Jack Goes Boating – Philip Seymour Hoffman (2010)

“Hep böyle oluyor. Ne zaman güzel bir şey olsa, arkasından her şey berbat oluyor”

Müzmin bekâr bir limuzin şöförünün aşkı bulmasının hikâyesi.

Amerikalı oyuncu Philip Seymour Hoffman’ın ilk yönetmenlik çalışması. Robert Glaudini’nin aynı adlı oyunundan yazar tarafından sinemaya uyarlanan filmde, tiyatrodaki rollerini beyaz perdeye taşıyan üç oyuncuya (Hoffman, John Ortiz ve Daphne Rubin-Vega) Amy Ryan da katılmış ve ortaya Hoffman için bir el alıştırması gibi görünen ama tiyatronun tadına yeterince bir görselliğin de ilave edildiği küçük ve sıcak bir çalışma çıkmış.

Amerikan bağımsız filmlerinin oratk bir özelliği vardır; bu filmlerde genelde sıkı bir soundtrack olur ve ya 70 ve 80’li yılların rock klasiklerine yer verirler ya da bu filmde olduğu gibi indie rock denen türden müzik yapan sanatçıların şarkıları hikâye boyunca karşımıza çıkarlar. Hoffman da filminde Grizzly Bear’dan Fleet Foxes’a, DeVotchKa’dan Goldfrapp’e bu türün başarılı isimlerini birer birer karşımıza getiriyor ve en azından “ses” açısından filmini garantiye alıyor. Hoffman’ın romantik, komik ve hüzünlü ama umutlu olarak özetlenebilecek filmi bir yandan yeni bir ilişkinin başlamasını ve ilerlemesini anlatırken, diğer yandan uzun süre önce yıpranmaya başlamış bir ilişkinin yavaş yavaş bitişini getiriyor karşımıza. İlk ilişkinin kahramanlarını Hoffman ve Ryan, ikincisininkileri ise Ortiz ve Rubin-Vega canlandırıyorlar ve açıkçası keyifli bir tiyatro oyununda alacağınız parlak ve samimi oyunculukları ile döktürüyorlar film boyunca. Yine de bu dörtlüden öne çıkan Ortiz oluyor ve oyunculuk dersi veriyor göründüğü her sahnede. Kendi ilişkisi adım adım bitişe doğru giderken arkadaşının ilişkisinin ilerlemesine en büyük katkıyı sağlıyor ve filmin hem komedi hem dram alanlarındaki anahtar karakteri olmayı başarıyor. Öyle ki hikâyenin gidişatını sadece onun yüzü üzerinden takip etmeniz bile mümkün.

Hikâyenin komedisi kahkaha attıran türden değil; daha çok karakterlerin her birine sempati duyduğunuz ve onlar gülümsediğinde veya onların başına eğlenceli veya aptalca şeyler geldiğinde sizin de güleceğiniz türden bir komedi bu. Hikâyenin tiyatro havasını kırmak için eklenmiş görünen kimi sahnelerdeki mizah hemen her zaman başarılı ama kimileri, örneğin lüks otelin tuvaletindeki bahşiş esprisi, bir parça eğreti dururken Hoffman’ın karakterinin yüzmeyi ve yemek pişirmeyi öğrendiği sahneler Ortiz ve Hoffman’ın oyunları ile hayli keyifli ve hikâye ile de çok uyumlu duruyorlar. Filmin bu keyifli atmosferine rağmen temposunun gereğinden yavaş olduğunu da söylemek gerek. Öyle ki yönetmen sanki bu sahnelerde başta kendisininki olmak üzere tüm kadronun oyun gücüne fazlası ile yaslanmış görünüyor ki bu da sinemasal açıdan bir eksiklik elbette. Zaman zaman büründüğü hali ile senaryonun bir Woody Allen havasını taşıdığını da söyleyelim ama daha sakin ve sessiz anları çok daha fazla olan bir Woody Allen havası burada gördüğümüz.

Karakterlerinin geçmişine hemen hiç değinmeyen ve bu nedenle anlattığını anlattığı kadarı ile takip etmemizi bekleyen ve kendimizi yormamızı da beklemeyen senaryosu ile de eleştirilebilir bir film karşımızdaki. Yönetmen bu ve diğer eksiklikleri her şeyin berbat gittiği akşam yemeği sahnesinde olduğu gibi etkileyici sahnelerle örtmeye çalışmış ve aslında başarmış da. İşçi sınıfından seçilmiş karakterlerin ve onların günlük hayatından aktarılan kesitlerin (telefonla satış işinden müşterileri ile olan diyaloglarına kadar) yaşattığı gerçekçilik duygusunu da eklerseniz film kendisini seyrettirmeyi başaran bir çalışma.

