36 Vues du Pic Saint Loup – Jacques Rivette (2009)

“Palyaço biraz her şey, biraz hiçbir şeydir”

Uzun bir seyahata çıkmış görünen bir İtalyan’ın yolda karşılaştığı eski usul bir Fransız sirkindeki bir kadına aşık olmasının hikâyesi.

Fransız yazar Raymond Roussel’in hayat hikâyesinden esinlenen film Fransız Yeni Dalgası’nın unutulmaz isimlerinden Jacques Rivette’in seksen bir yaşında çektiği ve şimdilik son eseri olan bir çalışma. Hayli uzun filmleri ile tanınan yönetmenin bu filmi süresi ile filmografisinde farklı bir yerde duruyor ve sadece 84 dakika sürüyor. Sakin ve mutlak klasik bir sinema dili ile çekilen film küçük hikâyesi ve sadeliği ile geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir havadan epey uzak ve bu tür sinemaya aşina olmayanlar için fazla mızmız görünebilir. Buna karşılık Rivette’in yılların olgunluğunun izlerini de taşıyan film, meraklıları için oyunculuklarından atmosferindeki hüzün ve melankoliye, kaybedilen “şeylere” duyulan özlemden sevimliğine hayli çekici yanlara da sahip.

Hiç konuşmasız bir sahne ile başlayan film, sonra açılıyor ve görselliğe abanmayıp hikâyesinin atmosferi ve bu atmosfer içinde dolanan küçük karakterlerinin diyalogları ile o konuşmalı Fransız filmlerinden birine dönüşüyor. Rivette hemen her sahnenin girişinde tekrarladığı kameranın kısa bir süre ve yavaşça kayması ve sonra sabit kalması dışında hiçbir teknik gösteriye başvurmadan, bizden hikâyenin “yaşayan” karakterlerinin arasına karışmamızı bekliyor ve bunu yaparken de hikâyedeki “geçmişte yaşanan trajediyi” öne çıkarmasına rağmen bu trajediden çok onun karakterler üzerinde bıraktığı etkiye odaklanıyor. İtalyan oyuncu Sergio Castellito’nun filmin tonuna hayli yakışan hafif ve uçarı oyunu ile canlandırdığı karakterin geçmişinden ve geleceğinden söz edilmemesi ve onun sirk çalışanlarının hayatlarını şu ya da bu ölçüde değiştirmesi, bu karakteri gizemli ve hatta bir ölçüde kutsal kılıyor sanki. Bu İtalyan, bir sirk çalışanının yıllardır yapmakta olduğu bir numarayı daha çarpıcı kılması için ona küçük tüyolar verirken asıl olarak Jane Birkin’in (film çekildiğinde 63 yaşında olduğunu düşünürseniz) şaşırtıcı bir genç kız havası vermeyi başardığı karakterinin suçluluk duygusunu yok etmesini sağlıyor.

Eğer atmosferine giremez ve karakterlerinin arasına karışamazsanız keyif almanızın hayli zor olduğu türden bir film karşımızdaki. Bu zorluk kısmen bir parça fazla durağan olmasından, her bir sahnenin adeta birer küçük tiyatro oyunu sahnesi imiş gibi tasarlanmasından ve popüler sinemanın seyirciyi alıştırdığı türden hiçbir büyük oyuna başvurmamasından kaynaklanıyor. Açıkçası Rivette film boyunca bu konuda seyircinin hayatını hemen hiç kolaylaştırmadığı gibi zaman zaman anlatımında sarkmalar da oluyor ve yine kimi anlamlarında gösterilenin “önemsizliği” ilgiyi ayakta tutmayı güçleştiriyor. Aslında film genel olarak tam da sirk çalışanlarının bugün hayli zayıf görünen eskimiş numaralarındaki havanın hissettirdiğini kendisi için de hissettirmeye çalışıyor gibi. Sirkteki sayıları birkaç kelimesi ile ifade edilebilecek kadar az seyirci ve bu seyircilerin son bir sahne dışındaki tepkisizliği üzerinden Rivette kendi sinemasının ve genel olarak klasik sinemanın da ağıtını söylüyor diye düşünülebilir. Bu sahneler hikâyedeki kadının trajedisinin de desteklediği bir kayıp duygusunu, geri getirilemeyecek bir geçmişe karşı duyulan kırık ve buruk bakışı ve içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun hayatta kalma dürtüsünü sergileyen sahneler ve filmi sevebilmek için işte tam da bu anların duygusunu içselleştirebilmek gerekiyor. Kendilerinden biz “son klasikleriz” diye söz eden bir grup sirk sanatçısının bu hikâyesini tüm bunlara dayanarak Rivette’in kendi hikâyesi olarak da düşünmek gerekiyor belki de.

