Lila, Lila – Alain Gsponer (2009)

“Yazmak yazmamaktan daha kolay”

Tesadüfen bir çekmecede bulduğu roman taslağı ile üne kavuşan bir garsonun hikâyesi.

Alman sinemasından bir romantik komedi. Benzeri Amerikalı örneklerini aratmayan, onlar gibi sonu başından belli, kahramanlarının sevimliliğine dayanan ve asla şaşırtmayan bir film. Alman sinemasının aralıksız film çeviriyor gibi görünen yetenekli yıldızı Daniel Brühl’ün başarılı oyunculuğu ile sürüklediği film edebiyat üzerine pek derin olmasa da kimi sözleri ile farklılaşıyor gibi görünebilir ama bu sözler de iz bırakacak içerikte değiller.

Bir eleştirmenin dediği gibi başkasının yaratıcılığını sahiplenen bir filmin kendisinin de pek yaratıcı olmaması bir ironi gerçekten. Baş oyuncuları Daniel Brühl ve Hannah Herzsprung ile yeterince sevimli, kimi komik anları yeterince komik ve başlattığı yalanların sonuçları ile baş edemeyen genç adamın yaşadıkları ile yeterince ilgi çekici ama film herhangi bir anında yeni bir şey söyleyemiyor. Filmin yaratıcılarının Brühl’ün varlığını yeterli gördüğü ve üzerinde yeterince çalışmadığı kimi sahneler, örneğin parti sahnesi, filmin daha ileri bir noktaya gitmesine engel olmuş görünüyor. Romanın gerçek yazarı olarak ortaya çıkan adam için filmin seyirciden sempati mi, acıma mı yoksa öfke mi beklediğini açık etmemesi ve özellikle adamın başına gelenlerin sertliği filmin romantik komedisinin seyirciye nüfuz etmesini bazı anlarda zorlaştırsa da bu anlarda da Brühl yetişiyor imdada ve sahneleri kurtarıyor.

Ukala edebiyat öğrencilerinden erkek ile kadının arasındaki aşkın başlama, gelişme ve sonuç akışına kadar senaryo alışılan standartları birbir karşımıza getiriyor ama sonuçta bir romantik komedi bu: Romantizmi de komedisi de alışılmış olmalı ki rahatlıkla içine girilebilsin ve bir yandan aşkın bir yandan komedinin keyfi sürülebilsin. Özetle bir “romantik komedi” ve türünün seyredilip unutulabilecek örneklerinden biri. Yine de konunun odağında bir kitabın yer almasının ve kapanış jeneriğinin kitap görüntüleri ile süslenmiş olmasının güzelliğini atlamayalım. Özellikle yazarın kalabalık bir kitle önünde kitabını okuduğu sahneler bizde çoktan unutulmuş olan bu geleneğin güzelliğini hatırlatıyor ki bazı anlarda filmi unutup sadece bu güzelliğe odaklanarak keyif alabilirsiniz filmden.

(“My Words My Lies – My Love”)

La Mujer del Anarquista – Marie Noelle / Peter Sehr (2008)

“Alçak sesle şarkı söyleriz sevgi için / Yüksek sesle de özgürlük için”

İspanya İç savaşı sonrasında ayrı düşen bir “anarşist” ile karısının hikâyesi.

İki yönetmenin (Marie Noelle ve Peter Sehr) birlikte çektikleri ve iç savaş fonunda bir aşk mı yoksa aşk fonunda bir iç savaş filmi mi olacağına karar verememiş görünen bir çalışma. Madrid’in henüz faşist diktatör Franco’nun kuvvetlerinin eline geçmediği günlerde başlayıp yenilgi sonrasında sürgün günlerindeki mücadele ile devam eden film çoğunlukla bir televizyon filmi havasında ve kısa sahneler ile anlatılan, gösterdiği tüm çabaya rağmen ne yenik devrimcilerin hüznünü ne de büyük bir aşkın hikâyesini yeterince etkili aktarabilen bir çalışma.

