How to Murder Your Wife – Richard Quine (1965)

“Otuz sekiz yıldır evliyim. Bir gün pişman olmadım evli olduğuma. Pişman olmadığım o gün… 2 Ağustos 1936 idi. Karım annesini ziyarete gittiği için tüm gün şehir dışında idi”

Bekâr hayatının tadını çıkaran zengin bir New York’lunun sarhoş olduğu bir gece evlendiği İtalyan kadından kurtulma çabasının hikâyesi.

Richard Quine’den Jack Lemmon’ın performansı ve Virna Lisi’nin güzelliği üzerine kurulmuş, epey eğlence vaat eden bir havada başlayan ama gerisini getiremeyen bir komedi. Tipik Amerikan politik doğruculuğunun ve yüzeysel ahlâkçılığının da izlerini taşıyan filmin mizahı, George Axelrod’un nereye gittiği başından belli olan ve sık sık dağılan senaryosundan çok Lemmon’ın ve diğer oyuncuların fiziksel performanslarından ve anlık durumların komikliğinden kaynaklanıyor.

Sıkı bir giriş ile başlıyor film aslında. Terry Thomas’ın canlandırdığı ve zengin ve mutlu bekârımızın uşağı, en yakın dostu ve sırdaşı olan karakterin doğrudan seyirciye (ve sadece erkek seyirciye) hitap ettiği tanıtımı ile başlayan keyifli girişle açılan film, sahip olduğu pek çok potansiyel çekiciliği bırakıp bildik sularda yüzmeye başlayınca ilginçliğini de yitiriyor. “Saten kırlentli” evler ile “fonksiyonel bekâr evleri” üzerinden üretilen mücadelenin hikâyesi, yanına başka temaları da alarak ilerlemiş olsaydı, film çok eğlenceli olabilirmiş oysa ki. Başlıbaşına tek bir konu, uşak ile patronu arasındaki ilişki, hikâyenin odak noktası olsa imiş örneğin, bugün hâlâ keyif ile hatırlanan bir klasik komedi örneği olarak görebilirdik bu filmi. Bu yargımın en temel göstergesi, patronunun evlenmesi ile bütün düzeni bozulan ve kadından kurtulmak için patronunu en uç çözümlere dahi teşvik etmekten kaçınmayan uşağın kendisini “aldatılmış” hissetmekten alamadığı sahnelerin keyifli ve komik anları. Bu “ilişki” bir komedi senaryosu içinde hayli espriler üretebilirmiş ama senaryo bundan özellikle kaçınmış görünüyor. Bunun yerine, tüm hikâye boyunca adamın yaşadığı hayata övgüler dizen ve bu hayatın tüm erkeklerin özlemi olduğunun altını çizen film, Virna Lisi’nin muhteşem güzelliği dışında bir çekicilik ilave etmeden adamı evliliğin yanına kendi isteği ile yerleştiriyor. Patronunun evlendiğini öğrenince ağzından çıkan ilk cümlenin “şimdi bize ne olacak?” olduğu bir uşak herhalde çok daha iyi değerlendirilmeliymiş diye özetlenebilir kaçırılan bu fırsat.

Senaryodaki sarkmalara, gereksiz uzamalara rağmen yine de filmde keyifli birkaç sahne var. Cenaze evi gibi bir ortamda geçen bekârlığa veda partisinin gelinin evlenmekten vazgeçtiğinin duyulması üzerine “Happy Days are Here Again” şarkısı ile zirvesine ulaşan bir çılgın partiye dönüşmesi, yeni evlilerin parti sahnesi, mahkemede bir tanığa dönüşüp kendi özgürlüğünün heyecanına kapılan avukatın evliliğe isyanı veya Lisi’nin suflesinin söndüğü sahne kesinlikle çok keyifli. Yine de filmin asıl mizahı bu sahnelerdenden çok, Lennon’ın partideki sarhoşluğu ve yine onun elindeki çorba tenceresi ile yaşadığı mutfak kazası gibi anlar filmin asıl doruk noktasını oluşturuyor. Lennon’ın bu sahneler başta olmak üzere gerekli katkıyı fazlası ile sağladığı filmde Virna Lisi’den seksi İtalyalı kız olması istenmiş ve o da başta partideki çılgın dans sahnesi olmak üzere bunu yine fazlası ile başarmış. Avukat ve karısı rolündeki Eddie Mayehoff ve Claire Trevor ile uşak rolündeki Terry Thomas da başarılı yan oyunculuklar ile bu ikiliden geri kalmıyorlar.