Castellito’nun karakteri hikâyenin sonunda görevini (veya hafif kutsal havasını düşünürsek misyonunu) tamamlayıp yolculuğuna devam ederken sanki biten bir tiyatro oyununun sonunda sahneyi terk ediyor gibi çıkıyor görüntüden ve yine sonlarda üç ayrı karakterin dönüşümlü olarak ve doğrudan seyirciye hitap ederek karakterlerinin görüşlerini ve bu arada neler olduğunu anlatmasında olduğu gibi seyrettiğimizin bir tiyatro gösterisi olduğu havasını veriyor bize. “Bu sirk dünyadaki en tehlikeli yeridir ve her şeyin de mümkün olduğu bir yer” denilen hikâyede bu sirki yönetmenin tüm sanat hayatını düşünerek sanatın (ve bu çalışma özelinde sanatın sinema alt dalının) sembolü olarak görmek ve filme bu açıdan da bakmak mümkün. Rivette bu yaşlanmak, değerini yitirmek, geçmişe ve özellikle de yaşandığı anda sonsuz acı veren olaylara bugünün gözü ile yeniden bakmanın gerekliliği üzerine de söyleyecekleri olan film ile,kimileri için fazlası ile hafif ve hatta boş, kimileri içinse derdinin ne olduğunu anlamak için düşünmeye çağıran bir çalışma yapmış özet olarak. Sinema dili belki biraz yavaş ve karakterleri fazlası ile küçük görünen bu filmin aslında Rivette’in elinden çıkmış olması bile kimileri için yeterli bir seyir nedeni olacaktır kuşkusuz.

(“Around a Small Mountain” – “36 Dağ Manzarası”)

To Catch a Thief – Alfred Hitchcock (1955)

“Kolye sahte olabilir ama ben değilim”

Kendisinin yöntemlerini uygulayan bir mücevher hırsızını yakalayarak masumiyetini kanıtlamak isteyen bir eski hırsızın hikâyesi.

“Thriller” türündeki filmlerin ustası Alfred Hitchcock’tan romantizmin ve mizahın hayli ağır bastığı ve tam da bu nedenle yönetmenin filmografisinin en parlak işleri arasına giremeyen ama ne olursa olsun sadece bir Hitchcock filmi olması ile bile kesinlikle sinema tarihinin görülmesi gerekli filmleri arasına girmiş bir çalışma. Polisiyesi veya asıl suçlunun kim olduğu üzerine odaklanan gerilimi yeterince ilgi çekemeyen film Riviera’nın muhteşem görüntülerine dayalı başarılı görüntü çalışması (Hitchcock ile pek çok filmde çalışmış olan usta isim Robert Burks’ün eseri bu görüntüler), yönetmenin diğer filmlerinde rastlanmayan ölçüde erotizm (ama sadece iması elbette) ve Grace Kelly’nin çarpıcı kostümleri başta olmak üzere çeşitli unsurları ile ilgiyi hak ediyor.