Zaman zaman gösterilen kimi gerçek görüntülerine rağmen film ne bu yöntemi kullanan başarılı benzerlerinin aksine bir gerçeklik havasını yeterince taşıyabiliyor ne de güçlü bir sinema dili ile anlatılmış bir kurgu filmi olmayı başarabiliyor. Devrimcilerin tarafından anlatılmış bir hikâye olmasına rağmen onların yargısız infaz sahnesindeki gibi kötülüklerini de sergilemeye çalışan film bu arada ihanetler, çarpışmalar ve kayıplar (hem maddi hem manevi kayıplar) üzerinden bir savaş hikâyesi de anlatmaya soyunmuş ama ortaya çıkan yeterince orijinal olmayan ve hatta kimi anlarında klişe karakterler üzerinden ilerleyen bir eser olmaktan kurtulamamış. Filmin başarısızlığının temel nedenlerinden biri olan hikâyenin zayıflığını gösteren bu tercihler, örneğin kızın babasının başka bir kadın ile ilişkisinin olduğunu düşünmesine neden olan yanlış anlamalar, filme epey zarar vermiş. Yönetmenlerin zayıf anlatımı da filmin yetersizliğinin ikinci nedeni olarak kendini gösteriyor ve örneğin savaşı seyredenlerin gözünde bir anda geri plana iten kimi erotik sahnelerdeki tercihler yönetmenlerden sinemasal beklentilerinizin düşmesine neden oluyor.

İdare eden ama dikkati çekici yanları olmayan oyunculuklar, aralarında sadece yedi yaş farkı olan oyuncuların anne ile kızını canlandırması gibi gariplikler ve Yeşilçam sahnelerini aratmayan kendini yatağa atıp ağlamaları ile film vasat olmaktan ileriye çıkamıyor doğal olarak. Mağlup devrimcinin hüznü veya büyük bir aşkın peşinde iseniz başka örnekleri denemekte yarar var.

(“The Anarchist’s Wife” – “Anarşistin Karısı”)

Asbe Du-Pa – Samira Makhmalbaf (2008)

“Atımın sadece iki ayağı var. Yoksa yarışı o kazanırdı”

Zengin bir adamın bacakları mayında kopan çocuğunu taşıması için kiraladığı bir çocuğun hikâyesi.

İranlı sinemacı Samira Makhmalbaf’ın insanın insana yapabilecekleri üzerine sert bir film. Afganistan’da geçen film özellikle mekanları açısından bakıldığında zamanı belirsiz bir çağda yaşanan bir hikâyeyi, seyredeni olumsuz ve kötücül havası ile yorabilecek ve hatta tepki doğurabilecek bir tarz ile anlatıyor. Nitekim Toronto Film Festivalindeki dünya prömiyerinde seyircinin olumsuz reaksiyonları ile karşılaşan filmin yönetmeni de senaryoyu ilk okuduğunda filmi yapmaya hiç sıcak bakmadığını söylemiş ve sonuçta ortaya çıkan eser gerçekten de seyredeni ikircikli bir durumda bırakacak bir çalışma olarak görünüyor.

İktidar mücadelesinin veya daha doğru bir deyiş ile güçlünün zayıf üzerinde kurduğu ezici bir totaliter iktidarın metaforu olarak görülebilecek hikâyenin bu denli sert görüntüler ile anlatılmasının ne derece doğru olduğu film boyunca sık sık aklına takılacaktır seyredenin. Arada sırada karşımıza çıkan birkaç sahne dışında film umudu tamamı ile yok ediyor ve para karşılığı verilen bir hizmet olarak başlayan işin “at” rolü üstlenen çocuğun kişiliğini tamamen yitirdiği, insanlığından uzaklaştığı ve bir ata dönüştüğü bir sonuca varması ile hikâye sona erdiğinde kendinizi oldukça kötü hissediyorsunuz. Son dönem İran sinemasının sıradanlığın içindeki şiirselliği yakaladığı, sergilediği ve hatta dönüştürdüğü örneklerinden çok farklı bir yerde duruyor bu film. Oysa mekanlar açılış anından itibaren zararsız ve başarılı bir egzotizme kaynaklık edebilecek güzellikte ama hikâye bilinçli bir tercih ile gerçekleri yumuşatmıyor, aksine sertleştiriyor ve nerede ise son dönem tiyatro dünyasının moda akımı olan “in ya face” tarzında bir atmosfer ile seyircinin yüzüne çarpıyor görüntüleri. Zor koşullar altında yaşayan/yaşatılan bir insanın hayatta kalabilmek için katlanabileceği aşağılamanın, şiddetin ve sömürünün sınırsızlığı elbette daha yumuşak bir dil ile anlatılabilirdi ama filmin yaratıcıları bunu değil aksini tercih etmişler diye özetlenebilir filmin yaklaşımı.