Baş karakterin öncelikle kendisinin yaşadığı (veya yaşamayı istediği) maceraları gerçek hayatta denemesi ve sonra bunları popüler çizgi romanları ile okuyucularının karşısına getirmesi gibi filme de hayli malzeme sağlayan hayatı senaryonun zeki olduğu anlardan biri ve bu tür anların daha fazla olmaması filmi zayıflatmış. Lemmon’ın uşağı ile gizli buluşmaları bu karakterin filmin finalinden sonra yaşayacağı gerçek hayatın göstergesi aslında ve film mahkemedeki keyifli “bas düğmeye Harold” sahnesinin peşinden gitmeyip sıradanlığa yönelmeyi tercih etmiş ve bu hayatın arkasına takılmış.

(“Karınızı Nasıl Öldürürsünüz”)

Gelecek Uzun Sürer – Özcan Alper (2011)

“Bunların hesabını bize verecekler. Bize vermezlerse, yarın çocuklarımıza, o da olmazsa torunlarımıza verecekler hesabını”

Anadolu ağıtları üzerine araştırma yapan bir genç kızın Güneydoğu’da yaşadıklarının hikâyesi.

“Sonbahar” ile sinemaya çarpıcı bir başlangıç yapan Özcan Alper’in yine siyasi ve etnik öğeler barındıran ikinci (aradaki bir bölümünü çektiği “Kars Öyküleri” filmini saymazsak) ve şimdilik son filmi. Cesare Pavase’nin yürek yakan sorusu (“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?) ile başlayan film ne yazık ki sinemasal açıdan aynı yakıcılığa sahip değil. Sık sık belgesel bir havaya da yaklaşan film dürüst içeriği ile dikkat çekiyor ama sanki senaryosu konusunun yüreğine tam ulaşamamış gibi. “Sonbahar” adlı filmde ağıtlar, gerçek olaylardan esinlese de bir kurgu olan hikâyenin insanı vuran parçalarından biri olmuştu. Burada ise ağıtlar belki de hem sorunun güncelliği ve hâlâ tüm sıcaklığı ile devam ediyor olması hem de belgesele yaklaşan tarzın “soğukluğu” nedeni ile vurmuyor seyredeni. Özcan Alper’in kendi deyimi ile belki de kendisinin sinemasal olgunluğu açısından erken çekilmiş bir film karşımızdaki. Yine de film başta iyi niyetli olması ve parlak görüntü çalışması ile ve kimi diğer özellikleri ile de kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Bir filmi yönetmeninin bir başka filmi ile kıyaslayarak bir yerlere oturtmaya çalışmak çok sağlıklı bir yol değil elbette. Ne var ki hem ilk filmin bende bıraktığı olağanüstü etki hem de bu ikinci filmin benzer temaları içermesi ister istemez ilişkilendirmeyi beraberinde getiriyor. Nedir tam olarak “Gelecek Uzun Sürer” filminde eksik kalan? Birkaç farklı başlık altında incelemek gerekiyor bunu sanırım ve birincisi de bu başlıkların, herhalde senaryosu olmalı. Özcan Alper öncelikle bir hikâye mi anlatacağına, kurgusal bir belgesel mi yapacağına yoksa kurgusal karakterlerini gerçek hayatın içine atıp ortaya çıkacak olanı mı resmedeceğine karar verememiş görünüyor. Bu kararsızlık da filme nasıl yaklaşması gerektiği konusunda tereddüt içinde bırakıyor seyredeni. “Sonbahar” tam da bu konuda sınıfını parlak notlarla geçmişti: Hapiste iken tuttuğu ölüm orucunun yıkıcı izlerini bedeninde ve ruhunda taşıyan karakterinin son günlerini anlatan ve temel olarak buna odaklanan bir hikâye idi karşımıza getirilen. Bu karakter üzerinden yola çıkarsak iki filmin seyirciye de yansıyan bir başka farkını belirtebiliriz: “Sonbahar” filminin karakteri olayların içine girmiş, bir tutum almış ve “yaşayan” bir karakter idi. Oysa burada her iki karakterin de (ağıtların peşindeki kız ve Diyarbakır’da tanıştığı korsan DVD satan genç) çekingen ve çemberin içine girmeyip dışarıda kalmayı seçen yapıları filmin soğukluğunun da nedeni olmuşlar gibi görünüyor.