Hitchcock’un alamet-i farikası olan türden sahnelerin eksikliğini hayli hissettiren bir film karşımızdaki. Zaman zaman düz bir anlatım ile ilerleyen film bu açıdan Hitchcock’un izlerini en az taşıyan çalışmalardan biri olsa gerek. Yönetmen daha basılmadan haklarını satın aldığı ve David Dodge tarafından yazılan romanın içeriğine belki çok güvenmiş ama film çeşitli eksiklikleri nedeni ile o büyük klasiklerin arasına giremiyor. Bir Hitchcock filmi düşünüldüğünde sıkı bir sinemasever arka arkaya pek çok unutulmaz ve yönetmenin teknik ustalığını sergilediği sahneyi hatırlar. Burada ise bu sahneler, yönetmenin teknik becerisinden çok bu sahnelerdeki Grace Kelly ile Cary Grant arasındaki zekâ yarışının sonucu olan ve özellikle erotik imalar ile dolu diyaloglar ile dikkat çekiyor. Piknikteki “göğüs mü but mu?” sorusu örneğin veya arka plandaki pencereden görünen Riviera üzerindeki havai fişekler fonu önündeki ikili sahnenin tamamındaki diyaloglar bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Filmi çekici kılan bir diğer unsur ise Riviera’nın kendisi. Hitchcock ve Burks işbirliği ile ortaya seyri gerçekten keyifli ve bölgenin tüm güzelliğini ortaya koyan çok şık görüntüler çıkmış. Grant’ın evi ve evin konumu başta olmak üzere hikâyeyi bir kenara bırakıp filmin sergilediği güzelliklerin büyüsüne kapılmamak imkânsız. Öyle ki filmin yaratıcıları bile bu büyüye fazlası ile kapılmışlar gibi ve örneğin bir araba takibi sahnesinde arabalar sık sık görüntüden çıkarken uçaktan yapılan çekimde kamera Riviera’nın olağanüstü güzellikteki kıyılarını taramaya devam ediyor. Grace Kelly’nin filmde araba sürdüğü yollardan birinde 1982’de geçirdiği kaza sonucu öldüğü bilerek seyredildiğinde Riviera’nın etkisi çok daha yüksek oluyor kuşkusuz. Riviera’nın güzelliğine bir de Kelly’nin ve başta onunkiler olmak üzere tüm kostümlerin güzelliğini eklemek gerek. Kelly’nin plaj kıyafeti ama özellikle de baloda giydiği altın sarısı kıyafet sanatçının güzelliğini kat be kat çarpıcı kılarken filmin şıklığının da temel kaynaklarından biri oluyor.

Fransızların kendi aralarında Fransızca konuşmasının (zaten olması gereken ama Hollywood düşünüldüğünde oldukça şaşırtıcı bir durum) dürüst yanlarından birini teşkil ettiği filmde Kelly’nin daha önce de birlikte çalıştığı Hitchcock’un “fetişi” olan soğuk ve seksi sarışın rolünden biraz fazla hızlı sıyrılması rahatsız edici olabilir ama ne olursa olsun sonucun başarısı tartışma kabul etmeyecek kadar açık; Kelly tam bir güzellik tanrıçası olarak hikâye boyunca göründüğü her sahnede seyircinin ilgisini kendisine çekmeyi başarıyor. Cary Grant karakteri için biraz fazla yaşlı bir görüntü içinde ve Kelly ile uyumlu bir çift gibi görünmüyorlar ama filmin tümüne sinen şıklık çifti de bir şekilde şık kılıyor ve bu durum pek de rahatsız etmiyor seyredeni. Hırsızın gerçek kimliği konusunda sürprizini çok da şaşırtıcı kılamayan hikâye sonuç olarak pek de önemli değil bu filmde ve anlaşılan yaratıcıları hikâyeye değil başta Riviera ve Grace Kelly olmak üzere daha dünyevi güzelliklerin peşine takılmamızı istemişler. Hiç de şikayet edilecek bir istek değil bu elbette. Sadece fondaki havai fişeklerin önünde yaşanan baştan çıkarma sahnesi bile mekânın nerede ise karakterlerinden biri olduğu bu filmi seyretmek için yeterli bir neden.

(“Kelepçeli Aşık”)

El Baño del Papa – César Charlone / Enrique Fernández (2007)

“Tanrı fakirlere de yardım etmiyorsa, kime ediyor ki?”

Papanın yapacağı duyurulan ziyarete hazırlanan Uruguay’daki bir kasabada yaşayan bir adamın ziyaretçiler için genel tuvalet açarak para kazanma planı yapmasının hikâyesi.