Yönetmenin ifadesi ile film ezen ile ezilen arasındaki ilişkinin üç safhasını (tarafların birbirini tarttıkları ve ezenin devrim sonucu iktidarını yitirme ve ezilenin işkence ve mahkumiyet korkusunu yaşadıkları birinci dönem, ezen ve ezilenin birbirine benzemeye başladıkları ikinci dönem ve sado-maşozist bir ilişkiye girilen üçüncü dönem) anlatan film hayli etkileyici sahnelere de sahip. Örneğin iki çocuğun (binicinin ve atının) gerçek atlıların ve binicilerin içinde koşuşturduğu sahnenin kurgusundan veya filmin çarpıcı bir açılışa sahip olmasına kaynaklık eden sahnede onlarca çocuğun yerin altından yüzeye tüneller aracılığı ile ve adeta böcekler gibi çıktığı anlardan etkilenmemek mümkün değil. İki baş oyuncusundan özellikle ezilen rolündeki Ziya Mirza Mohamad’in filmin sertliğini daha da artıran başarılı oyunculuğunun da dikkat çektiği filmin umudu bunca imkânsız gösteren tercihi bir yana bırakılırsa filmin bir başka eleştiriye açık tercihi de sık sık tekrarlanan sahneleri ile filmin süresinin görece uzunluğu. Görece çünkü film 100 dakikalık süresi ile ortalama bir süreye sahip ama hikâye tüm o sembolleri, allegorileri ve metaforları ile orta metrajlı bir film kapsamında da anlatılabilirmiş açıkçası.

Evet sertliği, karamsarlığı ve umutsuzluğu ile yorması kesin olan ve kişisel olarak sertlik dozunun kaçırıldığını düşündüğüm bir çalışma karşımızdaki ama film bilinçli olarak tam da bunu amaçlamış. Bu tercihin gerekliliği ve doğruluğu tartışılabilir ve tartışılmalı ama içinde yaşadığımız dünya da bu derece sert değil mi? Özellikle de yukarıda bahsettiğim ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin ilk iki aşamasını çoktan ve üstelik gönüllü olarak geride bırakmış bir ülkede yaşayanlar için sert ifadesi anlaşılmaz bile olabilir; onlar için olması gerekendir yaşananlar.

(“Two-Legged Horse” – “İki Bacaklı At”)

Revanche – Götz Spielmann (2008)

“Şimdi seni anlıyorum. Bu yüzden bu kadar soğuksun. Bu yüzden bu kadar acımazsın”

Ukraynalı hayat kadını kız arkadaşı ile birlikte bir soygun yaparak hayatını değiştirmek isteyen bir adamın ters giden soygundan sonra yaşadıklarının hikâyesi.

Avusturyalı yönetmenı Götz Spielmann’dan bir aşk, intikam ve adalet hikâyesi. Soygun anına kadar Haneke filmlerinin soluk bir kopyası gibi ilerleyen, asıl rotasını bulduktan sonra ise zenginleşen ve gerçek bir sinema keyfi yaşatan bir film. Açılış sahnesinde durgun bir göl görüntüsü ile başlıyor film, suya bir nesne düşüyor ve kısa bir an için, su tekrar eski görüntüsünü alana kadar süren kısa bir kaos yaşanıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyor görüntü. Tıpkı hayatlarımızda olan bitenler gibi, tıpkı hikâyede yaşandığı gibi. Kapanış jeneriğine eşlik eden doğanın seslerinin söylediği gibi kısacası; doğa şu ya da bu şekilde dengesine ulaşıyor zamanla. Bir etki, bir tepki ve sonra sessizlik bir başka deyiş ile.

