri ile tanışmak olmalı. Fransız yönetmen Klotz bu ilk uzun metrajlı filminde iki gencin bir gece boyunca Paris’teki küçük maceralarını ve sohbetlerini anlatıyor. Etkileyici bir görüntü yönetimi tümü gece karanlığında geçen filme ayrı bir keyif katarken, film gençlik, arkadaşlık, aşk ve arzular üzerine oldukça genç ve taze bir sinema dili ile aktarıyor söylediklerini. Her ikisi de ilk sinema filminde oynayan Eliott Paquet ve Dominik Wojcik doğallıkları ile dikkat çekerken, yönetmen zaman zaman ortam seslerini kapatarak veya görüntüdeki karakterleri bulundukları ortamdan soyutlayan bir kamera ve filtre kullanımı ile kayıtsız kalınamayacak bir estetiğe erişiyor. Yönetmenin kardeşi olan Ulysse Klotz’a ait olan orijinal müzikler dahil olmak üzere filmin müzik bandı da hayli etkileyici. Çağdaş sinemaya uygun bir şiirsellik içinde akan hikâyesi ile film tümü ile başarılı ama baş karakterlerden birinin diğerine aşkını itiraf ettiği sahnede bu itiraftan hemen sonraki sessiz anları için bile görmek gereken bir çalışma bu. Bu sessizlik filmin somut ile soyut arasında yumuşak bir şekilde gidip gelen kırılganlık atmosferininin de çok iyi bir göstergesi.
(“Atomic Age” – “Atom çağı”)

Low Tide – Roberto Minervini : Genç yönetmen Minervi’nin ikinci sinema filmi olan çalışma, belgesele yakın tarzı ile “hayatta kalmaya çalışan” iki karakterin, 12 yaşındaki bir çocuğun ve annesinin birkaç gününü anlatıyor. İki amatör oyuncunun (Daniel Blanchard ve Melissa McKinney) adeta kendi hayatlarının filme alınmasına izin vermişlercesine bir doğallık taşıyan performansları zaman zaman nefesleri durduracak kadar başarılı. Kendi başına büyümek zorunda kalan çocuğun hikâyesine sanki filmin yaratıcıları hiçbir müdahelede bulunmamış gibi hissediyorsunuz film boyunca. Çocuğun filmde kendi kendine eğlenerek de olsa gülümsediği tek bir sahnenin olduğu düşünüldüğünde final fazlası ile iyimser görünebilir belki ama filmin adının da altını çizdiği gibi hayat med ve cezirlerden ibaret. Modern dünyadaki yalnızlıkların, parçalanmışlıkların ve mutsuzlukların objektif bir bakış ile anlatılan bu hikâyesi sevginin nereye gittiğini cevabını vermese de sorgulatıyor ve insan doğasına güvenimizi yitirememeliyiz diyor sanki.
(“Med Cezir”)

Black Rain – Ridley Scott (1989)

“Yağmurumuzu siz kararttınız. Değerlerinizi bize empoze ettiniz. Kim olduğumuzu unuttuk”

Japon mafyası Yakuza içindeki bir savaşa karışan iki Amerikan polisinin hikâyesi.

Ridley Scott’tan tam 80’lere özgü vasat bir film. Kahraman beyaz polislerimiz Doğu’ya gidip bu iş nasıl yapılırı öğretirken elbette biraz da egzotik Doğu kültüründen etkilenip dönüyorlar ülkelerine. İnandırıcılıktan uzak bir senaryo, vasat oyunculuklar ve mekanların başarılı kullanımı dışında vasat bir yönetmenlikle ortaya ne çıkabilirse karşımızda da o var.