(“Jack’in Kayık Gezisi”)

İki Gemi Yan Yana – Atıf Yılmaz (1963)

“Hacı Baba eski müşterilerimizdendir. Abdest alacaksa alsın, namaz kılacaksa kılsın. Üşürse ısıt, açsa doyur. Yoldan geldi, hamlığını al. Mafsalları gevşemişse, yolu ile sıkıştır”

Bir dolmuş seyahati sırasında yolcuların çantaları karşınca gelişen olayların hikâyesi.

Türk sinemasının 1963 yılından gelen hayli ayrıksı bir örneği. Kemal Tahir ve Atıf Yılmaz’ın senaryosundan Yılmaz tarafından çekilen film dönemine göre kimi açılardan hayli cüretkâr denebilecek özellikleri olan ve Yılmaz’ın yönetiminin de farklı bir cazibe kattığı bir çalışma. Hikâye kendi başına belki çok da orijinal değil ama filmin bugün bile fazla eskimemiş görünmemesi, Yılmaz’ın bu çalışmasının kendisini farklı kılan kimi özelliklerinin hâlâ yeni kalmış olduğunu da gösteriyor.

Sinemamız için bugün bile bakıldığında hayli önemli sayıda ana karakterin yer aldığı bir hikâye karşımızdaki. İlk filmlerinden birindeki Filiz Akın veya dönemin jönlerinden Orhan Günşiray’ın baş rolde göründüğü bir çalışma bu. Evet, göründüğü demek doğru çünkü Suzan Avcı’dan Altan Erbulak’a, Erol Günaydın’dan Sadettin Erbil’e, Hüseyin Baradan’dan Nubar Terziyan’a ve Turgut Boralı’dan Erol Keskin’e pek çok oyuncunun rolü nerede ise başrollerle eşit ağırlıkta; bu ağırlık hem film boyunca perdede göründükleri süre açısından hem de hikâyedeki önemleri açısından geçerli. Açıkçası bu zengin kadronun tümü de rollerinin hakkını veriyorlar ve zaman zaman festivallerde bir filmin tüm oyuncularına verilen ortak ödüllerin bir benzerini hak edecek derecede keyifli ve sıkı bir takım oyunu sergiliyorlar bu komedi filminde. Filiz Akın’ın dublajını kendisinin yapması ise pek doğru bir tercih olmamış gibi görünüyor. Kemal Tahir’in üslubunu rahatça sezebileceğiniz zengin bir dilin kullanıldığı bu çok konuşmalı ve dur durak bilmeyen filmde müzik de oldukça keyifli ve bir yıl sonra kendisi de yönetmenliğe geçecek olan Tunç Başaran’ın dinamik kurgusu ile oldukça uyumlu.

Hikâyedeki kimi tiplemeler, örneğin Hacı Baba ve Rum kızı, hayli klişe çizilmiş olsa da çok rahatsız etmiyor bu durum benzer pek çok Türk filminin aksine. Bunun da temel nedeni bu tiplemelerin hikâyedeki yerlerine akıllıca oturtulmuş olması olsa gerek. Yılmaz’ın filmini farklı kılan elbette bu tiplemeler değil. Yukarıda belirttiğim çok karakterli ve dönemine göre hayli tempolu ve “karışık” bir hikâye içermesinin yanısıra, filmin farklılığında asıl ağır basan senaryonun kimi özellikleri. Suzan Avcı’nın bugün için oldukça muhafazakâr duran erotizmi ve elbette Türk sinemasında alışılmadık bir durum olan karakterinin lezbiyenliği örneğin. Şüphesiz erotik bir sahne yok filmde bu içeriği taşıyan ve öpüşme de Avcı’nın Sevda Nur’un dudakları üzerine koyduğu kendi elini öpmesi gibi oldukça masum bir biçimde sergileniyor ama yine de “bana hiç ilgi göstermiyorsun” siteminin arkasından gelen ve içeriye birisinin girmesi ile başlamadan yarıda kalan bir başka öpüşme sahnesinde olduğu gibi filmin cinsellik bağlamında çok farklı bir yerde durduğu rahatlıkla söylenebilir. Buna bir de Erol Keskin’in canlandırdığı gay karakterin bir şey göstermek üzere eve çağırdığı adamlardan birinin kendisine söylediği “ben senin ne göstereceğini bilirim ama zamanı değil şimdi” ifadesini ve bu ifadenin beklenenin aksine bir ret veya aşağılama içermemesini ekleyince filmin yaratıcılarını tebrik etmek gerek bu cesur tercihleri için. Suzan Avcı’nın lezbiyen karakterinin veya Erol Keskin’in gay karakterinin hikayenin kötüleri arasında olması veya Keskin’in karakterinin çoğunlukla komediye kaynaklık etmesi de bu yargıyı değiştirecek bir durum değil. Atıf Yılmaz’ın 1990’lı yıllardaki filmlerinin fazla entel duran aykırı cinselliklerinin yanında ne kadar doğal ve gerçek görünüyor bu karakterler.