Bir ikinci başlık da, üstte belirttiğim soğukluktan yola çıkarak söylemek gerekirse, filmin atmosferi. “Sonbahar” denizi (mavisi) ve ormanı (yeşili) ile bir doğa filmi idi bir yandan da ve kahramanının yaralanmış vahşi ruhuna çok uygundu. Burada ise çoğunlukla Diyarbakır’da geçen filmin karakterleri şehrin griliği içinde kayboluyor gibi ama bir yandan da ilginç bir şekildebu grilik hayli sterilize edilmiş görünüyor bir şekilde. Film iki baş karakterinin şehrin üst kısımlarına çıkıp nehire (doğaya) baktıkları sahnede veya Hakkari yolculuğu boyunca nefes alıyor ama şehrin griliği yeterince vurgulanmadığı için bu değişikliklik de yeterince çarpıcı olamıyor. Bir de oyunculuklar var konuşulması gereken. Genç kızda Gaye Gürsel karakterinin yaşadığı şaşkınlığı (evet şaşkınlığı, çünkü film onun Diyarbakır’a tren ile geliş anından itibaren başka bir dünyaya düştüğünü söylüyor bize) yeterince geçiremiyor seyirciye ama senaryonun da ona yardımı olduğu söylenemez. Karakterinin sık sık görüntüye gelen sessiz ve pencereden dışarı bakan sahneleri bir süre sonra onun da oynamasını değil belli bir poz takınmasını gerektiren sahneler ve bir süre sonra da tekrara düşüyor bu anlar. Kürt genç adam rolündeki Durukan Ordu ise bakışlarındaki doğal görünen hüzün ve yıkılmışlığı karakterine yakıştırmayı başarıyor ama açıkçası yönetmenin tercihleri onun da sıkı bir oyunculuk sergilemesini gerektiren bir tarzda değil ve bu da zaman zaman sadece bu doğal yüzü ile yetinir gibi görünmesine neden oluyor.

Alper’in “Sonbahar” filmindeki kimi tercihleri de bu filme uymamış görünüyor. Zaman zaman Rus romanlarındaki ince hastalıklı erkek karakterleri çağrıştırsa da baş karakterin sırtı bize dönük olarak iskelede hırçın Karadeniz dalgalarını syretmesi filmin havasına çok uygun iken burada zaman zaman zorlandıkları doğaçlama diyaloglar için cümleler bulmaya çalışır görünen karakterlerin bir cümle – sessizlik – yeni bir cümle – sessizlik şeklinde ilerleyen konuşmaları ile boşluğa bakmaları hikâyenin akmasına da engel oluyor.

Filmin politik içeriği açısından eleştirilecek bir yanı yok diye düşünüyorum. Hiç de sessiz denemeyecek bir şekilde ve Pavese’nin içindeki “savaş” kelimesi ile kullanımının cesurane olduğu söylenebilecek sözünü girişte seyirciye sunması ile filmin, sorun üzerine düşünen beyinlerin eseri olduğu açık. Filmin yaratıcısı Alper’in Kürt ağırlıklı ama arada Ermeni ve Laz etnik kökenlilere de uzanan filminde karşımıza getirdiği gerçek tanıklıkların görüntüleri özellikle 90’lı yıllarda bölgede yaşananlar üzerine ek bir söze gerek kalmayacak netlikteler. Yukarıda belirttiğim eksikliklerine rağmen senaryo bölgedeki politik durumun asıl nedeni olduğu yalnızlık ve öteki olma duygusunu seyirciye geçirmeyi de başarıyor. Genç kızın yabancı bir ülkeye gelmiş bir turist edası ile gezindiği başlangıç sahnelerinde hissettiği öteki olma duygusu, Kürt gencin Tarkovsky ve Kieslowski filmlerine olan düşkünlüğü ile hissettiği kültürel yalnızlık veya tüm o görsel tanıklıkların kahramanları olan Kürtlerin yaşadıklarını anlatırken seyredene yansıyan kendi ülkelerinde öteki, üstelik düşman bir öteki olarak gördükleri muamele filmin politik açıdan başarılı olduğu anların örneklerinden bazıları sadece.