Michael Douglas’ın 70’lerde ABD’de hayli sevilen televizyon programı “The Streets of San Fransisco” dizisindeki koştukça dalgalanan uzun saçlarını taşımış göründüğü filmin senaryosu neresinden tutsanız elinizde kalacak bir içeriğe sahip. Açılıştaki anlamsız ve anlamsız olduğu için finalde bir yere bağlanacağını fazlası ile açık eden motosiklet yarışı bölümünden onun hayli klişe sert, esprili ve elbette kahraman polis tiplemesine, mafya liderini yanlış kişiye teslim etmelerinin absürtlüğünden bu görev için en son tercih edilecek kişi olmasına rağmen merkezin ona bu görevi yüklemesine veya Osaka’daki gizemli Amerikalı kadının her şeyi bilerek senaryonun akmasını sağlaması saçmalığına kadar filmde yok yok. Bunların üzerine senaryonun açık ve rahatsız edici Amerikan bakışını da ekleyince filmi seyretmek için pek neden kalmıyor açıkçası. Senaryoya göre disiplin anlayışlarından ve birbirlerine saygı göstermekten işlerini yapmaya fırsat bulamayan Japon polislerinin beceriksizliklerini ancak Amerikalı ve tatlı serseri bir polis örtebiliyor. Filmdeki tüm Japon karakterler ya beceriksiz ya da kötü iken, tek bir Japon kendini bu sınıflamadan kurtarabiliyor. O da elbette polisimize gizlice yardım eden, iyi İngilizce konuşan ve ölen bir Amerikalı polisin rozeti kendisine armağan edildiğinde gözleri yaşaran bir karakter. Anlaşılan o yıllarda Japonya’nın hızlı büyümesinin ve dünya devi olmasının intikamını tek başına tüm Japon polis teşkilatını azarlayabilecek cesareti olan Amerikalı bir polis araılığı ile almayı hedeflemiş senaristler bu filmde. Şunu da ekleyelim; filmdeki tüm Japon kadınlar bir parça salak hayat kadını rolünde ama Kate Capshaw’ın canlandırdığı hayat kadını onların yanında çok daha klas ve zeki duruyor. Orada bile bir fark var filmde özetle.

Senaryo Douglas ile mafya lideri Sato’yu canlandıran Yusaku Matsuda arasında birbirlerini görür görmez başlayan kişisel nefreti ne kadar inandırıcı kılabilirse hikâyenin kendisi de o kadar inandırıcı işte. Onlarca Japon polisin bir odada fark edemediği ipucunu Douglas’ın eli ile koymuş gibi bulmasını da ekleyelim son olarak ve senaryo işte bu halde diyelim. Hikâye bu halde iken gedikli sinema müzikçisi Hans Zimmer’in bugün fena halde 80’ler konan synthesizer ağırlıklı müziği ve bu müziğin çeşitli sahnelerde kullanımı da oldukça ikinci sınıf bir görüntüye sahip. Douglas ve yardımcısı rolündeki Andy Garcia en sıcak yaklaşım ile vasat olarak adlandırılabilecek bir performans verirken bir iki ana karakter hariç tüm Japon karakterlerin nerede ise karikatür boyutunda canlandırıldığını ve bunun da temel olarak yine senaryodan kaynaklandığını söyleyelim. Tüm filmden ayakta kalan tek oyuncu beyazlara en çok benzemeyi başaran Japon polis rolündeki Ken Takakura.

Japon polisin Douglas’a söylediği “senin gibi olabilirim sanmıştım” sözlerinden sonra onun gibi olabileceği ispatlayan kararından aynı polisin kendisine verilen rozeti (elbette Amerikan polis rozeti) nerede ise gururla yakasına takmasına ve kahramanımızın kötü adamı yakalayıp götürdüğü Japon emniyet binasındaki polislerin onu görünce hayranlıkla ayağa kalkmalarına, film elbette herhangi bir ilgiyi hak etmiyor. Başarılı set tasarımları ve bu tasarımların başarısız hikâyeye sağladığı destek ve Yakuza üyelerinin 1945’te yağmurlarını karartan ABD’lilere duydukları hınçları dile getirmesi yeterli ise (ki yeterli olmamalı, özellikle de bu hıncı dile getirenlerin “kötü” Japonlar olduğunu düşünürsek) görülebilir; aksi halde uzak durmakta ciddi yarar var. İlle de “kara yağmur” ile ilgili bir film görmek isteyenler ne yapıp edip Shôhei Imamura’nın aynı yıl çektiği ve aynı ismi taşıyan “Kuroi Ame” adlı parlak çalışmasını seyretsinler; çok daha hayırlı bir iş yapmış olurlar.