Sonlara doğru biraz sarkmış görünse de ve Kemal Tahir’in dili sansür gereği elbette ehlileştirilmiş olsa da, film çoğunlukla dış mekanlarda çekilmiş olması ile (kameraya bakan halk elbette yerini almış filmde!) ve İstinye’den Kuledibi’ne ve Eyüp’ten bugünlerde katledilmekte olan Taksim meydanına İstanbul’un 60’lı yıllarını karşımıza getirmiş olması ile önemli ve zaman zaman sıkı bir vodvil havasına bürünen hikâyesinde aksamalar yaşasa da nerede ise 50 yıl sonra bile keyif veren bir çalışma. Atıf Yılmaz’ın klasik Türkiye sinemasında görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde asıl hikâye arka planda yaşanırken ön plana flu bir karakter yerleştirmek gibi farklı mizansen denemelerinin de olduğu bu filmi görmekte yarar var kesinlikle.

Attenberg – Athina Rachel Tsangari (2010)

“ Koyun ağıllarının üzerine bir endüstri kolonisi inşa ettik ve bir devrim yaptığımızı zannettik. Küçük bir devrim…”

23 yaşındaki bir kadının ölmekte olan babası ve tümünü itici bulduğu diğer insanlarla olan ilişkilerinin hikâyesi.

Giorgos Lanthimos’un 2009 yapımı “KynodontasKöpek Dişi” filmini seyretmiş ve sevmiş olanlar için benzer sularda seyreden bir çalışma. Her ikisi de Yunanistan yapımı olan filmlerden 2009 tarihli olanının yönetmeni Lanthimos bu filmde rol almış örneğin veya bu filmi yöneten Athina Rachel Tsangari ilk filmin yapımcılarından biri. Her iki filmi benzer kılan sadece jeneriklerindeki bu isimler değil elbette; ilk filmde ebeveynlerinin çarpıttığı bir dünyayı algılamaya çalışan çocukların onlarla ilişkisinin yerini burada dünyayı tanımaya ve ona uyum göstermeye çabalayan kadının babası ile ilişkisi almış. Tuhaf karakterleri ve sıradışı anlatımı ile bu film de önceki gibi her ruha uygun değil ama tadını almayı başarabilenler için hayli çekicilik taşıyacağı kuşkusuz. Her iki filmde de şarkıların hikâyede ve karakterleri anlamada önem taşıdığını da ekleyelim bu benzerliklere.

Ünlü İngiliz doğa tarihçisi ve radyo-televizyon yapımcısı David Attenborough’dan hem adını hem de ruhunu ödünç almış bir film karşımızdaki. Attenberg kelimesi filmin kahramanı olan kadının en yakın kadın arkadaşının Attenborough soyadını yanlış telaffuz etmesinden geliyor. Zaman zaman baş karakterimizin seyrettiği televizyon programlarında karşımıza çıkan Attenborough belgeselleri ise hikâyeyi şekillendirmesinde çıkış noktası olmuş senaryoyu da yazan yönetmen Tsangari için. Film boyunca tüm karakterler çoğunlukla kısa ve kimileri tek kelimelik diyalogları ile konuşur ve kuşlardan gorillere kimi hayvanlara öykünerek hareket ederken, bir antropolojist bakışı ile hareket ediyor yönetmen ve adına insan denen türü mercek altına alıyor adeta; bu anlamda da Attenborough belgesellerinin kurgusal bir benzerini ürettiği söylenebilir yönetmenin. 1970’den günümüze “elektro protopunk” olarak adlandırılan türde müzik yapan bir grup olan “Suicide” ve 60’lı ve 70’li yılların ünlü Fransız şarkıcısı Françoise Hardy’nin şarkılarını müzik bandına katan film kimi çarpıcı sahnelerini de bu şarkıların eşliğinde getiriyor seyircinin önüne. Hardy’nin sevgilisi olmayan bir genç kızın ağzından söylediği şarkısı “Tous Les Garçons et Les Filles” şarkısı filmde tıpkı Hardy’nin bu şarkısı için çekilen klibinde olduğu gibi sokakta yürürken getiriyor karakterleri karşımıza. Hardy şarkısını yalnız ama yine de umutlu söylerken, iki kadın karakterimiz aynı şarkıyı daha karamsar bir tonda seslendiriyorlar. Suicide grubunun “Be Bop Kid” adlı şarkısı ise hastane odasında çalarken, ölmekte olan babanın yatağının önünde kızı şarkıya eşlik ediyor ve babasına veda ediyor onun bu çok sevdiği şarkı ile.