Daha çok görüntü yönetmeni olarak tanınan César Charlone’un Enrique Fernández ile birlikte çektiği ilk uzun metrajlı sinema filmleri. Brezilya sınırındaki yoksul bir Uruguay kasabasında yaşayan ve çoğunlukla küçük kaçakçılık işleri ile geçinen insanların bu küçük ve sevimli hikâyesi Latin sinemasına ağırlık veren festivallerden epey ödül ile dönmüş, sevimli ve samimi, ve Charlone’un parlak görüntü çalışması ile de dikkat çeken bir film. Baş roldeki César Troncoso’nun oyunu da filmin dürüst ve samimi görüntüsünü ve küçük mizahını güçlü biçimde destekliyor.

Papa 2. John Paul’ün 1988’deki Uruguay ziyaretinden esinlenen film, “Olaylar özünde gerçektir ve sadece şans eseri burada anlatıldığı gibi gelişmemiştir” cümlesi ile başlıyor ve bu ziyaret nedeni ile kasabalarına gelecek binlerce katoliğe “bir şeyler” satmak ve yoksulluklarını bir nebze olsun azaltabilmek peşindeki halkın trajikomik çabalarını getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de özellikle bisikleti ile Uruguy ile Brezilya arasındaki sınırda küçük kaçakçılıklar ile hayatını kazanan ve bu arada zalim gümrük amirinden çekmediği kalmayan Beto ve ailesine odaklanıyor. Beto herkesin aksine bir şeyler satarak değil, gelecek ziyaretçiler için hizmete sokacağı genel tuvalet ile para kazanmanın peşinde. Kasaba halkının satacaklarını üretebilmek için evini ipotek ettirerek bankadan kredi almaya, evini satıp aldığı inekleri kesip satmaya kadar farklı ve acınacak yöntemlere başvurması veya Beto’nun tuvaleti yapmak için gerekli parayı kızının okul parasından aşırmaya veya gümrük amiri için yasadışı işler yapmaya soyunması arasında bir fark yok; yoksul halk bir umudun (ve elbette sahte bir umudun) peşinde koşarken ezilmeye ve sömürülmeye devam ediyor. Filmde yoksul ama yaşama sevinci ile dolu insanlar olarak resmedilen kasaba halkının trajedisi belki bu açıdan biraz zayıf bir şekilde vurgulanıyor gibi ama hem filmin mizahi tonuna uygunluğu hem de yönetmenlerin, Charlone’un görüntü yönetmenliği geçmişinin eseri olan çarpıcı görüntülerinin sayesinde film etkileyiciliğini korumayı başarıyor.

Bir mesaj vermenin değil, daha çok tespit edip göstermenin peşinde olan hikâye aslında tam da bu sayede çağrıştırdığı düşünceler aracılığı ile yoksulun ezeli ve ebedi mağlubiyetini sinemasal yönden de güçlü bir biçimde sergiliyor. Kasaba halkının sondaki hayal kırıklığını görsel yönü çok güçlü bir biçimde karşımıza getiren karelerin her biri muhteşem birer fotoğraf kalitesinde ve bu fotoğrafların “sanatsal güzellikleri” korkulacağının aksine yoksulluğun manzarasını güzelleştirmiyor; aksine bu manzaranın içindeki ebedi kaderi ve bu kadere mahkum insanları hep yaşadıkları ve bundan sonra da yaşayacakları hayatlarının kaçınılmazlığı ile birlikte algılamamızı sağlıyor. Yönetmenlerin birlikte yazdıkları senaryo baş oyuncu Troncoso’nun, abartıya hayli müsait karakterini oldukça yalın ve doğal bir şekilde canlandırması ve diğer tüm ve genellikle tecrübesiz oyuncuların nerede ise kendilerini canlandırır bir doğallık içinde hareket etmeleri sayesinde mizahını da gerçekçi ve güçlü kılıyor. Örneğin erkeklerin kahvesinde geçen tüm sahneler gerçekçilikleri ile ama bir yandan da mizahı ile hayli keyifli. Filmin mizah açısından zirvesi Beto ve ailesinin gelecek ziyaretçilerin tuvaleti kullanımı ile ilgili test yaptığı sahne olsa gerek ama genel olarak film sondaki hayal kırlıklığı kareleri ile zirveye ulaşıyor.