(“Kara Yağmur”)

TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2012 – 1

Toata Lumea din Familia Noastra – Radu Jude : Romanya sinemasından çarpıcı bir örnek. Boşanmış bir babanın 5 yaşındaki kızını iki günlüğüne annesinden alıp deniz kenarına tatile götürme hikâyesi olarak başlayan film nerede ise bir üçüncü sayfa hikâyesi olarak sona ererken özellikle ikinci yarısında seyredeni nefessiz bırakıyor. Tüm oyuncuların ama özellikle babayı canlandıran Serban Pavlu’nun müthiş oyunu ile daha da değerlenen film çağdaş dünyanın sıradan bir gerçeği olan parçalanmış ailelerden birini mercek altına alıyor ve görüşme zamanlarının mahkemelerde matematiksel olarak belirlendiği hayatların altını deşiyor bir bakıma. Büyük bir kısmı tek bir mekanda ve bir evin içinde geçen filmin bu derece dinamik bir görüntü verebilmesi ve üstelik bu görüntünün en ufak bir yapaylık veya müdahele içermeyen bir hava taşıyabilmesinin arkasında senaryo ve gerçekçiliği ile parmak ısırtacak diyaloglar, Jude’nin mizansen anlayışı, kurgu ve elbette oyunculuklar var. Bir noktadan sonra kontrolünü kaybeden ve Pavlu’nun göz yaşartacak denli başarılı performansı ile hayat verdiği baba karakterinin çaresizlik içinde neden olduğu olaylar özellikle son yarım saatte seyredeni o denli içine alıyor ki hafif bir komedi/dram karışımı olarak başlayan filmin sonradan bu kadar sert bir içeriğe bürünmesinde inandırıcılık açısından en ufak bir eksiklik hissettirmiyor. Üstelik bu değişim birdenbire olmuyor aslında; daha başlarda adamın kendi ailesi ile olan sahnesinden başlayarak sertliği yavaş yavaş ilerleten bir dürüstlüğü var filmin. Bir aile dramı ama ne müthiş bir dram!
(“Everybody in Our Family” – “Ailemizdeki Herkes”)

Valley of Saints – Musa Syeed : Hindistan, Pakistan ve Çin arasında paylaşılan ve çoğunlukla müslümanların yaşadığı Kaşmir bölgesinde geçen hikâyesi ile bir Hindistan (veya Kaşmir) filmi. Syeed ilk sinema filminde belgeselci geçmişini de yansıtacak bir şekilde hikâyesini sakin ve gözlemci bir dil ile anlatıyor. Bağımsızlık yanlıları ile askerlerin çatışmalarının hâkim olduğu bir ortamda kendilerine çıkış noktası arayan iki gencin gitmek ve kalmak arasındaki ikilemi olayların geçtiği Dal Gölü ve çevresinin doğasını da başarı ile yansıtan bir gerçekçi anlatım ile geliyor perdeye. Hayatları göl ile sıkı sıkıya bağlı bir halkın adeta bir canlıymış gibi yaklaştığı ve süratle kirlenmekte olan gölde geçen bu hikâyenin en başarılı yanı egzotizmden kaçınmayı başarması ve içeriden bir gözle anlatıldığını hissetttirmesi. Senaryo bir parça dramatizm eksikliği yaşıyor aslında ama her şeyi “gerçekte olduğu/olabileceği gibi” anlatma tercihi bu sonucu doğuran ve bu nedenle ne başlar gibi olan romantizmin ilerlememesi ne de iki arkadaş arasındaki gerilimin dramatik bir noktaya ulaşmaması rahatsız ediyor. Kendilerine hayat kaynağı olan bir doğa parçasını kirleten insanların hikâyesi üzerinden, yaşadıkları topraklarda birbirleri ile savaşan ve belki de bu topraklarla birlikte yok olmaya doğru ilerleyen toplumların hikâyesini okumak da mümkün sanırım. Başroldeki Gulzar Ahmed Bhat dahil çoğunluğu amatör olan oyuncularının başarısı ayrıca dikkat çekici. Sakin, yumuşak ve derdi olan bir film.
(“Azizler Vadisi”)