Evet, bir antropolojist gibi yaklaşmış karakterlerine Tsangari. Karakterlerini hemen tüm sahnelerde olayın geçtiği mekanda yalnız bırakıyor ve ıssız hastane koridorlarından fabrika veya otele hikâye ile ilgisi olmayan hiçbir karakter görünmüyor etrafta. Böylece hem karakterlerine “hayvansı” bir yalnızlık ortamı sunuyor hem de seyredenin karakterin kendisine odaklanmasını sağlıyor yönetmen. Cinsel güdülerin veya bu film için daha doğru bir ifade ile içgüdülerin hikâyedeki yeri de yine aynı bakışın sonucu olsa gerek. Genç kadın yabancısı olduğu cinselliği ilk denemelerinde “ne yaptığından çok emin olmadığını” söylerken sanki yine hayvanların dünyasındaki içgüdüsel sevişmelere referans veriyor. Benzer şekilde, karakterler arasındaki cinsellik içeren konuşmalar ve anlatılan kimi erotik rüyalar da yönetmenin vurguladığı gibi “psikolojiden çok biyoloji ve zoolojinin” izlerini taşıyor. Film çok öne çıkarmasa da kimi toplumsal konulara da dokunmuş aslında. Ateist olan ve yaşadığı ülkenin dönüştüğü resimden dolayı hayli mutsuz olan babanın kimi söylemleri, yönetmenin insanları bir “tür” olarak ele aldığı filmindeki ulusal kimlikle ilgili kimi ifadelerin örneği olarak verilebilir ama bu söylemlerin filmin asıl hikâyesi ile çok da sıkı bir ilişkisini kurmak mümkün değil. Yine de ölmekte olan mimar babanın inşasında baş rolü üstlendiği sahil kasabasına bir evin çatısından bakarak konuştuğu ve karamsarlığını dile getirdiği sahne hem kendi başına çok iyi hem de bir nesneyi (veya insanı) “bir şeylere rağmen seven” bir insanın duygusunu seyirciye geçirebilmesi ile dikkat çekici.

Filmin tüm oyuncuları işini başarı ile yapıyor ama sinema dünyasındaki bu ilk rolü ile Venedik’te ödül alan baş roldeki Ariane Labed öne çıkıyor elbette. Sıradışı olması ile bir oyuncuyu zorlayabilecek bir karakteri senaryonun doğal sonucu olarak tüm vücudunu kullanarak oynaması gereken bir rolde çok başarılı sanatçı. Kısıtlı kamera hareketlerine ve sıklıkla geniş açılı çekimlere sahip hikâyesine bilinçli bir soğukluk da katan bu filmi, içerdiği bir çeşit kırılganlığın ve karamsarlığın çağrıştırdığı bir şekilde günümüz Yunanistan’ını düşünerek seyretmek de gerekli belki. Karamsar ve kırılgan bir ortamda yine de bir şekilde büyüyen, öğrenen ve mutluluğu hisseden genç kadının hikâyesi belki de Yunanistan’ın kendi hikâyesidir.

Habemus Papam – Nanni Moretti (2011)

“Tanrı’nın bende gördüğü yetenekleri arıyorum ama bulamıyorum”

Papa olarak seçilen bir kardinalin görevin sorumluluklarını yerine getiremeyeceği endişesine kapılması ile gelişen olayların hikâyesi.

Nanni Moretti’den elbette öncelikle İtalyanlar’ın çekebileceği bir film. Moretti’nin satir içeren ve senaryosunu Francesco Piccolo ve Federica Pontremoli ile birlikte yazdığı film hayli ilginç bir çıkış noktasından yola koyulan ama belki de konusunun “hassasiyeti” nedeni ile söylemlerinde keskinliğin eksikliğini hissettiren bir çalışma. İki usta oyuncunun sürüklediği film komediyi de alanına alarak ne derece doğru bir seçim yapmış tartışılır ama yine de filmin sadece konusu ile bile hayli ilginç olduğu açık.