Filmin yeterince işlemediği veya işlemeyi tercih etmediği kimi durumlar da var. Örneğin felsefe okumuş Kürt gencinin aksiyon almak ile almamak arasındaki ikilemi ve yine onun üstte bahsettiğim kültürel yalnızlığı çok daha fazla ilgiyi hak eden ve sadece yılgın bakışlar ve sessizlik ile geçiştirilmemesi gereken olgularmış. Özcan Alper’in Louis Althusser’in otobiyografisinin ismine gönderme yaparak koyduğu isim, beraberinde bir umut mesajını taşıyarak geleceğin (özlediğimiz geleceğin) uzun sürse de mutlaka geleceğini söylüyor ama filmin tümüne bakıldığında genç kızın hayli akademik kalan yaklaşımı ile ve sondaki gözyaşları dışında bu umut geçmiyor seyirciye. Bir başka eksiklik olarak da filmin Diyarbakır’ın hareketli politik havasına hayli mesafeli durduğunu söylemek gerekiyor. Belki doğrudan ve sadece buna odaklanmak filmin kolaya kaçmış olması olurdu ama şehrin sokaklarını gezen kameranın bu açıdan saptadıklarının yetersiz görünmesine engel değil bu durum.

“Sonbahar” filmindeki başarılı görüntü yönetimini Feza Çaldıran burada da gösteriyor ve sisler altındaki nehir, evlerin damlarından Diyarbakır veya açılış ve kapanış sahnelerindeki şiirsel görüntüler ile filme hayli katkı sağlıyor. Müzikler etkileyici ama bu açıdan “Sonbahar” filminin gerisinde kalmış bir çalışma var. Üstelik bu filmin ağıtlar derleyen bir genç kızın hikayesi olduğu düşünüldüğünde bu eksiklik daha fazla göze batıyor. Bu durum belki her ne kadar film altını yeterince çizmemiş olsa da konunun sertliği ile açıklanabilir. Alper’in belki erken çektim dediği ama bir yandan da çekilmesi ve bugün çekilmesi gerekiyordu dediği bir film bu ve üzerinden geçen bir yıldan sonra Kürt sorununun bugün geldiği nokta düşünüldüğünde de iyi ki çekilmiş dememiz gereken bir film. Artık gözlerin kapatılamayacağı, denenmiş ve başarısız olmuş yöntemleri değil yeni, özgürlükçü ve barışçı yaklaşımları gerektiren bir sorunun yaşandığı yerleri seyircinin önüne getiren film başta yönetmeninin dürüst yaklaşımı, görüntülerindeki başarısı ve tüm gündeme getirdikleri ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film. Gelecek, evet uzun sürer ama bizim coğrafyamızda gelecek çok ama çok uzun sürüyor.

The Dry Land – Ryan Piers Williams (2010)

“Benimle gurur duymamalısın anne; korkunç şeyler yaptım”

Savaştığı Bağdat’tan Teksas’a geri dönen bir askerin yaşadığı uyum problemlerinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen Ryan Piers Williams’ın ilk uzun metrajlı filmi savaştan sonra eski hayatlarına geri dönen askerler üzerine sinemanın pek çok örneğini verdiği türden bir çalışma. Kimi sorunlu yanları olsa da film kendisini seyrettirmeyi başarıyor ve türünün klasikleri arasında giremeyecek olsa da başta sinemadaki ilk baş rolünü oynayan Ryan O’Nan’ın ekonomik ve samimi oyunu olmak üzere farklı öğeleri ile ilgi çekmeyi başarıyor. Yeni bir şey söylemeyen ama eski de olsa söylemlerini doğal ve içten bir dille aktarmayı deneyen ve kimi anlarında da bunu başaran bir film özet olarak.