Hikâyesindeki onca olaya rağmen sakin bir film karşımızdaki. Martin Gschlacht’ın kamerasının yakaladığı ilginç görüntüler ama öncelikle geniş alanların çekimlerinde objelerin görüntüde aldıkları yerler ile hayli ilginç bir film bu. Klasik bir görüntü tercihinin aksine objeler görüntünün odağında yer almıyor kimi zaman ve bu da bilinçli bir soğukluk, uzaklık katıyor seyredilene. Bu tercihe yönetmenin kimi diyalogsuz ama oyuncuların vücut dillerinin, bakışlarının çok şey kattığı sahnelerini de ekleyince filmin farklılığı daha da belirgin hale geliyor. Belki hikâye çok “farklı” değil ve kimi zaman bir parça zorlama gibi de görünüyor ama özellikle soygundan sonra film karakterlerini incelikle ve zarif bir şekilde gözümüzün önünde soyuyor, derinleştiriyor ve onları seyredene hem uzak hem yakın tutmayı başarıyor.

Basit oyunculuklar ve diyaloglar ile kendisini güçlü kılmayı başaran filmin Viyana’da geçen sahneleri ile köyde geçen sahneleri arasında da derin bir kontrast var aslında. Şehirdeki sahnelerde kamera daha dar açılarda dolaşıyor ve karakterlerinin sıkışmışlığını ve genel olarak şehrin yozluğunu anlatırken, kırlık bölgede karakterlerin her biri kendi yolunu ve doğrusunu bulurken geniş açılı görüntüler bir açıklığı, nefes alabilmeyi ve ferahlığı simgeliyor adeta. Bu bağlamda kahramanımızın intikam için peşine düştüğü polisle göl kenarında yaptığı konuşma örneğin bir Amerikan filminde göreceklerinizin tersine çok büyük sözlerin edilmediği, kısa ama etkili diyalogları ile vurucu denebilecek bir etki yaratıyor seyredende.

Başta kahramanımızı canlandıran Johannes Krisch olmak üzere tüm oyuncular basit ama güçlü oyunları ile filmin seviyesini yükseltiyorlar ve filmin bir yandan soğuk ama doğal ve diğer yandan sıradan görünümünün altındaki derinliği artırıyorlar. Spielman bu oyunculukların da yardımı ile karakterlerini alıyor ve onları bir trajik olayın parçası yaparak kendi ahlâk anlayışlarının veya bir başka deyiş ile moral değerlerinin sonucu olan tepkileri ile baş başa bırakıyor bizi. Bu yol ile de senaryo seçimler ve bu seçimlerin sonuçları ile baş etmek üzerine seyredeni düşünmeye ve değerlendirmeye sürükleyen bir biçim alıyor.

Özetle Haneke’nin de izinden giden ama onunla kıyaslandığında çok daha “normal” görünen bir film bu çalışma. Batılıların novella dediği türü, hikâye ile roman arasındaki bir yerlerde dran bir yazın türünü, hatırlatan bu film kesinlikle ilgiye değer. Ülkemiz için gayet sıradan olan bir durumun, bir polisin soygundan sonra kaçan bir arabaya ateş edip bir kişiyi öldürmesinin, nasıl bu filmdeki gibi bir psikolojik suç dramına kaynaklık edebildiği bizler için bir parça anlaşılmaz belki ama sonuçta ve neyse ki bu bir Avusturya filmi! Yoksa arabanın lastiklerine doğru ateşlenen bir silahtan çıkan kurşunun henüz vakıf olmadığımız hangi fizik kurallarına bağlı olarak filmdeki sonucu doğurduğunu anlatan bir resmi bilirkişi raporuna muhatap olurduk.

(“Rövanş”)