A.C.A.B.: All Cops are Bastards – Stefano Sollima : Şiddet dolu bir dünyada şiddeti sonuna kadar kullanan özel polis kuvvetleri. Mussolini resimlerinden faşizmin sembollerine, gücün idealleştirilmesinden faşizan bir kardeşlik ruhuna, İtalyan “çevik kuvvetlerinin” şiddet dolu hikâyeleri. Kimi sert sahneleri ile dikkat çeken film eleştiriden çok göstermeyi hedeflemiş görünüyor. Tüm hayatlarını saldırgan tehditler altında geçiren polislerin özel hayatlarındaki sıkıntıları da hikayesine ekleyen film sert müzikleri ile de atmosferini destekliyor ama tam olarak nerede durduğu konusunda bir tereddüte de neden oluyor. Polisten sıradan halka ve kaçak göçmenlerden futbol taraftarlarına herkesin kendi düşmanını ve nefretlerinin objesini yarattığını ve toplumun bir şiddet sarmalında yaşayıp gittiğini öne süren film oldukça karamsar bir tablo çiziyor seyirciye. Gerçek olaylara dayanan bir romandan uyarlanan hikâye 2008’de Cenova’da yapılan G8 zirvesinde protestoculara aşırı ve orantısız şiddet uygulanmasından da söz ediyor sık sık, futbol holiganlarının öldürdüğü polisten de veya polisin öldürdüğü genç bir futbolseverden de. Bu taraf tutmama seçimi belki de anlaşılır bir durum çünkü film bize içinde yaşadığımız dünyanın artık sadece ancak ve maalesef şiddet üzerinden açıklanabileceğini söylüyor. Bu şiddetin kimden kime uygulandığının bir önemi yok; dün işçileri coplayan polis bugün kendi hakları için bakanlığın önünde coplanabilir bu dünyada. Bir parça sert, temposu yüksek ve belki yorumlamaması ile biraz güvenli bir alanı seçmiş bir film.
(“B.P.C.C. Bütün Polislerin Canı Cehenneme”)

Hotel Noir – Sebastian Gutierrez : Festivallerde Amerikan filmlerinden uzak durmalı kuralını (evet bir genelleme bu ve tüm genellemelerde olduğu gibi tutmadığı zamanlar da oluyor neyse ki) unutmanın bedeli farklı olmaya çabalayan ama sıkıcılığa epey yaklaşan bir film ile karşı karşıya kalmak oldu. New York Observer’da çıkan bir eleştiri filmin Raymond Chandler’ın peşine düşen ama yolu Mickey Spillane’de biten bir çalışma olduğunu yazmış. Bu mükemmel tanım üzerine başka ne söylenebilir ki? Siyah-beyaz çekilen film özellikle 50’li yılların başyapıt düzeyinde örneklerini verdiği kara film türünü canlandırmaya çalışmış ama ne bu türe yeni bir içerik veya biçim katabilmiş ne de en azından orijinallerine yakışan bir düzeye çıkabilmiş. Aralıksız içilen sigaralar, “femme fatale” tanımının eşiğinden dönen karakterler, yumuşak bir erotizm, pardesülü erkekler, herkesin peşine düştüğü para ve havada sürekli asılı duran kuşku bulutu ile film kendisini seyrettirebilir türün meraklılarına ama zengin kadrosunun bile yok edemediği bir içeriksizlik ile karşı karşıya olduğunuzu düşündürtecektir sık sık.
(“Suç Oteli”)