Yaşadığı travma nedeni ile içinde bulunduğu kritik bir çatışma anını hatırlamayan adamın özellikle kâbuslar gördüğü uykularında yaşadığı travmasını, film, Ryan O’Nean’ın başarılı oyunu sayesinde altını fazla kalın çizgiler ile çizmeden sergileyerek doğru bir seçim yapıyor. Yönetmen Williams kendi yazdığı senaryoda savaştan sonra evine dönen bir askerin başına gelebilecek en kötü şeyleri (savaştan dönen ve travmaları olan bir askerin çalışması gereken en son yerde, bir mezbahada işe başlaması, aile içi problemler, bir ölüm ve neden olduğu trajik olayı hatırlama vb.) peş peşe sıralamasına rağmen korkulanın aksine hikâyesinde inandırıcılığı korumayı başarıyor ki bu da az bir başarı değil. Williams’ın sık sık başvurduğu el kamerası kullanımı ve yakın plan çekimleri de hikâyenin gerçekçiliğinin algılanmasına katkıda bulunuyor, her ne kadar özellikle kamera kullanımında fazla bir yaratıcılık bulunmasa da. Bu tercihlerin bağımsız Amerikan filmlerinin havasını kattığı çalışmanın senaryosunun temel problemlerinden biri, gelişmeleri daha çok televizyon filmlerinin havasına uygun bir şekilde fazlası ile düz ve bazen de yüzeysel anlatıyor olması. Buna Çehov’un “tabanca görünüyorsa patlamalıdır” kuralına uygun yaklaşımları da eklersek bu yüzeysellik daha iyi anlaşılabilir.

Senaryonun kimi anlarındaki sıradanlığı dışında daha “tehlikeli” bir tavrı var, üzerine bir şeyler söylenmesi gereken. Evet film savaştan dönen bir askeri anlatıyor ve sadece bu tanıma uygun davranıp o bireye odaklanması anlaşılır bir tercih ama Irak savaşı gibi çok sıcak bir olay söz konusu burada ve hikâyenin herhangi bir anında o askerin ağzından savaşın karşı tarafı üzerine veya orada ne aradıkları üzerine tek bir söz veya düşüncenin dile getirilmemesi kabul edilir bir durum değil. Karşı tarafın bahsinin geçtiği tek sahnede de “düşmanın” Amerikalı askerleri tuzağa düşürmek için bir kadını yaralayıp yola bırakan canavarlar olduğunu söylüyor film ve bu ifadeler de sadece bir askerin sözleri olmaktan çıkıp aslında filmin duruşunun da örneği oluyor. Filmin kendisine ad olarak aldığı çorak toprakların Irak çölleri değil, Teksas olması da bu durumu hafifletmiyor açıkçası. Hikâyedeki bir başka problem de baş karakterin hatırlamadığı gerçeği keşfetme çabasını odağına alır gibi davranması ama bu temaya filmin diğer temalarından daha fazla önem veren bir yaklaşımı da gösterememesi. Böyle olunca da film sahip olabileceği bir başarıyı kendi eli ile itmiş oluyor. Son olarak filmin hikâyenin bir noktasından sonra aldığı “yol filmi” havasının da çok fazla işler görünmediğini söylemek gerek.

“Hair” filmindeki Claude Hopper Bukowski karakterinin savaşa gidip travma ile geri dönmüş hali denebilir baş karakterimiz için. Film bu karakterin “çorak” olduğunu söylediği Teksas topraklarındaki işçi sınıfı köklerini ele alıp onun üzerine hikâyesini kurmuş olsa başka yerlere gidebilirmiş gibi görünüyor ama yine de Ryan O’Nan’ın oyunculuğunun da katkısı nedeni ile kendisini seyrettiriyor. Buna karşılık filmin yukarıda sıraladığım kimi eksikliklerinin sonucu olarak kalıcı olamayacağı da çok açık. Kapanış jeneriğinde adları verilen Internet sayfalarının da açıkça vurguladığı gibi fazlası ile “devlet” odaklı olan bakışını ve ordunun doktor albay karakteri üzerinden sergilenen “iyi” karakterini ise görmemezlikten gelmek en iyisi. Aksi takdirde Teksas’ın işçi sınıfından bir gencin Bağdat’ta ne aradığını hiç sorgulamayan ve travmanın asıl bu kaynağını hiç gündeme getirmeyen filme, gerekçe ne olursa olsun olumlu yaklaşmak imkânsız olur.