Finaldeki “yeni bir fikrim var” cümlesi ve ailenin ve genel olarak kasabanın dayanışma kareleri, filmin çözüm öneren değil tespit eden ve gösteren yanının örnekleri olurken, hikâye bize bu durumun ebediyen süreceğini de vurgulamış oluyor. Dini duyguların güçlü olduğu bir Latin Amerika ülkesinde kasaba halkının bir dini önderin ziyaretini ticari bir fırsat olarak görmesi ve bundan rahatsız olmamalarının sergilenmesi ise aslında belki de filmin temel dertlerinden birini ortaya koymasını sağlıyor: Yoksulluk her duygunun önüne geçecek kadar acımasız bir durum. Baş karakteri dışındaki diğer karakterlerini yeterince işlememiş olması, din ile yoksulluk arasındaki ilişkiyi (örneğin Papa’nın ziyaretinin neden olduğu umudu ve bunun boşa çıkışını fark etmemesi üzerinden yoksulun herkesin gözünden ve gönlünden ırak oluşunu) açmaması ve belki mizahın trajediyi zaman zaman örtmesi ile eleştirilebilir ama film Latin Amerika’dan kesinlikle etkileyici bir yoksulluk manzarası getiriyor karşımıza ve ilgiyi hak ediyor.

(“Les Toilettes du Pape” – “The Pope’s Toilet” – “Papa’nın Tuvaleti”)

Breakfast at Tiffany’s – Blake Edwards (1961)

“Buradan şu kapıya gitmen tam dört saniye sürer. Ben sana iki saniye veriyorum”

Yazar olmaya çalışan bir adam ve taşındığı apartmanda, üst katında yaşayan garip ve güzel kız arasında gelişen olayların hikâyesi.

Truman Capote’un aynı adlı romanından uyarlanan ve günümüzde farklı özellikleri nedeni ile kimileri için artık bir kült statüsüne de erişmiş olan bir klasik film. Filmi bilmeyenlerin bile Henry Mancini bestesi “Moon River” şarkısı ile aşina olduğu bir çalışma karşımızdaki. Zarafetin kraliçesi Audrey Hepburn, çekicilikte ondan geri kalmayan George Peppard, romanın yazarı Capote ve yönetmen Blake Edwards isimlerinin bir araya gelmesinin sinemaseverler için şu ya da bu nedenle bir çekicilik yaratacağı açık ve bu film de artık “efsane” statüsüne ulaşmış kimi sahneleri, Capote ve senaryoyu yazan George Axelrod imzalı çarpıcı diyalogları ve elbette şarkısı ile kesinlikle bu çekiciliğe sahip. Sinema dili açısından bir farklılıktan söz etmek kesinlikle mümkün değil belki ama film kendisini oluşturan unsurların uyumu ile Hollywood’un o altın çalışmalarının arasında yerini almayı başarmış. Bugünün seyircisi için eskimiş görünen ve pek de önemsiz olmayan pek çok yanına rağmen üstelik.

Sabahın ıssız saatlerinde arabadan inen, şık siyah elbisesi, güneş gözlükleri ve elindeki kahvesi ve çöreği ile Tiffany’s mağazasının vitrinine bakarak kahvaltısını yapan Audrey Hepburn görüntüsü sinemanın unutulmaz sahnelerinden biri ve bu parlak giriş ile açılan bir filme kayıtsız kalınamaz kuşkusuz. Bu sahne Edward’ın hayli başarılı bir şekilde kotardığı ve hikâyenin derdini de çok iyi anlatan bir sahne; Hepburn’ün zarafeti eşliğinde bir “üst sınıfa atlama hırsı” hikâyesi anlatılacağını söylüyor seyircisine. Komedinin kalıpları içinde de olsa aşkın veya sözlerin değil paranın önemli olduğu bir yolun takipçisi Hepburn’ün karakteri ve eğlence gecelerinde eşlik ettiği erkeklerden aldığı parayı biriktirerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Peppard’ın yazarı ise tek bir kitap bastırabilmiş ama gerisini getirememiş ve o da, Hepburn’ün niyetlerini taşımasa da, ona benzer bir yol seçmek zorunda kalmış ve zengin ve evli bir kadının sevgilisi olmuş. Bu “yırtma” çabasına iki karakterin bakışları farklı olsa da hikâye inandırıcılığını da yitirmeden olması gerektiği gibi sonuçlanıyor.