Joe – John G. Avildsen (1970)

“Polisler bir keş öldürdün diye bir şey yapmazlar. Bir keş öldüren bir tane daha öldürür. Polisler niye bir şey yapsın ki? Onların işini yapıyorsun”

Uyuşturucu bağımlısı kızının satıcı erkek arkadaşını öldüren zengin bir iş adamı ve bu cinayeti takdir eden bir fabrika işçisinin hikâyesi.

Daha sonraları “Save the Tiger” ve özellikle “Rocky” ile ün kazanan John G. Avildsen’in ilk dikkat çeken filmi. Orijinal bir senaryoya dayanan film Hollywood’un liberal yıllarından esintiler taşıyan ve hippilerin, uyuşturucunun, siyah ve feminist hareketlerin ve kimi radikal akımların iyice görünür bir duruma geldiği Amerikan toplumunda “Joe” karakteri üzerinden sıradan Amerikalıların değişen dünyalarına tepkilerini getiriyor perdeye. Peter Boyle’un çarpıcı bir biçimde canlandırdığı Joe karakterini belki fazla göze batan bir biçimde sembol olarak kullanan film, ünlü oyuncu Susan Sarandon’ın da ilk filmi olmak gibi bir özelliğe sahip.

Açılış jeneriğinde sürekli görüntüde olan ve Amerikan bayrağının renkleri ile yazılmış olan JOE kelimesi ile ilk kareden itibaren film, baş karakterinin Amerika’nın kendisi olduğunu söylüyor bize. 70’lerin sonlarında ABD’de iktidarı ele geçiren Yeni Sağ düşünceye oy verenlerin genel eğilimini yansıtan bir karakter Joe; zencilere sosyal yardım yapan federal devlete, zencilere, eşcinsellere, solculara ve liberallere sürekli söylenen, bunların “temizlenmesi” gerektiğine inanan ve kendi yoksulluğunun sorumlusu olarak devletin bu “ötekilere” yaptığı sosyal yardımları gören bir adam o. Filmin 1970’de çekildiğini düşünürsek, hikâyenin Amerikan toplumunda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan muhafazakârlığın sinemadaki ilk yansımalarından biri olduğunu söylemek de mümkün. Filmin gösterildiği sinemalarda seyircilerin önemsiz olmayan bir kısmının finalde Joe’nun yaptıklarını alkışladığını ve filmin gösterime girmesinden kısa bir süre önce yaşanan gerçek bir olayın filmin finali ile hayli benzerlik gösterdiğini ve bu olaydaki suçlunun da Amerikan halkından destek aldığını düşününce Norman Wexler’in senaryosunun oldukça doğru sularda gezindiğini söylemek gerek. Filmdeki şiddetin halk tarafından alkışlanması baş rol oyuncusu Peter Boyle’u o denli rahatsız etmiş ki ünlü “The French Connection” filminde Gene Hackman’a Oscar kazandıran baş rolü bile reddetmiş. Boyle’un karakterinin temsil ettiği ve adına sessiz çoğunluk denen kitlenin sadece o dönemde değil aslında her zaman bu şekilde var olduğunu unutmamak gerek elbette. Hangi toplumda adına bu sessiz çoğunluk denen ve işte ülkemizdeki gibi kolaylıkla bir güçlü muhafazakârın peşine düşecek bir kitle yok ki ve hangi toplumda bu kitle bir takım insanları ve grupları “öteki” olarak görüp en azından düşüncesinde yok etmeye çalışmıyor ki?