Filmin Latince olan orijinal adı yeni bir Papa seçildiğinde Vatikan’da Aziz Petrus Bazilikası’nın balkonundan yapılan ve Katolik dünyanın yeni liderinin belirlendiğini tüm dünyaya duyuran bir cümle ve Türkçe’de “Bir Papamız Var” anlamına geliyor. Hikâyemiz eski Papa’nın ölümü ile açılıyor ve kardinaller arasında yapılan seçimle yeni Papa’nın belirlenmesini getiriyor karşımıza ve aslında asıl hikâye tam da bu noktada yani yeni liderin kapıldığı panik atak ve tereddüt ile başlıyor. Bu anlamda hikâye dramatik bir yan da içeriyor ama senaryo dini ve toplumsal epey malzeme içeren bu dramatizmi yeterince keskin de olmayan bir satir anlayışına bulayınca film bir türlü yeterince çarpıcı olamıyor. Yapılan seçimler sırasında kamera kardinallerin yüzlerinde gezinirken, iç sesler ile her birinin Tanrı’ya kendilerinin seçilmemesi için yakardığını göstererek görevin korkutuculuğunu vurgulayan film sürpriz bir şekilde seçilen yeni Papa’nın yaşadığı korkuyu ve dehşeti sanki biraz fazla yumuşak getiriyor karşımıza. Üstelik bu yumuşamada payı olan komedi havası da belki de karakterin Papa olması nedeni ile biraz fazla çekingen görünüyor. Senaryonun başka kusurları da var açıkçası. Yeni Papa’nın panik atağını tedavi için çağrılan psikiyatristin ateist olması veya Nanni Moretti’nin kendisinin canlandırdığı bu doktorun gizililik nedeni ile yeni Papa halka duyurulana kadar bazilikayı terkedemeyerek içeride kardinallerle vakit geçirmek zorunda kalması nerede ise filmin ana temasından hayli kopuk sahnelere yol açıyor. Örneğin bahçedeki voleybol turnuvası bölümü yavaş çekimleri ile de Fellini tarzı (örneğin “Roma” filminde rahiplerin defilesi sahnesi) bir komikliğe uzanır gibi yapıyor ve zaman zaman da sevimli yaşlılar eğleniyor formatına bürünüyor. Moretti’nin buradaki amacı muhtemelen Papa olarak dünyadaki milyonlarca insanın gözünde ruhani liderliğe yükselen bir bireyin de eninde sonunda insan olduğunu göstermek ama tüm bunlar filmde yerli yerine oturmuyor bir türlü. Psikiyatristin İncil’deki söylemlerden depresyonun izlerini bulup çıkarması veya kardinallerin dans etmesi gibi sahneler de kendi başına belki ilginç ve hatta eğlenceli ama senaryo bu tür sahneleri filmin teması ile güçlü biçimde ilişkilendiremeyince bağımsız birer eğlenceli ana dönüşüyorlar sadece.

Kendisi bir öndere ihtiyaç duyduğuna inanırken önder olması beklenen bir adamın trajedisini güçlü kılmak için yetersiz kalan senaryo filmin başarısına yeterli katkıyı sağlayamıyor olsa da Papa rolündeki Michel Piccoli ve sözcüsü rolündeki Jerzy Stuhr için bunu söylemek büyük bir haksızlık olur. İki deneyimli oyuncu ekonomik oyunları ile filme büyük bir seyir keyfi katıyorlar ve deneyim kelimesinin de canlı birer izahı oluyorlar film boyunca. Hikâyeye hemen hiçbir şey katmayan ve kendi başına da yeterince eğlence üretemeyen psikiyatrist karakteri veya aslında genel olarak filmin ana temasının dışında kalan diğer her şeyin çıkarıldığı bir senaryo muhtemelen çok daha keskin bir filmin ortaya çıkmasını sağlarmış diye düşünmemek elde değil. Kendisini mutlakiyetle tanımlayan bir kurum olarak din ile onun başına seçilen ama kendi kişisel tereddütlerini yaşayan bir adam arasındaki zıtlığın yine de seyrini gerekli kıldığı bu film Moretti’nin zarif anlatımının da etkilerini taşıyan ve Vatikan şehrinin görsel zenginliğini de başarı ile karşımıza getiren bir çalışma.

(“We Have a Pope” – “Bir Papamız Var”)