Capote’un romanından epey ve bir kısmı Hollywood için gayet anlaşılır olan sapmalar da var ve örneğin yazarın romandaki eşcinsel eğilimleri hikâyeden tamamen çıkarılmış. Bir Blake Edwards filminde olduğumuzu hatırlarsak, Hepburn’ün film boyunca giydiği ve artık bir ikon olan siyah küçük elbisesi ve filmin yine bir ikon olan afişindeki gibi uzun çubuğu ile içtiği sigarasının partide bir kadının şapkasını yakması ve yanlışlıkla dökülen içki ile ateşin söndürülmesi gibi esprilerin eklenmesini de normal karşılamak gerek. Romanda İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyenin 60’lı yılların başına taşınması da aslında radikal bir değişiklik. Kadın karakterin özgür ruhu düşündüldüğünde rahatsız etmeyen bir değişiklik bu ama fimin sonunun romandan tamamen farklı olduğunu da eklemek gerek.

Hepburn’ün kariyerindeki en farklı rollerinden biri canlandırdığı filmde, sanatçının bu zorlu işten yara almadan çıktığı rahatça söylenebilir ama burada, filmin tüm tasarımı içinde adeta birer ikon olmaları için özellikle üzerinde çalışılmış siyah elbiseden güneş gözlüklerine, şarkısından karakterin zarifliğine pek çok unsurun katkısını göz ardı etmemek gerekiyor. Tüm bu unsurları taşıyabilen herhangi bir oyuncunun filmden parlak notlar ile çıkacağı açık. Ayrıca Hepburn’ü sakladığı geçmişindeki asıl kişiliği içinde düşünmek de inanması hayli zor bir dönüşümü işaret ediyor. George Peppard çekiciliğini ustalıkla kullanıyor filmde ama oyunculuk açısından çok da akılda kalıcı bir resim çizmiyor. Filmde Mickey Rooney’nin canlandırdığı Japon komşu karakteri zamanında Hollywood’un Asyalı karakterleri bile Amerikalı oyunculara oynatma küstahlığının bir uzantısı olarak görülmüş ve hayli eleştirilmiş. Buna bir de Rooney’in eğlenceli ama abartılı oyununu ve bu abartıyı iyice göze batar hale getiren şişirilmiş yanakları da eklemek gerek.

Film Tiffanys’deki kahvaltı sahnesi dışında, yine bu mağazadaki alışveriş ile başlayan ve kütüphaneye, oradan da bir oyuncak mağazasına uzanan sahnelerde de hayli başarılı ve tümü ele alındığında sinema dili açısından bir parça eskimiş görünen filmin yine de çekiciliğini korumasını sağlıyorlar. Blake Edwards’ın Hepburn’ü adeta bir masumiyet ve zarafet şahikası olarak resmettiği ve onu bir yatakta tüyler içinde yatarken tepe kamerası ile görüntülediği sahne de unutulmaz anlardan biri. Film bu sahnelerdeki başarısnı tüm zamanına yayamamış ve zaman zaman bir tempo düşüklüğünü veya sıradanlığa yaklaşan bir şekilde bilinenin tekrar edildiğini hissettirmiyor da değil ama işte tüm bu anlarda neyse ki Hepburn’ün varlığı filmi alıp götürmeye yetiyor. Şık, zarif ve çekici bir klasik. Kusurları ne olursa olsun, sinemanın pek çok ikonu ile dolu bu film mutlaka görülmeli.

(“Çılgınlar Kraliçesi”)