Joe Vietnam’daki savaştan kaçanları aşağılayan, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonları temizlemiş olmakla gurur duyan, evinde Amerikan bayrağı olan ve “American Bar & Grill” adında bir barda içkisini içen bir karakter. Peter Boyle olağanüstü bir oyunla bu fazlası ile sembollerle bezenmiş karakteri inanılır ve elle tutulur kılıyor ve finalde çığrından çıkan işlerin de yadırganmamasını sağlıyor seyirci tarafından. Boyle’un oyununa eşi rolündeki ve ilk sinema filminde oynayan K Callan ayak uyduruyor ama zengin adam rolündeki Dennis Patrick bir parça abartı katmış oyununa ve yönetmenin zumlardan kimi sert kamera hareketlerine tercihleri de bunun üzerine eklenince zaman zaman rahatsız ediyor oyunu ile. Aslında ilk cinayet sahnesinde olduğu gibi Avildsen’ın kimi kurgu ve mizansen anlayışının bugün oldukça eskimiş göründüğünü de söylemek gerek. Örneğin cinayet sahnesinde üst üste bindirilen görüntüler ile sergilenen şiddet 70’lerin Yeşilçam filmlerinde göreceğiniz türden gereksiz vurgular içeriyor. Genel olarak Avildsen’ın film için seçtiği şarkılar da hikâyenin altını fazlası ile çizen içeriğe sahip olmaları ile yönetmenin dozu kaçmış vurgularına örnek oluşturuyorlar. Bu durum başta Jerry Butler’ın söyledikleri olmak üzere bu şarkılardan keyif almayı engellememeli ama. Sonuçta 1970’den gelen sıkı rock şarkılarından söz ediyoruz.

Hikâyenin ilginç noktalarından biri ötekilerden nefrette ve intikam alma duygusunda iki farklı sınıftan adamı bir araya getiriyor olması. Biri yoksul bir işçi, diğeri zengin bir iş adamı olan bu iki karakterin güçlerini birleşerek yaşadıkları toplumu temizlemeye soyunmaları, 1981’de 12 yıl için iktidarı Demokratlar’dan alan Cumhuriyetçileri destekleyen iki kesimin, yüksek vergilerden şikayet eden zenginlerin ve filmde Joe karakteri ile temsil edilen ve “ötekilere” yapılan sosyal yardıma itiraz eden beyaz ve yoksul/alt-orta sınıf Amerikalıların, iş birliğini temsil ediyor sanki. Bu iki farklı sınıfın, özellikle biri diğerini içten içe küçümser ve diğeri de onu kıskanırken, ortak bir düşman için bir araya gelebilmelerini başarı ile sergiliyor hikâyemiz ve bu tespiti ile de takdiri hak ediyor. Çarpıcı ve beklenmedik bir trajik yanı olan finali ile parlak bir kapanış yapan bu film tarihte yaşanan kimi hikâyeleri hatırlatması ile de önemli aslında. Çoğunluğun “Joe” olduğu bir toplumda, yöneticiler bu gururu incinmiş, öfkeli ve milliyetçi/muhafazakâr kitleyi tüm faşizan emellerine alet edebilirler Hitler’in yaptığı gibi. Bugün eskimiş görünse de ve hikâye yukarıda bahsettiğim tüm temaların altını yeterince dolduramamış olsa da ve açıkçası Avildsen filme pek bir yaratıcılık ekleyememiş olsa da görülmesinde yarar olan bir film “Joe”. (Not: Film çekildikten 5 yıl sonra, 1975’te gösterime girmiş Türkiye sinemalarında. Bu tarih ise hayatımıza giren televizyonun etkisi ile seyircinin sinemadan elini ayağını çektiği ve sinema sahiplerinin de “sokaktaki yetişkin seyirciye” hitap eden erotik filmlerin peşine düştüğü yılların başlangıcı sayılır. Bu nedenle olsa gerek ki “Joe” bizde “Tatmin Olmayanlar” gibi oldukça kışkırtıcı bir isimle gösterilmiş!)