(“Çorak Topraklar”)

Monkey Business – Howard Hawks (1952)

“Genç olduğunu unuttuğunda, yaşlısındır”

Gençlik iksiri üzerinde çalışan bir bilim adamının, ilacı kendi üzerinde denemeye karar vermesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Yönetmen başta “Bringing Up Baby” gibi filmlerin de arasında olduğu kimi parlak komedilerin ismi Howard Hawks, oyuncular Cary Grant, Ginger Rogers ve Marilyn Monroe, ve senaristlerin içinde de I.A.L. Diamond olunca ortaya çıkacak filmin belli bir çizginin üzerinde olacağı kesin. Bu film de tüm bu isimlerin yarattığı beklentiye uygun şekilde eğlendiriyor ve günümüzün değme sit-com’larına taş çıkartacak esprileri ve özellikle bu esprilerin zamanlamaları ile zaman zaman hayli başarılı bir çizgi çiziyor. Ne var ki film tüm esprisinin üzerine kurulduğu “ilacı içenlerin neden olduğu komedi” temasını fazlası ile tekrarlamaya ve bu nedenle sürprizini de kaybetmeye başladığında ilgiyi de yitiriyor bir parça.

Komedinin “slapstick” türünün kayda değer örneklerinden biri olan çalışmanın temel ve aslında tek sıkıntısı iksiri içenlerin yarattığı komik durumun çekiciliğine fazlası ile kapılması ve başlarda kesinlikle çok eğlendirici olan bu durumu tekrarlayarak monotonlaşmaya başlaması. Üstelik bu monotonlaşmaya rollerini canlandırırken halden hale giren Cary Grant ve Ginger Rogers’a, ve komedisi yeterince değerlendirilmemiş görünen ama kesinlikle eğlenceli bir Marilyn Monroe’ya rağmen engel olamamış filmimiz. Senaryodaki kimi espriler özellikle İngilizce’ye hâkim olanlar için içerdiği kelime oyunları ile hayli komik ve televizyonları işgal eden sit-com’ların yüzünü kızartacak kalitede. Açılıştaki “şimdi değil Cary” sahnesi ile de herhalde komedinin sinemadaki en çarpıcı giriş anlarından birini yaratıyor Howard Hawks. Ben Hecht, Charles Lederer ve I.A.L. Diamond gibi üç güçlü senaristin nefesinin de konunun basitliğini temposu hiç düşmeyen bir uzun metrajlı filme çevirmeye yetmediği söylenebilir özet olarak senaryo için.

Gençliğe dönüş ile birlikte otelde geçen ikinci balayı sahnesi veya başta Monroe’nun göründüğü hemen tüm sahneler olmak üzere kimi eğlenceli anları ile film çok daha çarpıcı bir çalışma olabilecekken senaryosunun nefesinin tıkanması ile yarım kalmış bir başarı olmuş. Günümüz sit-com’larının Amerikan sinemasının bu ve benzeri klasik örneklerine neler borçlu olduğunu hatırlamak için de iyi bir fırsat oluşturuyor film. Oyunculuklardan esprilerdeki zamanlamaya, kamera kullanımından burada uzun metraja yayılmaya zorlandığı için etkisi azalmış olsa da basit bir temadan neler çıkartılabileceğine kadar sit-comların bugün üzerine dayandığı hemen her unsurun çarpıcı örnekleri karşımıza geliyor hikâye boyunca. Kahramanımızın çalıştığı firmanın sahibini canlandıran Charles Coburn’u da ekleyerek söylersek tüm başarılı oyunculukları, keyifli esprileri ve ne olursa olsun Hollywood’un Altın Çağ’ından getirdikleri ile görülmesi gerekli bir film.

(“Tehlikeli Oyun”)